Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedide epik maddesindeki tanım şu şekildedir:
EPİK: sıf. (yun. Epos destan > epikos’tan; fr.épique) Destanla ilgili, destana özgü. Hindistan’ın en eski epik şiirinde şu söz vardır… (Peyami Safa)
Ed. Epik tür, bakınız destan
Leng. Eppik lehçe. Eşanl. Homedos dili
Nazım sanatı. Epik durak. BK.DURAK
Görüldüğü gibi Meydan Larousse, epik maddesini direk destan maddesine göndermektedir. Lakin bizim bu gün bahsetmek istediğimiz epik tiyatro, Bertolt Brecht ile sistemli hale getirilmiş epik tiyatro kuramıdır.
Bertolt Brecht, düşünceleri ile 20. asra damga vurmuştur. Hem şair hem yazar hem yönetmen hem kuramcı hem de düşünürdür. 1898 ila 1956 yılları arasında yaşamış ve II. Dünya Savaşı sonrası aşamada genç tiyatroculara ve yazarlara önemli bir kaynaktı. Bu bakımdan onun hakkında az da olsa bilgi sahibi olmadan onun sistemleştirdiği kurama bakamayız.
Bertolt Brecht’in Sanat Dünyası
Prof. Dr. Özdemir Nutku, Bertolt Brecht’i şu şekilde ifade eder: “ Maddeci felsefenin tiyatro anlayışını ilk kez belli bir yönteme ve yönelişe oturtan …”
1. Bertolt Brecht materyalist bir dünya görüşündedir ama bu dünya görüşünü kabul etmeden önce farklı aşamalardan geçen bir düşünce ve fikir dünyası mevcuttur. Bertolt Brecht’e göre insanlar yalnızca çevre yolu ile anlaşılabilir çünkü insanın kişiliğini değişen dış dünya koşulları oluşturur. Ama Bertolt Brecht ilk zamanlar anarşist ve nihilist idi. Bu zamanlarda “ dünya boş bir evrendi” onun gözünde. Yazdığı oyunlarda da bu konuya yakın konular işlerdi:
1928 , Üç Kuruşluk Opera : Dünya fakir insan kötüdür
1925, Adamlar Adamdır: Yaşayan en aşağılık varlık en zayıf yaratık insandır. (Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 627)
Sonraki oyunlarda da durum değişmedi. Sadece duruma göre işleyişi biraz daha farklı bir biçimde ele aldı:
1938, Seçuan’ın İyi İnsanı: “Ne biçim bir dünya ile karşılaştık, bayağılık, pislik. Dağlar, bayırlar bile tanınmaz olmuş. Güzelim ağaçların başlarını tellerle yok etmişler, dağların ardından koyu koyu dumanların yükseldiğini gördük, top seslerini dinledik. Bütün bunlar arasında paçasını kurtaran tek kişiye rastlamadık”
2. Bertolt Brecht için erdemlerin bir önemi yoktu; bu fikrini de ‘Cesaret Ana’ adlı oyununda şu şekilde işler:
1939, Cesaret Ana: “ …. Görüyorsun ya, iyi bir ülkede, iyi bir kral ya da generalin hiçbir erdeme ihtiyacı yoktur. İyi bir ülkede erdem gereksizdir; herkes olağan, orta zekalı ve korkak olsa ne çıkar?”
3. Bertolt Brecht’in fikir ve sanat dünyasında fakirler aşağılık ve zenginler acımasızdı. Zenginler, fakirleri ezen acımasız insanlardır ama bir fakir de bir olanak kazanıp zengin olursa o da kapitalist bir düzenin ürünü olacak ve o da fakirleri ezecektir.
4. Bertolt Brecht nedeni ne olursa olsun savaşa karşı idi ama elbette böyle bir dünya düzeninde savaş kaçınılmazdı. Ama yine böyle bir dünya düzeninde adalet beklemek gereksizdi. Bu yüzden de Bertolt Brecht her oyununa bir yargı sistemi kurdu.
5. Bertolt Brecht’e göre bu kötü dünya “ resmin ancak bir yüzü” idi. Oyunlarında pek bahsetmese de maddeci felsefe ile gelen bir de olumlu yanı söz konusu idi.
6. Bertolt Brecht Marksçı yapıdaydı ve bu yüzden de katı Alman rejimi tarafından pek sevilmedi. Her oyununda bir değişimden bahsederdi ve derdi ki “Dünyayı değiştirin çünkü değiştirmek gerekiyor” ama bu değişimi ne olduğundan pek fazla söz etmiyordu. Belli ki o, Marks anlayışındaki devlet yönetiminden çok Marks eleştiri tarzını alıyordu.
7. Bertolt Brecht, bir Alman olarak halk Almanca’sını çok iyi kullanıyordu. Bu bakımdan da oyunlarında süslü, sanatlı bir dili hiç tercih etmedi.
8. Bertolt Brecht’e göre şaşırmış bir toplumda kötü davranışlar iyi niyetle yapılabildiği gibi iyi davranışların da kötü sonuçları olabilir. Ona göre iyilik ve dostluk derin ve olumlu duygulardır ama yanlış bir düzende her zaman doğru değildir. Bu yüzden de onun oyunlarındaki toplumsal ve ahlaksal öğeler seçilmiş öğelerdir.
*(Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 627 – 636)
Epik Tiyatro
Tüm bu bilgilerden sonra Bertolt Brecht’in geliştirdiği epik tiyatro kuramına göz atalım. Bunu yaparken de soru – cevap yöntemini kullanarak konuyu daha derinden analiz edelim.
1. Tiyatroda üslup nedir?
Bir roman gibi tiyatronun da bir üslubu olmalıdır. Bu fikir Brecht’in Küçük Bilgi Aracı’nda net bir şekilde izah edilmiştir. Burada, eğer sanatın yaşamı yansıtma gibi bir amacı varsa bu amacı özel aynalarla yapmalı. Yine sanat ne olursa olsun gerçek dışı olmamalı ve seyirci tiyatro oyununu gerçek yaşamı ile kıyaslamalı. Buna rağmen tiyatroda üsluplaştırma öyle bir şekilde olmalıdır ki seyirci bunu hissetmemelidir.
2. Epik tiyatro kuramı neyi temel alır?
İfade biraz katı olsa bile epik tiyatro kuramı seyircinin kendisi ile hesaplaşmasını temel alır. Yani seyirci, sahneden sahnelenen oyunu eleştirmeli, bu oyundan yola çıkarak eleştirel sonuçlar çıkarmalıdır.
3. Epik tiyatroda amaç / erek nedir?
Öncelikli amacı toplum gerçeğini somut bir şekilde sahneye yansıtmaktır. Bu amacıyla birlikte gelen ikinci amaç ise seyredeni, gösterilen gerçekler üzerinde düşünmeye zorlamak. Peki seyirci bu konu hakkında neden düşünmeli? Çünkü yozlaşmış toplum yapısını ancak bu şekilde değiştirebilir.
4. Epik tiyatro bu amaca ulaşmak için neyi kullanır?
Seyircinin hissettiği duygular, onun bu yargı sürecine geçmesini sağlar.
5. Piscator kimdir? Epik kuramda rolü nedir?
1929 yılında Politik Tiyatro adında bir eser yayımladı Piscator ve bu eserinde epik tiyatronun bulucusu olarak kendini göstermiştir. Bu durum bir yere kadar doğrudur ama bu kuramı teknik yönden maddeci felsefe görüşü ile sınırlayan kişi Brecht’tir. Bu bakımdan kuramın kurucu olan B. Brecht kabul edilir.
