Şunun için etiket arşivi: tını

Üniversite öğretiminin genç kişiyi bir konuda uzmanlaştırma ve meslek kazandırma amacını güttüğü hepimizce bilinir ve benimsenmiştir. Fakat bu sadece pratik amaçtır; ötesinde asıl amaç gerçekleşmeyi bekler: Bir kişiliğin olgunlaşması.

eğitim-felsefe.

 

Öğretim, öğretenin edinmiş olduğu bilgileri öğrenene aktarmaktır. Elbette bu düşündürerek ve tartışarak yapılır. Öğrenci ezberlemeyecektir; daha doğrusu, öğrendikleri arasında, sonraki bilgilenmeleri için belleğinde tutması zorunlu olmayanları kenarda tutup, gerektiğinde hatırlayacak, ama zorunlu olanları, geçici olsa bile unutmayacaktır.

Eğitim, öğretimle birliktedir ama öğretimden nitelikçe farklıdır. Öğretim verilir, eğitim alınır. Öğretmen, “eğitim veriyorum” derse, yanılıyordur; çünkü eğitilmenin özünde alıcı, özümseyici, duyarlı olmak vardır. Öğrenci kendini, öğrendikleriyle birlikte bu nitelikleri edinme yönünde geliştirir. Öyleyse öğretmen, “öğretiyorum” deyişinde kalmayacak, “öğrencimin eğitim almasına yardımcı oluyorum” da diyecektir.

Öğretim bir sınıftaki bütün öğrencileredir. Eğitim ise öğrenenle öğreten arasında karşılıklı ve sürekli ilişki, iletişim gerektirir. Bu durum öğretimin her alanı için geçerlidir.

Örnek olarak hukuk öğreniminde bir dersi, Roma hukukunu alalım. Bu ders sadece hukuk tarihi bakımından değil, hukukun yüksek amaçları bakımından önemlidir. Ama bu dersin hakkını vermek için sadece Romalıların ne gibi yasalar yaptıklarını öğrenmek değil, güzel bir deyişimizle, “tarihin imbiğinden geçmek” gerekir. Bu, tarihsellik bilincinin kazanılmasıdır, eğitimdir.

Felsefenin öğretim-eğitiminde bu tür sorunlar, güçlükler baştan çözülür. Baştan olmazsa hiç başlayamaz ve hiç çözülemez. İlk iş felsefeyle uğraşmaya başlayan öğrencinin fikrini almaktır, -felsefe hakkında değil, çünkü bunu henüz edinmemiştir; her gün kullandığımız kavramlar hakkında: amaç, anlam, değer, ölçü, nicelik, nitelik, hak, adalet, gelenek, inanç, toplumsallaşma, özgürleşme gibi. Gencin bu genel sorunları içselleştirmesi, kendine mal etmesi, yaşadıklarıyla, gözlemledikleriyle bağıntılar kurması, edindiği bilginin dışında kalmaması için de etkince hesaplaşmaya girmesi, ilgisini sürekli kılar. Bunu başardıkça, felsefe tarihinin bizden en uzak çağlarında konuşmuş kişiler, şimdiye gelir, onunla yeniden konuşurlar.

Çocukları felsefe öğrenimine başlayan anne babalar haklı olarak bu soruyu sorarlar. Çocukları onlara “Platon’un Devlet diyaloğunu okuyoruz ve adalet üzerine tartışıyoruz” cevabını verince, eğer açık görüşlü iseler, “tartışarak kim çözmüş, baksana o zamandan beri çözüme ulaştırılamamış” demezler, ama bu tartışmanın, edineceği meslekte çocuklarına ne sağlayacağını bilmek isterler. Bunun doğrudan cevabı yoktur. Olsaydı, yüzyıllardır ve her uğraşanın ömrü boyunca tartışılmazdı. Ama buna rağmen felsefe sadece tartışma değildir, çünkü böyle olsaydı çoktan bıkkınlık getirir ve artık kimse uğraşmazdı.

Sorunlar hem güncel hem geneldir. M.Ö. 5. yüzyılda Attika’da ve çevresinde “sophistes” (bilgeler) denilen bir grup insan kent kent dolaşarak tüm inançları sarsan konuşmalar yapıyorlardı. Onlara göre din bir icattı. Devlet, ya güçlülerin zayıfları ezmesinin ya da zayıfların güçlüleri baskı altında tutmasının aracıydı ve nasıl olursa olsun bu aracı kullananlar sağlıklı kişiler değildi. Eğitim kanıksanmış yutturmaca kanaatlerinin yeni kuşaklara öğretilmesiydi. Bu adamlar gittikleri yerlerde hem dinleniyor, bazen seviliyor ama çoğunlukla kovuluyordu. Onlar zaten bilineni eleştiriyorlardı. Ele geçirdikleri hiçbir şey yoktu ama yüzyıllar sonra bizim düşüncemizi aydınlatıyorlar. Kısaca anlattığım tarihsel olay, felsefenin karşıt kültürünün doğuşudur.

Sürdürümü sadece Hellas’da kalmadı; çeşitli biçimlerle Anadolu’da da yaşadı, fakat 15. yüzyılın ilk çeyreği içinde tükendi. Son temsilcisi Şeyh Bedrettin’dir. O, cennette cennetlikleri eğlendiren hurilerin, cehennemde yanan ve daha da yanması için günahkarların taşıdığı odunların hayal olduğunu şöyle söylüyor: “Hayaldirler, çünkü algıya verilmemişlerdir.” Felsefi çekirdeğini hemen gördüğümüz bu dünyevi dünya görüşünün nasıl oluştuğu, sonradan nasıl kesildiği ve Cumhuriyete kadar Türkçe’de özgün felsefenin olmayışının nedenleri çok yönlü katılımla açıklığa kavuşturulabilir. Bu bir eksikliğimizdir. Eksikliği kapatmak için tüm insan bilimlerinin ortak araştırmalar yapması gerekiyor.

Karşıt kültür karşıtını yok etmez; tersine geliştirir. Felsefe olmasaydı, ilahiyat olmazdı, sadece din yorumları olurdu. Gerek Hıristiyan gerek İslam ilahiyatı felsefi tartışmalar içerir. Farabi ilahiyatın felsefe kürsüsünden cevaz almasını ister; bu tutumla da vahiyi akılsal açıklamaya çalışır. Farabi öldüğünde cenaze namazını halife kıldırdı, halk kıldı, ulema kılmadı, çünkü o Medinet-ül Fazıla’daki (bilgeler şehrindeki) en yüksek yeri filozofa ayırmıştı. Ölçülülüğü, söz ölçüsünü, kavrayan aklın açıklaması toplumsallığı geliştirir. İslamiyet zulme karşı doğmuş yayılmış, toplumsallaşmış, dünya dini olmuştur. Tarihi böyleyken nasıl oluyor da din konularında yetkili kişiler, en azından dini bayramlarda “kardeşlerim birbirinize işkence etmeyiniz” demiyorlar? Demezlerse ve topluma açıkça, yöneticiye korkusuzca hitap etmezlerse, o zaman, karşılarında karşıt kültürü keskince, uzlaşmazca bulurlar.