6. Epik tiyatroda dram var mıdır?
Epik tiyatronun kuruluşunda temel bir öykü vardır ama ayrıntılarda dramatik ve trajik ögeler göze çarpar. Öykünün ana fikri komik gelse de oyunda dramatik ve trajik episodlar zihinde kalır.
Epik türünde ilişkiler, kişilerden üstündür. Oluşturulan dramın yani acı ve gülünç olayların nedeni toplumsal ilkelerdir. Kişisel duygular ise ancak toplumsal bakış sayesinde ortaya çıkar.
7. Dramatik tiyatro ile epik tiyatronun farkı nedir?
Bu konuyu daha net anlatabilmek için maddeler halinde farklarını verelim:
a. Dramatik Tiyatro
Eylemler gelişir ve seyirci sahne üzerindeki aksiyona katılır.
Etkinliği harcanıp tüketilir.
Seyircide bir takım duyguların uyanması sağlanır.
Seyirciye yaşamın bir kesiti sunulur.
Seyirci bir olay içine sokulur.
Aşılama yani telkin yolu ile çalışılır.
Seyircinin duyguları olduğu gibi kullanılır.
Seyirci olup bitenlerin ortasında, olup bitenlerle bir yaşantı birliği içine sokulur.
İnsan, bilinen bir değer olarak önceden kabul edilir.
İnsan hiç değişmez.
Seyircinin merakı son üzerine toplanır.
Her sahne bir ötekisi için vardır: organik büyüme,
Olaylar düz bir çizgi üzerinde gelişir
Olayların gelişimi evrimsel bir zorunluluk taşır.
İnsan belirli bir niceliktir: dünya olduğu gibi yorumlanır yani statiktir.
Düşünce var oluşu yönetir.
Ön düzeyde duygudur.
İdealar ve ideoloji estetik varoluşun temelidir: Felsefî idealizm
En yüksek ülkü : Sonsuzluk ( Nirvana) ; soylu bir yolda ölebilmek
İdeal Seyirci: yakından tanımadığı şeylere tanıdıkmış gibi bakan kimse çünkü sonsuzluk ilkesine yüzeydeki görünüşleri ile kabul eder.
b. Epik Tiyatro
Anlatıma başvurulur ve seyirci bir gözlemci durumunda bırakılır ama etkinliği uyanık duruma getirilir.
Seyirci olup bitenlerin karşısında, olup bitenleri inceler durumda tutulur; insan değişkenliği içinde inceleme konusu yapılır.
İnsan değişir ve değiştirir.
Seyircinin merakı oyunun gelişimi üzerinde toplanır.
Her sahne kendi için vardır: montaj tekniği
Olaylar sapmalar ve örnekler ile gelişir.
Olayların gelişi atlamalıdır.
İnsan oluşum durumundadır: Dünya olasılığı içinde yorumlanır yani dinamiktir.
Toplumsal varoluş düşünceyi yönetir.
Ön düzeyde akıldır.
Tarihsel gerçek, estetik varoluşun temelidir: Felsefî materyalizm
En yüksek ülkü : Özgürlük yani sınıfsız toplum; yararlı bir yolda yaşamak
İdeal Seyirci: Bütün tanıdık şeylere tanımazmış gibi bakan kimse, çünkü insan gelişiminin her evresindeki fark edilmemiş potansiyelleri anlamak ister. **
** Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 640
EPİK TİYATRO VE YABANCILAŞTIRMA
İnsanî ve toplumsal değerlerin yitirilmesi modern toplumlar için yabancılaşmadır. Brecht ise insanî anlamları bulmak için yabancılaşma olgusundan faydalanır. Brecht’in benimsediği dünya görüşünde insan bilinen ve çözülmüş bir kavram değil incelenmesi gereken bir kavramdır. Şöyle ki:
Epik tiyatroda amaç seyircinin oyuna, eleştirel bir gözle bakmasını sağlamaktı, böylelikle kendi hayatı ile ilgili bir öz eleştiri yapacaktır. Eleştirinin en önemli özelliği nedir? Nesnel olması. O halde seyirci oyunu nesnel bir bakış açısı ile incelemelidir. Bu bakımdan da Brecht, seyircinin olaya kuş bakışı bakmasını ve nesnel bir eleştiri sağlaması için onu oyuna yabancılaştırır. Böylece oyunu nesnel bir şekilde eleştirmek onun için daha kolay olacaktır. Olayı nesnel bir gözle izleyen seyirci tarafsız olacak ve en acımasız eleştiriyi yapacak duygu yoğunluğuna gelecektir. Bu bakımdan da Bretch, yabancılaşma yöntemini epik tiyatronun temel ögeleri arasına koyar.
Kuramcıya göre seyirci oyuna şu yöntemlerle yabancılaştırılır:
Seyirci bir gözlemcidir.
Oyuncu seyirciye bunun bir oyun olduğunu sık sık hatırlatır.
Oyuncu, canlandırdığı karakterin duygularını canlandırmaz, o karakterin eğilimlerini gösterir.
Dekorda bütünlük yoktur. Dekor parça parçadır.
Son söz: Yazımızı bize göre epik tiyatronun en net ve kısa açıklaması olan şu cümle ile kapatıyoruz: “Önemli olan seyirciye karar vermesini öğretmektir. “ B. Bretch
Zeki Demirkubuz’un 10. filmi ‘Bulantı’, insan ruhunun kötülükle yakın teması, yaşananlar karşısındaki kayıtsızlığı, soğukkanlı görünme hali, öte yanda içini yavaş yavaş kemiren vicdan olgusu etrafında şekilleniyor. Bir burjuva aydınını canlandıran Demirkubuz, ‘Bekleme Odası’ndaki performansının üzerine çıkıyor.
Deneyimli yönetmen son çalışması ‘Bulantı’yla bir kez daha aynı sulara dönüyor gibi. Gibi diyoruz, çünkü bu kez filminin ana karakteri bir yönetmen değil, klasik bir küçük burjuva aydını. Ahlakı ve hayatı bakışı da ait olduğu sınıfın değerleri ve ilişkileriyle örülü…
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; bir eğitim kurumunda eğitmenlik yapan Ahmet, çalkantılı bir hayatın sahibidir. Başına trajik bir olay gelir ama o sanki hiçbir şey olmamışçasına hayatına devam eder. Ya da buzdağının yüzeydeki görüntüsü böyledir…
Demirkubuz’un 10. filmi olan ‘Bulantı’, evet ‘kişiselliği’yle ilk elde ‘Bekleme Odası’nı akla getirse de olay örgüleri, karakter ilişkileri ve de kimi kadrajları itibariyle ‘Masumiyet’, ‘Kader’ ve ‘Kıskanmak’ hariç geride kalan filmlerinin adeta yeniden harmanlanması gibi de duruyor. Öykünün felsefi altyapısında ise Camus’nün ‘Yabancı’sıyla ‘Dostoyevski ruhu’nu bulmak mümkün. Ki bütün bu ipuçlarını birleştirince yönetmenin bildik temaları ve dertleriyle bir kez daha buluştuğumuzu görüyoruz. Yani insan ruhunun kötülükle yakın teması, yaşananlar karşısındaki kayıtsızlığı, soğukkanlı görünme hali, öte yanda içini yavaş yavaş kemiren bir vicdan olgusu… Ruhumuzun karanlığına dair söz söyleme çabasındaki ‘Bulantı’yı işte bu limanlarda gezinen bir yapım olarak tanımlamak da mümkün…
Türkiye’de yetişmiş en yetenekli gitaristlerden biri olarak kabul edilen ve 2001’de genç yaşta trajik şekilde hayata veda eden Yavuz Çetin’in ‘İlk’ albümü 18 yıl sonra Rainbow45 Records etiketiyle ilk kez plak formatında müzikseverlerle buluşuyor.