Karşıt kültür 9-10’uncu yüzyıllarda Arapça felsefeyi doğurdu. Diller arası iletişim kurulmuştu. Önce Süryaniceye sonra Arapçaya çevrilen Grekçe eserler, yazar ve metin karışıklıklarına rağmen, ve Arapça düşünürlerin özgün katkılarıyla, Avrupalınınkinden üçyüz yıl önce, hem de artık halk dili olmayan Latince gibi değil, konuşulan Arapçada bir yeniden doğuşu, Renaissance’ı getirdi. Bu canlanış 14-15. yüzyıllarda, tarihin en büyük medeniyeti olan Endülüs’de doruğa ulaştı. Tarihin imbiği bize en büyük düşünsel mirasımızın neler ve nerelerde olduğunu gösteriyor. Avrupa Renaissance’ının Endülüs’e borcu vardır ve bunu henüz iyice anlamış değildir. Anlasaydı, yüzyılımızdaki faşizmlerine kültürel bir set çoktan çekmiş olurdu.

Ama Avrupalının gözardı edemeyeceğimiz bir yeteneği de var: çelişkisini kavrayabilme ve aşabilme. Avrupalı için hukuk yaşanan bir olaydır. Bilim, bir nesneyi elinde evirip çevirebilmektir, nesnenin özelliklerini dışsallıkta ve pratik amaçlar için kullanımında bırakmayıp atomik yapısına girerek anlamaktır. Eğitimin amacını “hoca dedi ki” den çıkarıp, bunu defterden silip yerine “ben düşünüyorum”u (cogito) geçirebilmektir.Dünyaya egemenlik ve sömürgenlik Avrupalının bir yüzü, bilim sanat ve felsefedeki yaratıcılığı öbür yüzüdür. Başarılarını egemenlik için kullandı; şimdi bunun getirdiği çelişkileri çözmeye çalışıyor. Bizim Avrupalı karşısında duruşumuz ancak tam bağımsız bir duruş olursa onu anlayabiliriz ve kendimizi anlatabiliriz. Bu duruş Cumhuriyetimizin ilk iki onyılında gösterildi, sonra yitirildi.

UNESCO felsefe haftasındayız. Bu bir kutlama haftası değildir, ne UNESCO’yu ne de felsefeyi. Bu günler çağrı günleridir. Somut eyleme geçme günleridir. UNICEF, UNESCO’nun çocukların sağlığı ve eğitimiyle ilgili birimidir. Şimdi, daha önce söylediğim, yazdığım bir düşünceyi yeniden sunmak ve bu toplantının kapanış bildirgesine dahil edilerek UNICEF’e çağrı olarak iletilmesini düşünmenizi istiyorum: Dünyanın her ülkesinden bir temsilci çocuk seçilerek hepsinin UNICEF yetkilileri eşliğinde, kan gövdeyi götüren bölgelere, öncelikle Irak ve Filistine götürülmesi ve olayların içinde onlara “siz böyle olmayın” denilmesi, gelecekteki eğitim için talebimdir. Bunun ötesinde sizlere söyleyeceğim bir şey yoktur.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Uluğ Nutku

***

Referans: Felsefeciler Derneğinin “UNESCO Felsefe Haftası” dolayısıyla düzenlediği “Eğitim ve Felsefe” başlığındaki sempozyumda konuşma. Ankara, 19 Kasım 2005.

Kaynak : Dünyalılar

İspanyol çocuk ve gençlik edebiyatının en çok okunan, onlarca ödüllü yazarlarından Jordi Sierra i Fabra tarafından kaleme alınan Kafka ve Gezgin Bebek Türkçede!

kafka-ve-gezgin-bebek

Franz Kafka’nın ölmeden bir yıl önce, küçük bir kız çocuğuna yazdığı mektuplardan esinlenen Jordi Sierra i Fabra, Kafka’yı bir oyuncak bebek postacısı olarak karşımıza çıkarıyor. İspanya, İngiltere, İtalya, Galiçya ve Brezilya’da yayımlanmasının ardından birçok ödül alan, ayrıca Peru, Brezilya, Fransa ve İspanya’da tiyatro ve baleye uyarlanan Kafka ve Gezgin Bebek’i, Vapur’un ilk kitabı olarak gurur duyuyoruz.

Libros Kitap
Vapur Dizisi
1. kitap
KAFKA VE GEZGİN BEBEK
Yazar: Jordi Sierra i Fabra
Resimleme: Pep Montserrat
Türkçesi: Serdar Çelik
Yayın Yönetmeni: Adnan Özer
Editör: İpek Baysan

123 sayfa
1. baskı: Şubat 2015
ISBN: 978-605-84631-0-3

Franz Kafka, ölmeden bir yıl önce, küçük bir kız çocuğuna mektuplar yazmıştı… 1923 yılında Almanya, Steglitz Parkı’nda gezerken karşılaşmıştı bu kız çocuğuyla. Oyuncak bebeğini yitiren kız çocuğunun ağlayışı karşısında “teslim olan” Kafka, o an yepyeni bir karakter yarattı: Oyuncak bebek postacısı! Çocuğa, bebeğinin kaybolmadığını, seyahate çıktığını ve kendisinin de bir oyuncak bebek postacısı olduğunu söyledi. Bebeğin mektuplarını getirecekti ona… Kafka ertesi sabah uyandı ve kendisini bir oyuncak bebek postacısına, aynı zamanda bir oyuncak bebeğe dönüşmüş olarak buldu… Küçük kıza, üç hafta boyunca oyuncak bebeğin ağzından mektuplar yazdı ve bebek postacısı olarak parka gidip, mektupları küçük kıza teslim etti.

Kafka’nın yazdığı mektuplara hiçbir zaman ulaşılamasa da bu olayın doğruluğu, bir dönem hayatını paylaştığı Dora Dymant tarafından onaylanmıştır. Bir Kafka araştırmacısı olan Klaus Wagenbach, yıllarca parkın çevresindeki evleri tek tek dolaşarak, komşularla görüşmeler yaparak, gazetelere ilan vererek küçük kızı bulmaya çalışmışsa da başarıya ulaşamamıştır. Ancak bu beklentisini hiçbir zaman kaybetmemiş, uzun yıllar boyunca parka gitmeye devam etmiştir ve halen XX. yüzyılın önemli yaratıcılarından biriyle ilgili en önemli belgelerden biri olan bu mektupların sahibi veya elinde bulunduranı ile karşılaşma umudunu içinde taşıyarak araştırmalarına devam etmektedir.

Jordi Sierra i Fabra, 8 Mayıs 2004 günü El Pais gazetesinin Babelia ekinin iç kapağında César Aira’nın yazdığı Gezgin Bebek adlı makaleyi okumuş ve Kafka’nın küçük kızla yaşadıklarını hikâyeleştirmiştir. Fabra, kitabın son bölümünde, hikâyenin yazılış serüvenini anlatır ve şöyle der: “Ben bu günahı işlemek için kendime izin verdim ve bu mektupları yeniden yazdım, yarım kalan hikâyeyi tamamladım, hayal ürünü bir final yarattım. Gerçek böyle veya başka türlü olmuş olabilir, bunun çok fazla önemi olduğunu sanmıyorum. Olayın kendisi o kadar güzel ki geri kalan hiçbir detayın önemi kalmıyor aslında. Tek bildiğim şey şu ki, o mektuplar benim yarattıklarımdan çok daha mükemmel ve aydınlıktılar mutlaka.”

26 Temmuz 1947’de Barselona’da doğan Jordi Sierra i Fabra, çocukluk yıllarından itibaren yazar olmak istemiştir. Ailesi bu işte gelecek görmediği için onu pek desteklemese de Fabra bu tutkusundan vazgeçmemiş ve İspanyol çocuk ve gençlik edebiyatının en çok okunan, en başarılı yazarlarından biri olmuştur. Hayattaki ikinci tutkusu müzik olan Jordi Sierra i Fabra, 70’li yıllarda Disco Express adlı müzik dergisinde müzik eleştirmenliği yapmış, ünlü müzisyenlerle dünyayı dolaşmıştır. Popular 1 adlı rock müzik dergisini kurmuş ve Disco Express’te yönetici olmuştur. İlerleyen yıllarda 24 müzik antolojisi, rock müzik tarihi kitapları, Beatles Sözlüğü gibi birçok kitap yayımlar ve satış rekorları kırar. Çocuk ve gençlik edebiyatı kitapları Hollanda, Yunanistan, Japonya, Bulgaristan, Potekiz, Slovenya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde yayımlanır. Ülkesinde ve dünyada onlarca ödül alan Jordi Sierra i Fabra 2004’te İspanya kütüphaneleri istatistiklerinde gençler tarafından en çok okunan yazar olur. Kafka ve Gezgin Bebek, 2007 yılında İspanyol Kültür Bakanlığı Ulusal Ödülü’nü alır; 2008’de Brezilya Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kurumu, Kafka ve Gezgin Bebek’i En İyi Çeviri dalında ödüllendirir. Fabra, Kafka ve Gezgin Bebek’le 2009’un En İyi Katalanca Kitabı dalında Protagonista Jove Ödülü’ne ikinci kez değer görülür. 2010’da Peru’da tiyatro sahnesine taşınan Kafka ve Gezgin Bebek, aynı yıl Madrid’de de sahnelenmeye başlar; 2011-2012 yılları arasında Bask’tan Tanttaka Tiyatrosu, Galiçya’dan Emedous Tiytrosu ve Katalan Albena Tiyatrosu Kafka ve Gezgin Bebek’in yeni bir tiyatro versiyonunu sahneye taşıyarak tüm İspanya’yı dolaşır. Kitapları milyonlarca satan Jordi Sierra i Fabra, çocuk ve gençlik edebiyatı alanındaki eserleri ve hem sosyal hem de kültürel alandaki katkıları nedeniyle 2012 yılında Cervantes Chico Prize’a değer görülmüştür. 2013’te tüm eserleri dolayısıyla İber Amerikan Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü kazanan yazar, bu ödülü 2013 Guadalajara Kitap Fuarı’nda yapılan törenle almıştır. Kafka ve Gezgin Bebek son olarak 2013’te Fransa’da bale olarak sahnelenmiştir. 2005 yılından bu yana, gençlerin katıldığı ve onları yazarlığa teşvik etmeyi amaçlayan Jordi Sierra i Fabra Edebiyat Ödülü verilmektedir.
Arka kapak

Franz Kafka’nın, ölümünden bir yıl önce yaşadığı sıra dışı olay neydi?

Kafka, 1923 yılında bir gün Berlin’deki Steglitz Parkı’nda gezinirken, yürek yakıcı şekilde ağlayan küçük bir kız çocuğuna rastlar. Küçük kız, oyuncak bebeğini kaybetmiştir. Onu sakinleştirmek isteyen Kafka, hayal gücüyle bir hikâye uydurur: Bebek kaybolmamış, seyahate çıkmıştır. Kafka da bir oyuncak bebek postacısıdır ve oyuncak bebek, gittiği her yerden küçük kıza mektup yollayacaktır…

O günün gecesi Kafka, oyuncak bebeğin dilinden, küçük kıza mektup yazmaya koyulur.

Ertesi gün yine aynı parkta buluştuklarında, küçük kız, sevgili bebeğinden ilk mektubu alır…

Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Kafka’nın bir oyuncak bebek postacısı olarak karşımıza çıktığı bu hikâye nasıl gelişecektir?

Kafka’nın gerçekten yazdığı, ama küçük kızda kaldığı için hiçbir zaman bulunamayan mektuplar, Jordi Sierra i Fabra’nın kaleminde hayat buluyor…

Kaynak: Akşam

merkez-bankasi-ozel-koleksiyonu-canakkalede-sergilenecekÇanakkale Savaşları’nın 100. yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, kuruluşundan bu yana oluşturduğu sanat koleksiyonundan özel bir seçkiyi, “Kırmızıdan Maviye, Çağdaş Türk Resim Sanatı” adlı sergiyle Çanakkale’de sanatseverlerle buluşturacak.

Çanakkale Belediyesi tarafından restore edilerek seramik müzesi olarak hizmet veren tarihi Müstahkem Mevki Er Hamamı, şehrin en büyük sergisine evsahipliği yapmaya hazırlanıyor. Farklı bir kavramsal temayla savaşın yıldönümüne metaforik bir yaklaşımla ve Türk resim sanatının ustalarının eserleriyle katkıda bulunulacak. Sergi, kırmızı ve mavi tonların dominant kılındığı ve bu renklerin stratejik öneme sahip olduğu Türk resminin usta sanatçılarının seçkin eserlerinden oluşuyor, Türk resminin klasik, modern ve çağdaş örneklerini, karşılaştırmalı biçimde biraraya getiriyor. Türk resim sanatının gelişimini ve değişimini, kırmızı ve mavinin yoğunlukta olduğu bir düşünsel kavram eşliğinde, sergi mekanını kullanarak bir pasaj halinde özgün eserlerle gözler önüne seriyor. 18 Mart 2015 tarihinde açılacak serginin saati 18.03 olarak belirlendi. 28 Nisan 2015 tarihine kadar Çnakkale Belediyesi Seramik Müzesi’nde ziyaret edilebilecek serginin küratörlüğünü ise Ahmet Albayrak üstleniyor.

“Kırmızıdan Maviye, Çağdaş Türk Resim Sanatı” sergisinde Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu’ndan seçilen, 28 sanatçının 32 eseri yer alıyor. Bunlar mekanın belleğiyle bütünleşen bir algıyı temel alırken tarihi bir yerde, sonradan müzeye dönüştürülen bir hamamda kurgusal ve koordineli bir biçimde konumlanıyor. Sergi mekanının giriş bölümü, eserlerin üzerinde birincil derecede hakim olan kırmızı rengin dışavurumsal ve tinsel yapısıyla mekanı kullanırken sergi mekanının üst katı ise meditatif, şiirsel ve soyut bir biçimde, eserlerde dominant şekilde var olan mavi pigmentin dolaşımıyla mekansal algıyı harekete geçiriyor. Klasik bir koleksiyon sergisi olma yerine düşündürmeye, farklı bir sergi deneyimine davet eden sergi, konsept olarak renk kavramının Türk resmindeki düşünselliğine, problematiğine de işaret ederken aynı zamanda Türk resminin çağdaşlaşma görüntüsünü de özgün bir seçkiyle ortaya koyuyor.