Türkiye’de yetişmiş en yetenekli gitaristlerden biri olarak kabul edilen ve 2001’de genç yaşta trajik şekilde hayata veda eden Yavuz Çetin’in ‘İlk’ albümü 18 yıl sonra Rainbow45 Records etiketiyle ilk kez plak formatında müzikseverlerle buluşuyor.
2001 yılında genç yaşta trajik bir şekilde aramızdan ayrılan, Türkiye ’de yetişmiş en yetenekli gitaristlerden biri olan, blues tandanslı Türkçe rock türünde yazdığı şarkıları ve sergilediği eşsiz performanslarıyla bir dönemin idolü Yavuz Çetin‘in ‘İlk‘ albümü, 18 yıl sonra Rainbow45 Records etiketiyle ilk kez plak formatında müzikseverlerle buluşuyor. Türkçe rock müziğinin en başarılı albümlerinden birisi olarak kabul edilen ve dönemi itibarıyla rock tutkunlarının vazgeçemediği bu albüm, yüksek ses kalitesinde, açılır kapaklı, 180 gr. ağırlığında, ayrıca önlü arkalı poster ve Yavuz Çetin‘in yakın dostlarının kendisiyle ilgili anıları, duyguları ve düşüncelerinin yer aldığı 2 sayfalık ‘özel buklet‘li tasarımıyla plakseverlere sunuluyor…
Yaşamı boyunca 1960’lı ve 1970’ li yılların blues ve rock müziklerinden etkilenir Yavuz Çetin… Blues ve rock müziğinin ruhunu Türkçe sözlerle harmanlar ve birbirinden güzel şarkılar yazarak kısa sürede büyük bir hayran kitlesine sahip olur. Jimi Hendrix’i ve dünyaya mal olmuş blues şarkılarını da yorumlamaktan her zaman büyük bir keyif alır.
Kendine özgü duruşu, tavırları, sevecenliği, paylaşımcılığı, olağanüstü müzikal yeteneği, stili ve şarkılarıyla kısa sürede müzik dünyasında farkedilen ve çok sevilen Yavuz Çetin, kendi şarkılarının yanı sıra çok sayıda sanatçının stüdyo albümlerinde yer alır ve sahne performansları sergiler. Kurucusu olduğu Labirent, Grup Pi, Yavuz Çetin Band ve 16 yıl çaldığı Blue Blues Band‘in yanı sıra uzun süre MFÖ grubunun gitaristliğini de üstlenir ve sayısız sahne performansına imza atar…
Ercan Saatçi ile Aykut Gürel’in prodüktörlüğünde ve Yavuz Çetin‘in süpervizörlüğünde gerçekleşen sanatçının bu ‘İlk‘ albümünde toplam 12 adet söz ve müziği kendisine ait şarkı yer alır. Kendisine Özkan Uğur, Göksel, Sunay Özgür, Cengiz Tuncer, Yavuz Darıdere ve Serdar Öztop gibi tanınmış başarılı müzisyenler eşlik eder.
‘Erkeğin Olmak İstiyorum‘, ‘Bilmem Neden İnat Ettim‘, ‘Kimse Bilemez‘, ‘Bodrum Gecesi Yüzünden‘, ’Ağlamayı Sevmem Ben’, ‘Sahil‘, ‘Birkaç Saat’ ve ‘Fanki Zonki Tonki’ gibi Çetin’in bugün de hala dillerden düşmeyen hit şarkılarını barındıran plak, bu hafta itibarıyla EMI–Universal Müzik Türkiye dağıtımıyla büyük müzik marketlerde, İstanbul’un seçkin plak dükkanlarında ve rainbow45records.comweb sitesinde satışa sunuldu.
Yine bir makale bu kez biraz felsefe olsun dedik hem günümüzde pekte revaçta olmayan bir söz hakkında “ETİK”. Elbette yazıdan sonra ünlü filozof İoanna Kuçuradi’nin kim olduğunu okuyabilirsiniz.
Etik; insanın bütün hareket ve faaliyetlerinin temelini yani onun konuşmalarında, birşeyi savunmasında veya reddetmesinde, beğenmesinde veya beğenmemesinde, saygı duyup duymamasındaki temeli inceler. (T.Mengüşoğlu)
Varlık prensiplerini bağımsız olarak ele alan ve bu alanı belirleyen, varlık karakterini inceleyen bilme etkinliğine ‘etik’ denir.
Etik, eylemlerimizin temelinde ne var ise onu betimler. Etik, ‘nasıl davranmalıyım, hangi ilkelere göre hareket etmeliyim?’ sorunuyla ilgilenmez. Bu etiğin, metafiziğini (ahlak metafiziği) yapmaktır.
Antropolojik etik; olan bitene bakılarak yapılan etiktir.
Normatif / deontolojik etik; bütün insanlar için geçerli evrensel kurallar koymak. Olmayan bir şeye bakılarak yapılan metafizik bir etik. Kişinin kendi değer yargılarıyla herkes için geçerli evrensel moraller koymaya çalışması. (Moralin değil, kuralların felsefesi yapılır.)
Etik; ahlaksal olanın özü ve temelini inceleyen bilgi dalı.
Metafizik etik; iyiyi ya da ne yapmamız gerektiğini araştıran disiplin.
Bedia Akarsu’ya göre Kant’a kadar olan etik, ‘eudomonist’ (mutlulukçu) etiktir.
KYRENE OKULU – ARİSTİPPOS :
Sadece haz koşulsuz iyidir. İnsanın tüm ereği hazdır. Hazzı sağlayan iyidir. Yaşanan andaki haz önemli. Yaşadığı andan haz alan kişi bilgedir. İyi, olabildiğince şiddetli olan hazdır. Acıdan kaçmalı. Bilge kişi hiçbir eğlenceyi kaçırmaz. Yaptıklarının da bilincindedir. (Hayata karşı bir ‘yaşama ilkesi’ sunuyor)
KYNİKLER – ANTİSTENES :
Mutluluk nedir? Ya da yaşamın ereği olan mutluluğa nasıl erişilir?
Ahlaksal amaçlara hizmet etmeyen her bilgi boştur. Mutlu olmak için, erdem dışında her şeyi hor görmeli. Hazzın kölesi olmamak için hazdan kaçmalı.
Kimseden korkmayan, kaygılanmayan acı duymadan katlanabilen alın yazısına karşı çıkıyor. Erdemden başka iyi, erdemsizlikten başka kötü yoktur. Doğaya uygun yaşama, gereksinme duymadan ya da en basit ihtiyaçlarla yaşamak. (Bu da hayata karşı ‘yaşama ilkesi’ sunuyor)
STOA OKULU :
Hazcılık ortadan kalkıyor. Haz, gerçek mutluluğu vermez. Gerçek mutluluk, duygulara hakim olmaktır.