Kaynak: Çanakkale

doga-seni-cagiriyor‘Doğa Seni Çağırıyor’ adlı sergi, Türkiye’den 52 sanatçıyı bir araya getirdi. Farklı kuşaklardan sanatçıların doğaya duyarlılıklarını anlatan sergiyi Doğal Hayatı Koruma Vakfı gerçekleştiriyor.

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) öncülüğünde açılan ‘Doğa Seni Çağırıyor’ sergisi ziyarete açıldı. Sergide Türk çağdaş sanatının 52 temsilcisi, Denizhan Özer’in küratörlüğünde çevre ve doğa meselelerine farklı bakış açıları getiriyor.

8 Mart 2015’e kadar İstanbul’daki Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde ziyarete açık olacak sergide, küresel iklim değişikliği, enerji kaynaklarının kullanımı, düzensiz kentleşme, su kaynaklarının kullanımı ve kirlenmesinin yanı sıra doğal yaşam da işleniyor.

Dünyada omurgalı hayvan türlerinin sayısının son kırk yılda yüzde 52 oranında azalmış olması canlıların yaşam alanlarının insan işgali ile daralması gibi konular üzerinde de duran ‘Doğa Seni Çağırıyor’ sergisinde aralarında Ayşe Tanay Ülgen, Tomur Atagök ve Ergin İnan’ın da bulunduğu 52 sanatçının çalışmaları yer alıyor.

Sergide eseri bulunan sanatçılar:

Ahmet Nerey, Ahmet Umur Deniz, Akın Ekinci, Aslı Altınışık, Aslı Özok, Aydın Ayan, Ayşe Tanay Ülgen, Ayşenur Köksal, Bedri Baykam, Burçin Erdi, Çetin Pireci, Deniz Gökduman, Deniz Uluğ, Devrim Erbil, Eda Çığırlı, Ekrem Kahraman, Emel Yurdakul, Ergin İnan, Eylül Köksümer, Fatma Mollaoğlu, Fevzi Karakoç, Gizem Enuysal, Hakan Kalay, Hayri Ağan, Hülya Küpçüoğlu, Hülya Sözer, Hüsnü Koldaş, Işıl Güleçyüz, İrfan Okan, Joel Menemşe, Kemal İskender, Leyla Küçük, Mahir Güven, Mahmut Aydın, Mehmet Özenbaş, Murat Mizrahi, Muzaffer Akyol, Nedret Sekban, Pınar Yeşilada, Resul Aytemür, Serap İskender, Suat Akdemir, Süleyman Erdal, Şifa Girinci, Tan Taşpolatoğlu, Tomur Atagök, Vasıf Pehlivanoğlu, Veysel Günay, Yağmur Yılan, Yasemin Kuşi, Yıldız Doyran, Zahit Büyükişleyen.

orhan-pamukAydın Doğan Vakfı’nın kurucusu adına 1996 yılından bu yana düzenlediği Aydın Doğan Ödülü’nün, Vakıf Yönetim Kurulu 2015 yılında “Roman” dalında verilmesine karar verdi.

Doğan Hızlan Başkanlığında, Prof. Dr. İnci Enginün, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Handan İnci, Prof. Dr. Turan Karataş, Prof. Dr. Jale Parla, Ömer Türkeş ve Metin Celal Zeynioğlu’dan oluşan Seçici Kurul 6 Şubat 2015 Cuma günü, yaptığı toplantıda; Eserleri ile Türk edebiyatına romanın farklı türlerini getirdiği ve bu farklı türlerle kendisini izleyen genç romancılara yeni uygulama ufukları açtığı; burası ve ötesi, dünyevi ve uhrevi, Doğu ve Batı kutuplarını ustalıkla bir araya getirdiği; Türk romanını dünyada temsil eden ustalarımız arasında yer aldığından 2015 Aydın Doğan Ödülü’nün “Roman” dalında Orhan Pamuk’a verilmesine oy birliği ile karar verdi.

TÜRK İNSANININ KÜLTÜR VE YAŞAM KALİTESİNİ YÜKSELTMEK AMACIYLA VERİLİYOR

Aydın Doğan Ödülü, ülkemizde kültür, sanat, edebiyat ve bilim eserlerini yaratıcılarının kişiliğinde, çeşitli dallar için verilen uğraşları, özveriyi, kaliteyi ve mükemmelliğinin yanı sıra emek verenlerin çalışma ve birikimleri ile ulusal ve uluslararası platformda övgü kazananları, mesleklerine başladıkları günden bugüne kadar gösterdikleri başarılar doğrultusunda ödüllendirerek, Türk insanının kültürünü ve yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla verilmektedir.

ORHAN PAMUK

Orhan Pamuk 1952’de İstanbul’da doğdu. Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap romanlarında anlattığına benzer kalabalık bir ailede, Nişantaşı’nda büyüdü. Otobiyografik kitabı İstanbul’da anlattığı gibi çocukluğundan yirmi iki yaşına kadar yoğun bir şekilde resim yaparak ve ileride ressam olacağını düşleyerek yaşadı. Liseyi İstanbul’daki Amerikan lisesi Robert Kolej’de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üç yıl mimarlık okuduktan sonra, mimar ve ressam olmayacağına karar verip okulu bıraktı ve İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okudu. Pamuk, yirmi üç yaşından sonra romancı olmaya karar vererek başka her şeyi bıraktı ve kendini evine kapatıp yazmaya başladı. İlk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları” 1982’de yayımlandı ve Orhan Kemal Roman Armağanı’nı ve Milliyet Roman Ödülü’nü aldı. Pamuk ertesi yıl “Sessiz Ev” adlı romanını yayımladı ve bu kitabın Fransızca çevirisiyle 1991’de Prix de la Découverte Européenne’i kazandı. Venedikli bir köle ile bir Osmanlı âlimi arasındaki gerilimi ve dostluğu anlatan romanı Beyaz Kale (1985), pek çok dile çevrilerek Pamuk’a uluslararası ününü sağlayan ilk romanı oldu. Aynı yıl karısıyla Amerika’ya gitti ve 1985-88 arasında New York’ta Columbia Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. İstanbul’un sokaklarını, geçmişini, kimyasını ve dokusunu, kayıp karısını arayan bir avukat aracılığıyla anlatan “Kara Kitap”ı 1990’da yayımladı. Fransızca çevirisiyle France Culture Ödülü’nü kazanan bu roman, geçmişten ve bugünden aynı heyecanla söz edebilen bir yazar olarak Pamuk’un ününü hem Türkiye’de hem de yurtdışında genişletti. 1991’de, Pamuk’un Rüya adını verdiği bir kızı oldu.

1994’te, esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli bir genci hikâye ettiği “Yeni Hayat” adlı şiirsel romanı yayımlandı. Osmanlı ve İran nakkaşlarını, Batı dışındaki dünyanın görme ve resmetme biçimlerini bir aşk ve aile romanının entrikasıyla hikâye ettiği “Benim Adım Kırmızı” adlı romanı 1998’de yayımlandı. Bu kitapla Fransa’da Prix du Meilleur livre étranger (2002), İtalya’da Grinzane Cavour (2002) ve İrlanda’da International Impac-Dublin (2003) ödüllerini kazandı. 1990’ların ortasından itibaren Pamuk, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konularında yazdığı makalelerle Türkiye devletine karşı eleştirel bir tavır takındı. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli gazete ve dergilere yazdığı edebi, kültürel makalelerden oluşturduğu geniş bir seçmeyi 1999 yılında “Öteki Renkler” adıyla yayımladı. “İlk ve son siyasi romanım” dediği “Kar” adlı kitabını 2002’de yayımladı. Kars şehrinde, siyasal İslamcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikâye eden bu kitap, New York Times Book Review tarafından 2004 yılının en iyi 10 kitabından biri seçildi. Pamuk’un 2003 yılında yayımladığı “İstanbul”, yazarın hem yirmi iki yaşına kadar olan hatıralarını aktardığı bir hatıra kitabı, hem de kendi kişisel albümüyle, Batılı ressamların ve yerli fotoğrafçıların eserleriyle zenginleştirilmiş, İstanbul üzerine bir denemedir. Kitapları 62 dile çevrilmiş, bütün dünyada on iki milyon satmış olan Pamuk, pek çok üniversiteden şeref doktorası aldı. Alman Kitapçılar Birliği tarafından 1950 yılından beri verilmekte olan, Almanya’nın kültür alanındaki en seçkin ödülü olarak kabul edilen Barış Ödülü, 2005’te Orhan Pamuk’a verildi. Ayrıca “Kar” Fransa’da her yıl en iyi yabancı romana verilen Le Prix Médicis étranger ödülünü aldı. Aynı yıl Prospect dergisi tarafından dünyanın 100 entelektüeli arasında gösterildi ve 2006 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri seçildi. American Academy of Arts and Letters’ın ve Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin şeref üyesi olan Pamuk, senede bir dönem Columbia Üniversitesi’nde ders veriyor.

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ KAZANAN İLK TÜRK

Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alarak bu ödülü kazanan ilk Türk oldu. Pamuk 2008’de aşk, evlilik, dostluk, mutluluk gibi konuları bireysel ve toplumsal boyutlarıyla işlediği “Masumiyet Müzesi” adlı romanını; 2010 yılında ise çocukluğundan başlayarak hayatını ve edebiyatla ilişkisini eksen alan yazı ve röportajlarından oluşan “Manzaradan Parçalar”ı yayımladı. Pamuk, 2009’da Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton derslerini 2011 yılında Saf ve Düşünceli Romancı adıyla kitaplaştırdı. 2012’de İstanbul’da Masumiyet Müzesi’ni açtı ve müzenin kataloğu “Şeylerin Masumiyeti”ni yayımladı. Aynı yıl Avrupa kültürüne olağanüstü katkılarından dolayı Danimarka’da Sonning Ödülü’nü aldı. 2013’te ise kitaplarından seçtiği en güzel parçalardan oluşan “Ben Bir Ağacım” ı yayımladı. Masumiyet Müzesi, Avrupa Müzeler Forumu tarafından 2014 yılında Avrupa’nın en iyi müzesi seçildi.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE AYDIN DOĞAN ÖDÜLLERİ

1) 1997 Aydın Doğan Ödülü: Roman Adalet Ağaoğlu
2) 1998 Aydın Doğan Ödülü: Soysal ve Beşeri Bilimler Prof. Dr. Doğan Kuban ve Prof. Dr. Emre Kongar
3) 1999 Aydın Doğan Ödülü: Görsel Sanatlar Ara Güler
4) 2000 Aydın Doğan Ödülü: Şiir Melih Cevdet Anday
5) 2001 Aydın Doğan Ödülü: Tarih İlber Ortaylı
6) 2002 Aydın Doğan Ödülü: Klasik Batı Müziği Ankara Devlet Konservatuarı
7) 2003 Aydın Doğan Ödülü: Arkeoloji Ord. Prof. Dr. Sedat Alp ve Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu
Hizmet Ödülü: Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü ve Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araşt. Enstitüsü
8) 2004 Aydın Doğan Ödülü: Türk Halk Müziği Yücel Paşmakçı
Hizmet Ödülü: İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ile Folklor Kurumu
9) 2005 Aydın Doğan Ödülü: Kent Mimarisi, Kent Dokusu İzmir Konak Meydanı Düzenlemesi ve Kastamonu Tarihi Kent Dokusu İyileştirme Projeleri
10) 2006 Aydın Doğan Ödülü: Resim Adnan Varınca
11) 2007 Aydın Doğan Ödülü: Moda Tasarımı Özlem Süer ve Ümit Ünal
12) 2008 Aydın Doğan Ödülü: Heykel Seyhun Topuz
13) 2009 Aydın Doğan Ödülü: Tiyatro Genco Erkal
14) 2010 Aydın Doğan Ödülü: Sinema Nuri Bilge Ceylan
15) 2011 Aydın Doğan Ödülü: Türk Halk Müziği Mehmet Özbek
Hizmet Ödülü: Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı
16) 2012 Aydın Doğan Ödülü: Öykü Selim İleri
17) 2013 Aydın Doğan Ödülü: Türk Müziği Prof. Dr. Nevzat Atlığ Türk Musikisi Vakfı
18) 2014 Aydın Doğan Ödülü: Fotoğraf Ozan Sağdıç
Hizmet Ödülü: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü

yerebatan-sarniciYapımı asırlar öncesine dayanan İstanbul’daki sarnıçlara, yerli ve yabancı turistler büyük ilgi gösteriyor.

Binlerce yıllık tarihe sahip eserlerin bulunduğu İstanbul’da, Yerebatan, Binbirdirek, Nakkaş ve Nuruosmaniye gibi çok sayıda tarihi sarnıç da önemli kültürel miras arasında yer alıyor.

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili, İstanbul’un sarnıçları ve bu sarnıçların gelecek nesillere aktarımında yapılması gerekenler hakkında değerlendirmede bulundu.

Tarihte suyun çok stratejik unsur olduğunu dile getiren Bilgili, bu nedenle insanların suyu biriktirmek için çeşitli fikirler geliştirdiklerini söyledi.

Bunlardan birisinin sarnıçlar olduğunu ifade eden Bilgili, şu bilgileri verdi:

“Bugün suyu depolamak için başka teknolojiler kullanmamız gerekiyor. Ama sarnıçlar çok büyük kültürel miras. Bizim için öncelikli olan bunların korunmasıdır. Bu sarnıçlara tekrar su doldurup aynı fonksiyonu veremeyeceğimize göre başka fonksiyonlar düşünmemiz gerekir. Biz şunu da biliyoruz ki, kültürel miras restorasyonla beraber yaşıyor. Ama restorasyonla beraber fonksiyon veremediğiniz zaman yine yaşamıyor. Eskisinden daha da kötü olabiliyor. Dolayısıyla bu tarihi sarnıçların yaşaması için mutlaka bir fonksiyon vermemiz gerekiyor.”