M.A.AERELİUS:
Evren tek bir varlığa, tek bir ruha ve öze sahiptir. O halde doğaya uygun yaşamalı. Aklınla hareket edersen dış dünyaya uyarsın. Yaşama olanağı olan yerde, iyi yaşama olanağı da vardır. Yaşamına her zaman düzenli bir akış verebilirsin. Seni küçük düşürenleri, kötülük edenleri bile sev. Öfkelenme her şey evrensel doğaya uygundur. Hiçbir insanın başına insani olmayan birşey gelmez. Hasta olabilir ama tehlikede olmayabilir, kuruntulara kapılma.
EPİKTETOS :
Tanrıya inanır, ona göre hayat bir şölendir. Buna göre hareket edersen tanrıların sofrasına bile davet edilirsin. Arzularına kendini kaptırma. Ona göre stoisyen hastayken, tehlikedeyken, ölüm anındayken de mutludur. Tanrı böyle uygun görmüş, o halde böyle mutlu olmaya bak.
EPİKÜROS :
‘Biz varken ölüm yok, ölüm varken de biz yokuz öyleyse ölümden niye korkmalı’.
Haz, doğuştan bizimle gelen en büyük iyiliktir. Her haz iyidir ama erişilmeye değmez. Bize düşen iyi ve kötüyü hakkıyla ayırmaktır. Haz hayatın en üstün amacıdır.
‘Bizim için haz, beden alanında hiçbir acı çekmemek, ruh alanında da hiçbir huzursuzluk duymamaktır. Ciddi bir huzursuzluğa uğramazsan mutlu olursun’.
DEMOKRİTOS :
Akılla duyguları yenmek, hakim olmak. Özgür olmak da budur. Elden geldiğince acıdan uzak haz içinde yaşamak. İnsanı mutlu yapan akıldır. Akıl sayesinde duygulara hakim olur. Böylece de haz ve acı aklın kontrolü altına girer.
SOFİSTLER :
Eylemlerde de her şeyin ölçüsü olarak insanı alıyorlar. Buna göre iyi öbürüne göre kötü olabilir. Değerler görelidir diyorlar. Amaçları, yararlı yuttaş yetiştirmek.
HERAKLEİTOS :
Logosu tanıyıp bilen kişi, kendi eylemine de ölçü olarak alacaktır. Bütünün düzenine bağlanmakla en üstün yaşama erişecektir. İnsanın amacı; akıl yasasıyla en yüksek mutluluğa ulaşmaktır.
SOKRATES :
‘Doğru yaşantı hangisidir?’ diye soruyor. Ona göre erdem; bilgidir. Bu bilgi, iyidir. Bu bilginin içeriğini bilen iyi, erdemli insandır. Çünkü o, yapılması gerekeni yapılmaması gerekenden ayırt edebilir. Doğru eylem, doğru bilginin sonucudur. Yanlış eylem ise bilgisizliğin. İnsan kendisiyle uyum içinde olursa mutlu olur.
Bilgili olmak (bilge kişi) Erdemli olmak Mutlu olmak
Adalet; tüm erdemlerin düzenleyicisi. Ruhun her bölümünün kendine uygun ödevi yerine getirmesi. Erdemlerin en yükseği, bütün erdemleri içinde topluyor. Bu erdemi gerçekleştiren insan, en yetkin insan.
Yiğitlik; korkulacak ve korkulmayacak olandan, haz ve acıdan ortaya çıkıyor.
Ölçülülük; kendine egemen olma.
Tek tek kişiler için de devlet için de bu erdemler sözkonusu. Devletin amacı da mutluluğu sağlamak. Bunun için de adil olup, görevini yerine getirmesi gerekiyor.
ARİSTOTELES :
Etiği üçe ayırıyor:
1-Teoretik; kendi kendisi için araştırıyorlar.
2-Pratik; davranışlarımıza kurallar koymak için uğraşıyorlar.
3-Poetik; yararlı ya da güzel, iyi şeyleri yaratmak için araştıran bilim. En yüce pratik bilim. Toplumsal bir bilim. Etik, poetikanın içinde, onun bir bölümü. Poetika, ne yapmamız gerekeni öğretiyor. Etik, karakter incelemesi yapıyor; karakter bilimi.
Ona göre insan ruhu iki kısım:
1-Logossuz yan:
a)Bitkisel yan
b)Arzulayan yan (epithemition)
2-Logoslu yan ;(Dionetik düşünce erdemleri) hakikatle ilgili.
a)İsteme (pratik yan); başka türlü olabilecek olanları bilmemizi sağlayan yan. Zorunlu olmayanların hakikati.
Pronesis (mezotesi sağlayan); belirli durumda ne yapılması gerekeni buyuruyor.
Synesis (bunlar etik erdemler)
b)Teorik yan; başka türlü olamayacak olanları bilmemizi sağlayan. Zorunlu olanların hakikati. Bunun da iki niteliği:
Sophia
Episteme
Aristoteles’e göre, mutlak iyi yok. Her eylemde başka bir iyi olabilir. Bunun yanında varlık basamağının da en yüksek iyisi var. En yüksek iyinin mutluluk da olduğunu söylüyor.
Mutluluk; ruhun tam erdeme göre etkinliği.
Erdem ise ruhun akla göre etkinliği.
Aristoteles, erdemleri; etik erdemler ve dionetik erdemler diye ikiye ayırıyor.
Bu erdemler; arzulayan yanla, başka türlü olabilecekleri bilmemizi sağlayan yanın ilişkisinde ortaya çıkıyor. Bunlar, orta olan/ mezotestir. Bizde orta olmayı sağlayan bir yeti var; prhonesis.
Etik erdemler, istemenin değil, arzulamanın özellikleridir. İsteme amaçlarla ilgilidir ve bilgisel bir tarafı da vardır. Arzulayan yanın, bilgisel bir tarafı yok, amaç da olmayabilir. Ona göre bu erdemler, alışkanlıklar sonucu yapıla yapıla erdem oluyor. Pronesis yoksa, ortayı da bulamıyoruz.
Dionetik (düşünce) erdemleri; logoslu yanın bütününün özellikleri. Pronesis, sinesis, sophia, episteme birer dionetik düşünce erdemleridir.
Mutluluğun olması için, erdemin olması lazım ama sadece erdem değil başka şeylerin de olması lazım.
Aristoteles, kural koymuyor, olan bitene bakarak ontolojik açıklama yapıyor.
DESCARTES :
İyiye yönelmiş akıllıca bir isteme ile duygulanımları yenmek. Çünkü, duygularımızla değil irademizle hareket ettiğimizde mutlu oluruz. İnsanı mutluluğa götüren, erdemdir.
Mutluluğa varmanın üç yolu:
1-Hakikati açık olarak bilme.
2-Hakikati iyice istemek.
3-Elimizde olmayan şeylerle ilgili bütün isteklerden vazgeçmek.
Bilgiyi eylemlerimize klavuz yaptığımız vakit, mutlu oluruz. Kötü iradenin, duygulara körü körüne bağlanması insanı mutsuz yapar. İnsan, iradesini açık seçik hakikatlere bağlarsa erdemli ve dolayısıyla mutlu olur.
SPİNOZA :
Kendimizi koruma duygusu iyi, bunun dışındakiler kötüdür. İyi, insanın elde etmek istediği neyse odur. Kötü, insanın kaçındığı, yaklaşmak istemediği.
İyinin özelliği; haz vermek, kötünün ki ise, acı vermektir.
Erdemli olma, iyiden de üstün olma, güçlü, etkin olma. Erdemli olmayı sağlayan, ruhun etkin olması. Ruh, tam açık seçik düşünebiliyorsa etkindir. Hiçbir itilimlerin, arzuların etkisi altında kalmadığı için ruh etkin.