“Koruma-kullanma” dengesi

Bilgili, sarnıçların gelecek nesillere aktarımında dikkat edilecek en önemli noktanın koruma ve kullanma dengesi olduğunu vurguladı.

Kullanmadan korumanın pek mümkün olmadığına dikkati çeken Bilgili, “Dolayısıyla koruma-kullanma dengesini iyi hesap ederek fonksiyonlar vermemiz gerekiyor. Bu sarnıcın yeri ve yapısına göre fonksiyonlar değişebilir. Turizm amaçlı kullanılabilir, müze yapılabilir, sarnıcın kendisi sergilenebilir, etkinlik alanı olabilir. Ama verdiğimiz fonksiyon ne olursa olsun mutlaka o sarnıcı, koruma kurallarına riayet ederek kullanmalıyız. Koruma-kullanma dengesine dikkat ettiğimiz takdirde bu yapılara bir şey olmaz” ifadelerini kullandı.

Bilgili, ticari kaygıların ön plana çıkmaması gerektiğini ifade ederek, “İstanbul’da çok sayıda sarnıç var. Yeni kazılarda ortaya çıkan sarnıçlar var. Çünkü sarnıç evde, küçük sarayda da kullanılabilen yapılardır. Asıl olan sarnıçların gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak” diye konuştu.

Turist ilgisi

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili, turistlerin sarnıçlara ilgisine değinerek, şöyle devam etti:

“Turistler buraları görmek istiyor. Bugün Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya Müzesi’nin yarısı kadar ziyaretçi alıyor. Yerebatan Sarnıcı’nı 2014’te 2 milyon 120 bin 862 kişi ziyaret etmiş. Bu demek ki sarnıçlara büyük ilgi var. Onun için bunları daha çok kültür, turizm amaçlı kullanmalıyız. Tabii ki farklı etkinliklerle de değerlendirilebilir ama asıl amacını hiçbir zaman unutmamalı ona göre hareket etmeliyiz.”

Bilgili, İstanbul’daki sarnıçların daha çok Bizans döneminde inşa edildiğinin altını çizerek, Osmanlı ile birlikte su kültürünün çeşmelerle sürdürüldüğünü dile getirdi.

İstanbul’da Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçları en çok bilinen sarnıçlar arasında bulunurken, Aetios, Bizans, Bodrum Camisi, Cağaloğlu, Çukurbostan, Nakkaş, Nuruosmaniye, Şerefiye, Seferikoz, Myraleion, Üsküdar Mevlevihanesi, Yeşilköy, Şeyh Vefa Külliyesi sarnıçları yer alıyor.

Kaynak: TRT

William Shakespeare’in ölümsüz aşk öyküsü ‘Romeo ve Juliet’, 21 Şubat’ta İstanbul’da sahnelenecek. Gösteri için 13 tır dolusu dekor, kostüm ve teknik donanım İstanbul’a getirilecek.

William Shakespeare Romeo ve Juliet

Gösteri ve sahne sanatları örneklerinin sınırlarını zorlayan bir proje olarak gösterilen ‘Romeo ve Juliet’ Şubat ayında İstanbul’a geliyor. 45 oyuncunun rol aldığı ve büyük bir teknik ekiple İstanbul’da sahne almaya hazırlanan ‘Romeo ve Juliet’ ekibi oyuncuların yanı sıra 40 teknisyen, 6 kişilik iletişim ekibi, 15 kişilik yapım sorumlusundan oluşuyor.

Bugüne dek sayısız kez bale, film, müzikal ve opera olarak sahnelenen William Shakespeare’in ölümsüz eseri, 3 boyutlu dijital sahne tasarımıyla ve orijinal dilinde sahnelenecek. Temsil sırasında 23 sahne değişimi ve 270’ten fazla kostümün kullanıldığı oyun için 13 tır dolusu dekor, kostüm ve teknik donanım İstanbul’a getiriliyor. Yönetmenliğini Giuliano Peparini’nin üstlendiği, besteleri Gerard Presgurvic, şarkı sözleri ise Vincenzo Incenzo’e ait oyun, 1 Mart’a kadar Zorlu PSM’de izlenebilecek.

Romeo e Giulietta

Etkinlik Hakkında

Shakespeare’in 420 yıl önceki hayali,
bugünün hayal gücüyle İstanbul’da…

Sonsuz aşkın müzikle dansı
Romeo & Giulietta

Cesur bir prodüktör, çılgın bir yönetmen ve 45 eşsiz oyuncu, dansçı ve akrobat; Shakespeare’in o günlerde hayal bile edemeyeceği 3 boyutlu dijital bir sahnede bu unutulmaz hikayeye yeniden hayat veriyor.

İtalya’da 8 ay gibi kısa bir sürede 400.000 kişiyi büyüleyen Romeo e Giulietta, Ama e Cambia il Mondo 270’ten fazla benzersiz kostüm, 23 sahne değişimi ve üstün teknolojik alt yapısıyla İstanbullu sanatseverlere bugüne kadar yaşamadıkları bir deneyim yaşatmak için geliyor.

İtalya’da gelmiş geçmiş en görkemli gösteri olarak adlandırılan bu muhteşem show 21 Şubat’ta Zorlu Center PSM’de perdelerini açıyor.

Aşkla değişir dünya

Verona’nın iki soylu ailesi, Montegue ve Capuleti’lerin ölümcül nefretleri iki gencin ilk görüşte başlayan ve kaderlerini mühürleyecek olan aşkına engel olamaz. Aşıkların trajik intiharıyla ölüm aşkı ebediyete yüceltirken, düşman aileleri vicdan azabıyla tüketir.

Shakespeare’in eserinde aşk, insani bir tecrübeden tüm evreni içine alacak evrensel bir boyuta taşınıyor. Shakespeare karanlığın ve ışığın üzerinde duruyor.

Romeo e Giulietta, Ama e Cambia il Mondo’da müzik, hikayeyi yeniden yaratıyor. Her özgün yorumunda olduğu gibi klasik eserin özüne hem saygı duyuyor hem ihanet ediyor.

Çatışmaları aydınlatan, tutkuları gizleyen ışık bu özgün yorumda bize müzikle dönüyor ve kötülüğün renklerini güçle doldururken, iyiliğin çerçevesini yumuşak tonlarla çiziyor.

Müzikler ve ritim kimi zaman deliliği, kimi zaman ahlakın terk edilişini simgeliyor. Aşk resmedilirken ise bunun aksine iki aşığın tutkusunun, sonsuz bekleyişinin ve çektikleri işkencenin altını çiziyor.

Vincenzo Incenzo

Yazar William Shakespeare,
Yapımcı David Zard,
Müzik Gérard Presgurvic,
Italyanca Uyarlama Vincenzo Incenzo,
Yönetmen Giuliano Peparini

Rivayete göre; kötü ve mutsuz geçirdiği çocukluk dönemi, yalnızlığı, sağlık problemleri -özellikle sağır oluşu- Beethoven’ı hayata küstürmüştür. İntihara karar verir ve hatta vasiyetini bile hazırlar. Ancak görme engelli küçük bir kız, Beethoven’a yaşama bakışını tamamen değiştirecektir. Gözleri görmeyen genç kızın ayışığını hiç görememiş ve göremeyecek olması Bethooven’ı fazlasıyla derinden etkiler. Ve yaşama yeniden bağlanmasına en büyük sebep olur.