Özgürlük de açık seçik düşünebilmeye bağlı.
Spinoza bu doktrini, hayatın yönetilmesine yardımcı olsun diye koyuyor.
Etik kişi, doğru eylemde bulunan kişidir.
Buna göre Spinoza bizim:
1-Tanrının iradesiyle hareket ettiğimizi,
2-Mutluluğumuzun neden ibaret olduğunu,
3-Erdemle tanrıya bağlılık. Tanrıya bağlanan hakiki hazza erer,
4-Şu ya da bu tercihi aynı zihniyetle beklemeyi, katlanmayı,
5-Bu doktrin kimseden nefret etmemeyi, hor görmemeyi, alay etmemeyi, hasetle bakmamayı öğrettiğinden sosyal hayata da yararlı oluyor. Aynı zamanda o bize her şeyden memnun olmayı, komşumuza yardım etmeyi, yanlış inançla davranmamayı öğretiyor.
Tutkular, sınırlı olduğu için kötü, düşünce ise tanrının bir uzantısı olduğu (sınırsız) için iyidir. Bu nedenle düşünerek hareket etmeli.
‘İyilik, bize faydalı olduğunu kesinlikle bildiğim bir şey. Kötülük ise tam tersi’.
İyi bilgisi; sevinç duygulanışı, kötü ise; keder duygulanışı verir. Gerçekten tanrının bilgisine götüren iyi, engel olan herşey ise kötü.
Erdemin ya da doğru hayat gidişinin ilk biricik ilkesi; bize faydalı olanın aranmasıdır. Ruh; duyguları, tutkuları yenebilir. Çünkü o sonsuz töz tanrının bir uzantısıdır.
LOCKE :
Değer yargılarına bakarak herkes için genel geçer değer yargıları olamaz diyor. Ahlak, haz ve acıya dayanmaktadır. Biz bir eyleme iyi ya da kötü dediğimizde daha önceki bilgilerimizden hareket ediyoruz. (Locke, etik değil moral yapıyor.)
HUME :
Locke gibi değer yargılarıyla uğraşıyor. Eylemin değerini, yararlı ya da zararlı olarak ölçüyor. Oysa biz birçok eyleme, eylem olanaklarına bakarak, bir eylemin, diğer eylemler arasındaki yerini bulmaya çalışıyoruz. Kısaca Hume da, etik değil, moral yapıyor.
KANT : 18. yy notlarına bak.
BENTHAM :
İnsan dahil bütün canlılar, hazza yönelir acıdan kaçar. Bentham da insan eylemlerini değerlendirirken, haz ve acıyı ölçü olarak alıyor.
J.S.MİLL :
Ahlak sorunlarının, toplum içinde bulunduğunu söylüyor. Ona göre, bütün insan eylemlerinin en son ereği; en üstün iyi. Hem nitelik hem de nicelik açısından elden geldiğince sevinç duymak, acı duymamak.
a) Kişinin tatmin bekleyen ihtiyacı. İsteme, isteneni ne belirliyorsa, o eylemin değeri ona göre olacaktır. Bunların yararlılığı ya da yararsızlığı sözkonusu yoksa değerliliği ya da değersizliği değil.
b) Ana amaçlar :
I- İnsanın değerinin bilgisinde temelini bulan anlamların belirlemesi olabilir. Bir kişinin etik kişi olmasını bunlar belirliyor. İstemeyi bunlar belirlediği zaman değerler; etik değerler oluyor.
Etik değerler, insan haklarının korunmasını sağlıyor. Bu değerleri koruyan da etik kişi. Benim istememi, insan haklarını kapsayan etik değerler belirliyorsa o; etik kişi, eylem de değerli eylem. Burada istemeyi belirleyen ilişki; zorunlu. İnsan hakları herkes için geçerli yani evrensel, bu nedenle zorunlu.
II- Anlamlı kılınmış şeylerin, ideallerin belirlemesi, kişice ya da
kişi grubunca yapılıyor. Vatan sevgisi, soy sevgisi, Turancılık, nikah altında ölme…anlamlı kılınan şeyler bunlar. Bunların eyleminin değerli olması sözkonusu değil. Sadece yapanın kendisi için anlamlı olduğundan, değer olmayana değer atfediliyor. Böylece de değerlerin değiştiğini söylüyorlar. Bunlar anlamlı kılınan şeyleri, insan hakları gibi ilkeler veya etik değerler olarak görüyorlar. Burada istemeyi belirleyen; rastlantısal.
2- Karar verme veya hedef :
a) Önemli olan karar verme değil, neye karar verdiği ve gerçekte ne yaptığıdır. İstenilen ile yapılan arasındaki ilişki rastlantısal. Burada karar vermeme sözkonusu ise bu komik bir çatışma. Bu çatışma kendi içinde birbirine denk, kişinin psikolojik doyumsuzlukları oluyor. Örneğin, hem çok susamış hem de çok acıkmış. Komik çatışma bu, önce hangisini yapacağına karar veremiyor.
Senin için değil kendim için istiyorum ve gerçekleştiriyorum, onun için rastlantısal.
b) Burada istenen ile gerçekleştirilen arasındaki ilişki, zorunlu. Buradaki çatışma ise; trajik çatışma.
Tamamen kozal şartların, rastlantısal düğümlenmesi neden oluyor. Kişinin kendi dışındaki kozal şartlar çözümlenmedikçe çatışma ortadan kalkmaz.
c) İstenen ile gerçekleştirilen arasındaki ilişki; rastlantısal. Buradaki çatışma ise, etik çatışma. (Buradaki etik olumsuz) Kişinin yetersiz değer bilgisinden dolayı değer olmayanı değer sanması, bu nedenle etik çatışma.
Kişinin kararını hedef haline getirdiği an çatışmalar sözkonusu. Bir değerlendirme yapmışsam ve ilgili yaşantımı bu değerlendirmem gerekli kılıyorsa yani etik yaşantı ile istememi insan değerinin bilgisinde temelini bulan anlamlar belirliyorsa buradaki ilişki zorunlu ve eylemde değerli eylem. Bunun dışındaki rastlantısal ve değersiz eylem.
Kişi değerlendirme yapıp, ilgili yaşantısı da ona göre ise ama istemesinin kişinin tatmin bekleyen bir ihtiyacı veya anlamlı kılınmış şeyler, idealler belirliyorsa onun ne yapacağını bilemeyiz. İşte bu rastlantısal, eylemi de değerli eylem değil.
3- Gerçekleştirme veya davranış :
a) Tek tek davranışları yapan için, yararlı veya zararlı değerlendirilmesinden çıkıyor. İndüksiyon ürünü gereklilik düşünceleri olarak bu davranış ilkeleri bir genellemedirler. Ama genel geçer değildirler.
b) Bunlar insanlar arası ilişkilerde eylemleri belirleme talepleri olarak karşımıza çıkıyor. Kaynağını insanın değerlendirilmesinde buluyor. Temelinde insanın değerliliği ilkesi var.
Örneğin; ‘insan öldürülmez’, gerçi ‘insan öldürülür’ diye bir ilke konulamaz ama bu ilkelerin, her tek durumda geçerli olması sözkonusu değil.
Bunlar, insanın değerini korursan, insanın değeri de artar diyorlar.
Davranış ilkeleri; kayıtsız şartsız değildir.
İsteme ilkeleri; kayıtsız şarsızdır.
İlkeler, tarihte bir kez konduktan sonra kaldırılamazlar. Bu ilkeler, kayıtsız şartsız değil, genel geçerdirler. Ör. ‘İnsan öldürülemez’ ilkesi genel geçerdir. Yine ilke de olsa değerlendirme sözkonusu.
c) Kendileri de ilke ama başka davranış ilkelerinden değer yargılarından çıkıyor.
Tanrıyı kabul ettiğimizde, iyi-kötü tanrıya göre anlam kazanıyor. Tanrı yoksa, iyi-kötü de yok her şey mübah. Buradaki iyi-kötü birer meta yargıdır.
İ. Kuçuradi etiğinin diğer etiklerden farkı:
1- İnsan ve kişi ayrımı yapması
2- İlişkide eyleme bakması.
Kant ve Aristoteles de eyleme bakıyor ama ilişkide eyleme değil.
Kuçuradi’ye göre doğru eylem:
1-Kişi ile ilgili olan doğru bir değerlendirmeye dayanması.
2-Yaşantıyı bir değerin ya da insanın değerine olan bir inancın belirlemesi.
3- Diğer kişi için isteneni bir anlamın belirlemesi.
4-Konmuş hedefin isteneni o şartlarda gerçekleştiren bir hedef olması.
5-Bu hedefin en azından insanın değerini korumaya yönelik ilkelere dayanarak gerçekleştirilmiş olması.
Bunlar varsa eyleme, ‘doğru eylem’ diyoruz. Böyle eylemde bulunana da ‘etik kişi’ diyoruz.
Kuçuradi’ye göre değerli eylemde bulumak için, her tek durumda değerlendirme yapmak zorundayız. Eğer değerlendirmemiz doğru ise, ilgili yaşantımız etik yaşantı ise ve eylemimiz de buna göreyse, eylem; değerli eylemdir.
Kant – Kuçuradi ayrımı:
Kant, eyleme değil, istemeye bakıyor. Eğer kişinin istemesi doğruysa eylemi de doğrudur. Kant sadece kişinin isteme ilkesinin değerli olup olmadığına bakıyor.
Kuçuradi ise yapmaya / eyleme, eylemin sonucuna bakıyor. Aristoteles de eyleme bakıyor, bu yüzden yaptığına ‘etik’ diyoruz.
İoanna Kuçuradi Kimdir?
İoanna Kuçuradi (4 Ekim, 1936 – ) Türk filozof, Türkiye Felsefe Kurumu’nun başkanı.Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün kuruluşundan sonra uzun bir süre başkanlığını yapan eğitimci. Daha sonra Yeditepe Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi gibi başka kurumlarda da çalışmıştır. Şu anda hala Maltepe Üniversitesi’nde görev yapmaktadır. Özellikle insan hakları, insan felsefesi, etik gibi alanlara önem verip bu konularda çalışma yapmaktadır.
Biyografi
4 Ekim 1936’da, İstanbul’da, bir Rum ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1954’te Zapyon Kız Lisesini, 1959’da İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1965’te doktora derecesini aldı. 1965-1968 arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde görev yaptı. 1970’te doçent, 1978’de de profesör oldu. Boston’da yapılan bir toplantı sonucu Dünya Felsefe Federasyonları Başkanlığı’na seçildi. Bu göreve seçilen ilk Türk ve ilk kadındır. 2001 yılında Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de yapılmasını sağladı.
1969’da Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü kurdu ve 2003 yılında emekli oluncaya dek bölümün başkanlığını yaptı. 1997’den beri aynı üniversitenin İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürü ve bu merkezin bünyesinde kurulan UNESCOkürsüsünün sahibidir. Ayrıca Koç Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir.
Eserleri
Perdenin Arkası -Şiirler- (1962)
Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik (1965)
Nietzsche ve İnsan (1966)
Schopenhauer ve İnsan (1967)
Liselerimizde Felsefe Öğretimi (1969)
İnsan ve Değerleri: Değer Problemi (1971)
Etik (1977)
Sanata Felsefeyle Bakmak (1980)
Çağın Olayları Arasında(1980)
Uludağ Konuşmaları – Özgürlük, Ahlâk, Kültür Kavramları(1988)
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi – Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına (1997)Çevirileri
Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena (Kant’ tan, 1983)Üye olduğu kuruluşlar
Türkiye Felsefe Kurumu (1979’dan beri Başkan)
Klasikçağ Araştırmaları Kurumu
Türk Sosyal Bilimler Derneği
Unesco Türkiye Millî Komisyonu, İnsan Bilimleri Komitesi (Mart 1997’ye kadar)
Alman Kültür Merkezi (Ankara)
Fédération Internationale des Sociétés de Philosophie (1983’ten beri Yönetim Kurulu Üyesi, 1988-1998 yıllarında Genel Sekreter, Ağustos 1998’den beri de Başkan)
Afro-Asian Philosophy Association (Asya için Başkan Yardımcısı)
Greek Philosophical Society (Ömür boyu üye)
Institut international de philosophie (Paris)
Humboldt Bursiyerleri Derneği
Birleşmiş Milletler Türk Derneği
Atatürkçü Düşünce Derneği
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
T.C. Başbakanlık İnsan Hakları Başmüşavirliği, İnsan Hakları Yüksek Danışma Kurulu (Kurulduğu Ekim 1994’ten, kaldırıldığı Mart 1996’ya kadar Başkan)
International Council for Philosophical Inquiry with Children
World Futures Studies Federation
International Academy of Humanism
Centre de Recherches Interdisciplinaires en Bioéthique (Onursal Komite Üyesi, Brüksel)
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Etik Komitesi (Başkan)
İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi (Başkan)
Edebiyat, yaratıcılığa dayanan bütün sanat dallarında olduğu gibi, özneldir. Belirli ve herkes için geçerli ölçütlerle değerlendirilemez bu alanda verilen eserler. Yine de edebiyat eserlerini, çağdaşları ve toplum üstündeki etkilerinden yola çıkarak bir değerlendirmeye tutabiliriz. Özellikle söz konusu olan tür romansa, onların kendinden sonraki eserleri nasıl etkilediği, öbür yazın türleri üstündeki etkisinin ne olduğu ve okurların gözünde nasıl bir yer edindikleri önemlidir. Bunun içindir ki onlarca yıl önce yazılmış bir roman hâlâ okunur, edebiyat dünyasını ve bireyleri bugün de etkilemeye devam eder.
Aşağıda, 20. yüzyılda yazılan ve mutlaka okunması, anlaşılması gereken 50 roman listesi yer alıyor. Kitapların sıralaması yazıldıkları yıllara göre yapılmıştır.
1. Şikago Mezbahaları (1906) – Upton Sinclair
İşçi sömürüsünü ve Amerika’daki yetersiz gıda güvenliğini sergileyen roman, Başkan Roosevelt’in 1906′da sağlıkla ilgili iki yasayı geçirmesine neden oldu.
2. Dönüşüm (1915) – Franz Kafka
Dönüşüm, varoluşçuluğu temele alan mükemmel romanlardan biridir. Kafka’nın karakteri Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini bir böcek olarak bulur. Bu böcek metaforu ise bütün toplumsal rahatsızlıklara cesaret kırıcı bir bakış açısı sunar.
3. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (1916) – James Joyce
Bu yarı otobiyografik roman, cinselliğe, sürgüne, sömürgeciliğe ve estetiğe bir yolculuk yapar. Kitap, Joyce’un kendisiyle mücadelesine ayna tutmaktadır.