Ludwing van Beethoven1

Bir gün Beethoven, bir arkadaşı ile birlikte Viyana sokaklarında dolaşmaya çıkmıştır. Tam o esnada bir apartmandan piyano sesi geldiğini duyar ve kafasını kaldırıp bakar. Apartmanın ikinci katındaki cam açıktır ve Beethoven’ı büyüleyen ses oradan gelmektedir. Arkadaşına, çalan kişinin muhteşem çaldığını ve onu görmesi gerektiğini söyler.

Birlikte ikinci kata çıkıp kapıyı çalarlar. Kapıyı açan kadın, Beethoven’ı hemen tanır ve şok olur. Beethoven, piyano sesine geldiğini, çalan kişiyi çok merak ettiğini ve muhakkak görmek istediğini söyler. Kadın, piyanoyu çalanın kızı olduğunu ve tanışmaktan mutlu olacağını belirterek Beethoven ve arkadaşını içeri alır. Beethoven, piyano çalan kızın olduğu odaya girer. Annesi kıza, Beethoven’ın geldiğini söyler ve küçük kız çok heyecanlanır, hemen ayağa kalkar, fakat kız görme engellidir. Bunu gören Beethoven ise, “Lütfen benden bir şey isteyin.” der, maddi bir şey isteyeceklerini düşünerek. Kızın cevabı şu olur; “Ben hiç ayışığı görmedim, bana ayışığını anlatır mısınız?” Bu durumdan etkilenen Beethoven, bunun üzerine piyanonun başına geçer ve Ayışığı Sonatı’nı(Moonlight Sonata), doğaçlama olarak besteler.

“Bu hikaye tamamen rivayettir. Gerçek olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir.”

 

Kaynak : onedio.com

Bilecik Belediyesi’nce bu yıl dokuzuncusu düzenlenen Ulusal Bilecik Tiyatro Festivali “Annemin Şoförü” adlı oyunla sona erdi.

bilecik-tiyatro-festivali

Belediye Şeyh Edebali Kültür ve Kongre Merkezi’nde 17 Kasım’da başlayan ve 14 gün süren festivalin son oyunu “Annemin Şoförü”nü Hakan Altıner’i yönetti. Suna Keskin, Atila Pekdemir, Selda Özbek ve Damla Cercişoğlu’nun oyunculuğunu üstlendiği oyunda birbirini çok seven ama bir o kadar da “dediğim dedik” dört kişinin öyküsü anlatıldı.

Oyun sonunda oyunculara ödüllerini veren Belediye Başkanı Selim Yağcı, festivalin 10. yılını uluslararası düzeyde olabilecek şekilde kutlayacaklarını ifade etti:

“Bu yolculuğa çıktığımız 2004 yılında bir taraftan mahallelerimizdeki altyapı eksikliklerini giderirken diğer taraftan da sanat anlamında bir eserin temellerini attık. O gün başlamasaydık bugün sanatsal anlamda ihtiyaç olan bu noktaya çıkmamız mümkün değildi. 2004 yılında başlattığımız yolculukta bir hedefi ortaya koymuştuk. O gün, ‘Festivalin 10’uncusuna geldiğimizde uluslararası düzeyde kutlayacağız’ dedik. Bunu yapacağız. Açılışı ve kapanışıyla, Türkiye gündeminde Bilecik daha fazla yer tutacak. Bilecik’in tanıtımı noktasında yapılan etkinlikler son derece önemli.’

Etkinlikte, hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Nejat Uygur’un oğulları Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler, torunu Mana Uygur ile Wilma Elles, Cengiz Küçükayvaz, Ercüment Balakoğlu, Serpil Tamur, Özge Özder, Berke Üzrek, Onur Yaprakçı, Şahin Sekman, Barbaros Uzunöner, Merve Servi,  Berke Hürcan, Can Törtop, Songül Öden, Levent Ülgen, Atila Pekdemir ve Suna Keskin’in de aralarında bulunduğu yaklaşık 100 sanatçı sahne aldı. Necla Uygur, Serpil Tamur, Hakan Altıner ve Yalçın Menteş’e ‘Kristal çınar onur’ ödüllerinin verildiği festivalde, aralarında ‘Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye öğüdü’, ‘Dünyanın sonu.net’, ‘Haydi hayırlısı’, ‘Şenlik çıkmazı’, ‘Müziksiz evin konukları’, ‘Tuzak’, ‘Hz. Ömer, adalet mülkün temelidir’in bulunduğu birçok oyun sahnelendi.

Kaynak: Al Jazeera

neşe-aksoySinema sanatçısı Neşe Aksoy, Türk sinemasının tarihini tablolara yansıttı. 33. uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ile eşzamanlı açılan sergide, 11 tablo yer alıyor.

TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde açılan sergide, Aksoy’un 11 tablosu sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçının resimleri, bu yılki teması “Sinemamızın 100 Yılı” olarak belirlenen fuarın “Türk Sineması” için ayrılan bölümünde sergileniyor. Türk sinemasının yüzüncü yıl kutlamaları çerçevesinde, Türk sinemasındaki önemli olayları ve filmleri tuvale aktaran sanatçının eserleri arasında, Sultan II. Abdülhamid için Yıldız Sarayı’ndaki ilk film gösterimi, ilk sinema salonu Pathe’nin açılışı, ilk renkli Türk filmi “Halıcı Kız” ve uluslararası ödül alan ilk film olan “Susuz Yaz”ın işlendiği tablolar yer alıyor.

Aksoy, sergiyi Türk sinemasının yüzüncü yılı etkinlikleri için hazırladığını belirterek, “Oyunculuğumun yanı sıra tablolarımla da sinemaya bir katkım olsun istedim. Sinema ve resim sanatını bir arada sunacağım sergi için 3 yıl önce çalışmalara başladım. Çok yorucu ve uzun bir süreçti. Çok araştırma yaptım ve tablolarıma aktaracağım konuları titizlikle seçtim” ifadelerini kullandı.

Araştırmaları sırasında Türk sinema tarihinin ilkleri ile ilginç olaylarla da karşılaştığını kaydeden Aksoy, Türk sinema tarihinin başlangıcının 1914’te çekilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” olarak kabul edildiğini hatırlatarak, şunları kaydetti:

Manaki kardeşlerin çektiği filmlerden ‘Büyükanne Despina’nın tablosunu yaptım. Bu filmi bazı sinemacı ve tarihçilerimiz Türk sinemasının başlangıcı olarak görüyorlar. Diğer bir tablo ise Yıldız Sarayı’nda II. Abdülhamid için yapılan film gösterimi. Bunu tabloma aktarmak için Yıldız Sarayı Tiyatro Salonu’na girip salonun ayrıntıları fotoğrafladım. Yaptığım araştırmalarda Sedat Simavi’nin 20 yaşında, ‘Pençe ve Casus’ filmlerinin senaryolarını yapıp, filmleri yönettiğini öğrendim. Çekimine Weinberg’in başladığı fakat 1. Dünya Savaşı nedeniyle yarım kalan ve sonrasında Fuat Uzkınay tarafından tamamlanan ‘Himmet Ağa’nın İzdivacı’ filmini resmettim. ‘Mürebbiye’ ile ilk sansürü, ‘Halıcı Kız’ ile ilk renkli filmi ve ‘Susuz Yaz’ ile ilk uluslararası ödülü tablolarıma taşıdım. 11 tablo böyle oluştu. Benim için önemli olan tablolarım ile ailem olan Türk sinemasına bir selam göndermektir.’