4. Siddhartha (1922) – Hermann Hesse
Roman, yalnızca Siddhartha Gautama’nın hikâyesini anlatmaz, Siddhartha’yı yüce Buda olarak tanımlar, çünkü ana karakter ona benzer bir aydınlanma yolu izler. Yolculuğu boyunca karşılaştığı herkes ve yaşadığı her olay, Siddhartha’ya değerli bir katkıda bulunur.
5. Muhteşem Gatsby (1925) – F. Scott Fitzgerald
Caz çağının alegorisi olma özelliği taşıyan ünlü roman, “Amerikan Rüyası”nın çöküşünü, lüks bir hayat süren bir adamın hüzünlü hikâyesi yoluyla anlatır.
6. Döşeğimde Ölürken (1930) – William Faulkner
Bilinçakışı yöntemiyle yazılan romanda, on beş farklı anlatıcının ağzından karışık bir düzende aile bireylerinden birisinin gömülme arzusu yerine getirme çabası anlatılır.
7. Mübarek Toprak (1931) – Pearl S. Buck
Dünya Savaşı’ndan sonra, bir çiftçi ve karısının yaşam savaşının betimlemesi özelliği taşıyan roman, çiftçinin ve ailesinin, yaşamlarını kontrol etme hikâyesini zaman ve yer kavramlarını aşarak anlatır.
8. Dalgalar (1931) – Virginia Woolf
Sansür döneminde kadınların arzularını ve eşcinselliğini oldukça keskin hatlarla ve açıksaçıklıkla araştıran Woolf, bu kavramların “edepli toplum” değerlerinden öte bir yerde düşünülmesi için okurlarına meydan okur. Arkadaşları karşılıklı bir trajedide hemfikir olurken birçok fikir ve felsefe nihai feminist hareketin belirginleştiğini ima eder.
9. Fareler ve İnsanlar (1937) – John Steinbeck
Büyük bunalım boyunca fakirlik ve eziyetle mücadele eden iki göçmen işçinin trajik ve tozlu hikâyesi, Steinbeck’in en meşhur eserlerindendir. Kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkisini ve etraflarındaki umutsuzluğu inceleyen bir eserdir.
Antropolog Hurston, Karaib ve ya Afrika soyundan gelen Amerikalıların kişisel deneyimerine ışık tutmak için Amerika’nın güneyi ve Karayipler ile ilgili araştırmasına dikkat çeker.
11. Sessiz Gezegenin Dışında (1938) – C.S. Lewis
Lewis, Narnia gibi canlı ve hayal gücü kuvvetli bir dünyada, insan içgörüsüne bazı fantastik yaratıklarla uzaylı manzaraları yerleştirerek bilimkurguyu çözmeye çalışır.
12. Hoşça Kal Berlin (1939) – Christopher Isherwood
Bir hiciv geçidi, eksantrik ve grotesk figürlü, ilginç hikâyeler dizisi, Berlin’deki Nazi saldırısının öncesinde ana karakter Isherwood’un başına gelen olaylardan esinlenerek ortaya çıkmıştır.
13. Altın Gözde Yansımalar (1941) – Carson McCullers
Carson McCullers, ABD’nin güneydoğu eyaletlerinden birinde, barış zamanı bir ordugâhta geçen bu romanında, beş kişinin yalnızlıkları, düşleri, saplantıları, başarısızlıkları ve zaaflarından bir “insani cehennem” örüyor.
14. Yabancı (1942) – Albert Camus
Varoluşçu bir roman olarak etiketlenmesine rağmen, Camus, politika, felsefe, edebiyat ve din gibi çok geniş bir açıdan alır sorunları. Romanda bir katilin hayatında gittikçe artan absürt ve ruhsuz olayları anlamlandırma çabası yer alır.
15. Başka Sesler Başka Odalar (1948) – Truman Capote
Old South, etrafında bir viraneye dönüşürken genç bir çocuk tanımadığı akrabalarıyla yaşamak için gönderilir ve kendisini insanlığın anlamını, onun güzel ve karmaşık yapılarını sorgularken bulur.
16. 1984 (1949) – George Orwell
1984, şimdiye kadar yazılmış en etkili politik ve distopik romanlardan biridir. Bu tartışmasız klasik, bireyin toplumla olan ilişkisini dikkatli bir biçimde irdeler. Sadık bir sosyalist olan Orwell, komünizm, faşizm ve totalitarizmin mantıksal aşırılıklarını ortaya çıkarmak niyetindedir ve bunu büyüleyici ve korkunç anlatımı ve diliyle yazmıştır.
1951 yılında yayımlanmasına rağmen, Salinger’in ikonik, isyankâr antikahramanı Holden Caulfield hâlâ yaşamaktadır ve Amerikan toplumunun iki yüzlülüğünü ve sahtekârlığını dile getiren güvenilmez bir ses olarak da okunmaktadır.
18. Görülmeyen Adam (1953) – Ralph Ellison
Çok az roman insan hakları hareketinden önce Afroamerikan toplumunun duygularını Görülmeyen Adam kadar iyi yakalamıştır. Ellison, marjinalleşme, hayal kırıklığı ve çağdaşlarını değersizleştirme gibi kavramları politik bir bireşime dönüştürmektedir.
19. Sineklerin Tanrısı (1954) – William Golding
Makro konuya mikro bir bakış getiren roman, bir uçak kazasından sonra adaya sıkışan, orada uygarlık çatışmalarına ve farklı gruplaşma yolları arayan ve bunu, gücü güvence altına almak için yapan İngiliz okul çocuklarının hikâyesini anlatır.
20. Lolita (1955) – Vladimir Nabokov
Birçok okur romanın merkezindeki tartışma yaratan pedofili ilişkiyi görüp, romanın özünü atlamıştır. Lolita, kurbanla kurban eden arasındaki çizginin bulanıklaşmasını özenle inceler.
21. Şafak Tapınağı (1956) – Yukio Mişima
İnsan zihninin gizli kalmış yerlerini usta bir anlayışla anlatan Mişima, tapınaktaki evi tarafından büyülenen genç Budist’in deliliklerini ve eziyetlerini incelemektedir.
22. Zen Kaçıkları (1958) – Jack Kerouac
Beat neslinin temel taşı olarak bilinen Kerouac, özgür Zen Kaçıkları’nda konformist Atom Çağı’nda, toplumun gittikçe sertleşen anlam arayışını net bir biçimde gösterir.
23. Gece (1958) – Elie Wiesel
Çok az roman, soykırımın onur kırıcı ve iç burkan korkularını toplama kampında geçen, yarı otobiyografik, didaktik ve trajik bu roman kadar iyi anlatabilir.
24. Parçalanma (1958) – Chinua Achebe
Igbo lideri Okonkwo, kabilesinin hem içerde hem de İngiliz kolonisi gibi dış kaynaklarla parçalanmasını izlemektedir. Bu roman postkolonyel edebiyat tarzında şimdiye kadar yazılmış en aydınlatıcı ve provokatif eserlerden biridir.
25. Bülbülü Öldürmek (1960) – Harper Lee
Lee’nin bu uzun eseri, zorlukların içinde dürüstlüğü devam ettirme ve toplumsal ahlakı sürdürebilme mesajlarını taşıyan, içerik bakımdan zengin bir romandır.
26. Madde 22 (1961) – Joseph Heller
Heller, bu kara mizah ögeleri barındıran romanında, absürt hükümet bürokrasisi yoluyla savaşa ve şiddete ciddi eleştiriler gönderir.