Sergideki tabloların satışından elde edilecek gelir, Filmsan Vakfı tarafından Türk sinemasına emeği geçen sanatçılar için kullanılacak. Sergi, 16 Kasım’a kadar fuar alanında ziyaret edilebilecek.

Kaynak: Al Jazeera

ABDli yazar John Steinbeck’in, 70 yıl önce yazdığı bir hikâye ortaya çıktı.

john-ve-elaine-steinbeck

Tarih1944, yazar, yönetmen, film ve radyo yapımcısı Orson Welles, BBC Radyo’daki programlarından birinde, John Steinbeck’in Welles’in yayını için kaleme aldığı With Your Wings adlı hikâyeyi, dinleyenlere okur. Öykü, II. Dünya Savaşı sırasında savaş pilotluğu yapan siyahi bir adamın hayatını anlatmaktadır. Yayının hemen ardından kaybolduğu düşünülen hikâye, Steinbeck uzmanları olarak nam salan Susan Shilinglaw ve James Dougarian tarafından bile neredeyse hatırlanmıyor. Usta yazarın eserlerinin ilk baskılarını satan antikacı Dougarian, “Açıkçası, Steinbeck’le ilgili her türlü materyalin basıldığı düşünülür. With Your Wings için hafızamı zorlasam da, ne yazık ki, hatrımda kalan hiçbir şey yok.” diyor.

ARŞİVLERDE TESADÜFEN BULUNDU

john-steinbackTeksas Üniversitesi arşivlerinde, büyük yazarların daha önce hiç basılmamış eserlerini ortaya çıkaran ve yayımlayan The Strand dergisi baş editörü Andrew F. Gulli tarafından tesadüfen ortaya çıkan kayıp hikâye, derginin bir sonraki sayısında basılarak edebiyatseverlerle buluşacak. 1968’de hayata veda eden Steinbeck, romanlarında sık sık sosyal adaletsizlik konularını işleyen ve siyahi karakterlere eserlerinde nadir yer veren bir yazar olma özelliğini taşıyor. Gulli, “Steinbeck, tam bir idealistti. Amerika’yı bir fırsatlar ülkesi olarak gören fakat diğer yandan bu ülkede yaşanan eşitsizliklere asla kayıtsız kalmayan bir yapıya sahipti” derken, With Your Wings’in bu bağlamda, savaş boyunca Afrikalı Amerikalıların, ülkeyi düşmanlara karşı nasıl koruduğunu anlatan hikâyesinin çok çapıcı olduğunu da sözlerine ekledi.

BİR ÜSTEĞMEN’NİN EVE DÖNÜŞÜ

With Your Wings, üsteğmen William Thatcher’ın gümüş apoletlerle onurlandırılarak, ordudaki eğitimini tamamladıktan sonra, Ford marka arabasına atlayıp, evine dönmesiyle başlar. Şehir merkezine giriş yapan araba, Thatcher halk tarafından alkışlarla adeta kahraman ya da bir dünya starıymış gibi karşılandığı sanılır. Steinbeck o anları şöyle anlatır; Thatcher, seyir halindeki arabasından, halkın yavaş yavaş hareketlenerek, kendi çevresinde bir halka oluşturduğunu görmeye başlar. İnsanlar sanki önyargılarıyla birlikte William’ı sarmaya geliyorlardır.” Çok geçmeden, hikâyede, orduda yapılan ırkçılık anlatılmaya başlar. Steinbeck, “Beresini çıkararak avuçlarının içinde tutar, karşısında onu seyreden babası dudaklarını ıslatarak ona şöyle dedi, ‘Evlat, bu dünyadaki her siyahi adam, senin omzundaki kanatlarla uçacaktır’

 46. SİYAD Ödülleri, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen törenle sahiplerini buldu.

46-siyad-filmCemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen ödül töreninde konuşan SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Onursal Başkanı Atilla Dorsay, Türkiye’nin zor bir dönem geçirdiğini belirterek, “Böyle zamanlarda, bu gece ve benzeri sanatsal etkinlikler, biraz fantezi görünebilir. Ancak ben, bu gibi dönemlerde sanatın birleştirici, iyileştirici, insan ruhunu yüceltici gücünün, herkese bireysel ve toplumsal düzeyde iyi geleceğine ve bizleri daha iyi, daha sağlıklı düşünmeye teşvik edeceğine inanıyorum” diye konuştu.

Dorsay, konuşmasının ardından, meslekte 50. yılını kutlayan sinema yazarı Sungu Çapan’a “SİYAD Özel Ödülü”nü verdi. Atilla Dorsay, 1981 yılında oynadığı “Düşman” filmi ile ödüle layık görülen Aytaç Arman’a da “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü takdim etti.

Törende, Erdem Tepegöz’ün yönettiği “Zerre” “En İyi Film Ödülü”nü alırken, Reha Erdem “Jin” ile “En İyi Yönetim Ödülü”nün, Jale Arıkan “Zerre” ile “Cahide Sonku En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nün, Kıvanç Tatlıtuğise “Kelebeğin Rüyası” ile “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nün sahibi oldu.

“En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”, “Kelebeğin Rüyası” ile Farah Zeynep Abdullah’a, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü” ise “Yozgat Blues” filmindeki performansı ile Nadir Sarıbacak’a verildi.

“Ahmet Uluçay Umut Ödülü”ne “Küf” isimli filmi ile layık görülen Ali Aydın, ödülünü, uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in elinden aldı.

46-siyad-2014Erol Ağakay’a “Emek Ödülü”, Serra Yılmaz, Macit Koper ve Ali Özgentürk’e ise “Onur Ödülü” verilen törende, ödül alan diğer isimler ve yapımlar şu şekilde:

“En İyi Kurgu Ödülü”: Mesut Ulutaş (Zerre)

“En İyi Müzik Ödülü”: Rahman Altın (Kelebeğin Rüyası)

“En İyi Görüntü Yönetimi”: Gökhan Tiryaki (Kelebeğin Rüyası)

“En İyi Sanat Yönetimi”: Hakan Yarkın (Kelebeğin Rüyası)

“En İyi Yabancı Film”: “Mavi En Sıcak Renktir”

“En İyi Belgesel Film”: “Saroyan Ülkesi”

“En İyi Kısa Film Ödülü”: “Nerdesin?”

Törende, 2013 yılında hayatını kaybeden sanat dünyasının önde gelen isimleri ile ilgili sinevizyon gösterimi yapıldı, Karsu ile Sema Moritz de konser verdi.

Kaynaklar:

Onedio

Muhabir: Hilal Uştuk | AA