27. Otomatik Portakal (1962) – Anthony Burgess
Özgür iradenin sınırlarını ve doğasını sorgulayan bu provokatif ve distopik roman, sokak çetelerinin acımasızlığıyla hükümetin yaptığı tuhaf deneyleri konu edinir.
28. Guguk Kuşu (1962) – Ken Kesey
Zihinsel sağlık enstitüsü ve MKULTRA’da edindiği tecrübelerle ortaya çıkan Kesey’nin tartışmalı romanı, toplumun yanlış anlaşılan, aşağılanan ve gözden kaçanlarına bir ışık tutmaktadır.
29. Kedi Beşiği (1963) – Kurt Vonnegut
Kedi Beşiği’nde teknoloji, din, bilim ve soğuk savaş, nüktedan ve kırıcı bir mizaha kurban gitmektedir ki bu eser aynı zamanda ana ilkeleri de ayrıntılı biçimde inceler.
30. Herzog (1964) – Saul Bellow
Mektup tarzında düzenlenen bu roman, orta yaş bunalımına yenik düşen ana karakter Moses Herzog’un zihnine bir gedik açar.
31. Paris Bir Şenliktir (1964) – Ernest Hemingway
Bu yaratıcı romanda Hemingway, 1920′li yıllarda Paris’te bir göçmen olarak edindiği tecrübeyi ve sayısız önemli yazar ve sanatçıyla olan iletişimini dile getirir.
32. Kişisel Bir Sorun (1964) – Kenzaburo Oe
Ailevi sorumluluk ve gerçeklerden kaçış bu romanın merkezini oluşturur. Bir babanın, yeni doğan zihinsel engelli oğlundan uzaklaşmak gibi yüz kızartıcı kararı ve bu karardan kendini alkole ve kadınlara vererek vazgeçmesi anlatılır.
33. Maus Hayatta Kalanın Öyküsü (1972) – Art Spiegelman
Spiegelman’in babasıyla olan hasarlı ilişkisini düzeltme çabalarını anlatan ilginç bir hikâyeyle çerçevelenen iki ciltlik bu roman, soykırım edebiyatı ve grafik roman tarzına önemli bir örnektir.
34. Gravity’s Rainbow (1973) – Thomas Pynchon
II. Dünya Savaşı’nın tuhaf ve postmodern bir yorumu olan bu roman, birbirinden farklı gerçek konu ve fikirleri araştırırken 73 bölümde 400′ü aşkın karakteri uzun uzun anlatır.
35. Suttree (1979) – Cormac McCarthy
Ortada hiçbir neden yokken varlıklı bir adam, lüks hayatını terk edip Tennessee nehrindeki tekne evine kendini hapseder. Orada birçok kötü insanla karşılaşır, kendisi ve çevresi hakkında çok şey öğrenir.
36. Alıklar Birliği (1980) – John Kennedy Toole
Şimdiye kadar Pulitzer kazanmış ve aynı zamanda sevimli bir absürt tarzı olan romanlardandır. Toole, trajik ve gülünç olan New Orleans’ın bir portesini çizer.
37. The Color Purple (1982) – Alice Walker
Walker, 1930′ların Georgia’sında geçen bu romanında, o zamanlar görmezden gelinen bir grup olan Afroamerikan kadınların var olma mücadelesini ele alıyor.
38. Beyaz Gürültü (1985) – Don DeLillo
Postmodern bir ana karakter olan Jack Gladney ve ailesi, yerel bir felaketin ardından kendi varoluşlarını incelemeye başlar.
39. Watchmen (1986) – Alan Moore
Watchmen, soğuk savaş, Thatcherizm ve Reaganizm hakkında yorum yapan, geleneksel süper kahraman mitoslarını tahlil eden, yarı gafik tarzında yazılmış bir romandır.
40. Mutfak (1988) – Banana Yoshimoto
Tokyo’da kederin, yenilginin, aşkın ve yemeğin merkeze alındığı bir kitap olan Mutfak, Yoshimoto’nun ilk romanıdır ve toplum tarafından askıya alınan hayatın sınırlarına dikkatle bakan bir romandır.
41. Biz (1988) – Yevgeny Zamyatin
1920-1921 yılları arasında yazılan fakat 1988′e kadar basılmayan bu Zamyatin romanı, iki farklı Rus devriminden edinilen deneyimlerle ortaya çıkan totaliter, kötücül ve distopik bir geleceği anlatır.
42. A Good Scent from a Strange Mountain (1992) – Robert Olen Butler
Vietnam savaşından kısa bir süre sonra Louisina’da kendi yalnız hayatlarını dokumaya başlayan göçmenler, gaziler, fahişeler ve öbür yabancılaştırılmış insanları konu alan bir kitaptır.
43. Snow Crash (1992) – Neal Stephenson
Cyberpunk hareketinin temel taşlarından biri olan ve oldukça titizlikle yazılan bu roman, Second Life gibi metaverselerin, Google Earth gibi evrensel servislerin ve internet kültüründeki dil temelli fikirlerin nihai doğuşunu doğru bir biçimde öngörmüştür.
44. Art & Lies (1994) – Jeanette Winterson
Benlik, cinsellik, yaratıcılık hakkında sorular soran, Picasso’nun, Sappho’nun hayatını içeren büyülü gerçekliğin postmodern bir eseridir.
45. Life After God (1994) – Douglas Coupland
Coupland, hayatlarında din olmadan yetişen bireyler ile maneviyatı ve anlamı bulmada sayısız yolları deneyen insanları karşılaştırır.
46. Fight Club (1996) – Chuck Palahniuk
Palahniuk, bu ilk romanında Amerikan toplumunun yalnızca yapay şeyler üretmek için insan doğasını kısıtlamasına ve baskı altına almasına derin ve keskin bir ayna tutar.
47. The Lives of Animals (1999) – J.M. Coetzee
Coetzee, insanoğlunun hayvanlara gösterdiği farklı davranışlarla veganizmden esinlenerek yazdığı bu romanda, bu iki bakış açısını dengeleyerek eserine yansıtmaktadır
48. Saksı Olmanın Faydaları (1999) – Stephen Chbosky
Anlatıcı Charlie, aslında parçası olmak istediği dünyadan ayrılma ve tecrit hissi ile büyüyen yeni nesil için, yeni çağın Çavdar Tarlasında Çocuklar’daki Holden Caulfield’i gibi davranır.
49. Places Left Unfinished at the Time of Creation (1999) – John Phillip Santos
Santos, ailesinin mirasını anmak ve araştırmak için gelecek, geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurar. Bunu yaparken Meksika geleneğinin parçalarıyla süslenmiş hikâyelere ve arkeolojik duyarlılığı olan bir tarih bilincine yer verir.
50. Sputnik Sweetheart (1999) – Haruki Murakami
Çok az yazar Murakami’nin anlattığı gibi karşılıksız aşkı ve kaybı anlatabilir. Yazarın şiirsel ve çağrışımsal tarzıyla bezenmiş roman, bireylerin kendilerini bir bütün olarak toplumdan uzaklaştırmasını ve bunun yarattığı yalnızlığı yansıtır.
Temaya, milliyetlere, toplumların kökenine, geçen yıllara ya da kabul gören başarı düzeyine aldırmadan, bu elli kitabın yazarı, okurlara yeni fikir ve bakış açısı kazandırmayı başarmıştır. Bazıları toplum tarafından göz ardı edilen grupların ya da bireylerin sözlerini yansıtmıştır, bazıları dışta olanı açıklamak için içsel bir bakış sergilemiş, bazıları da insanlık için olası kaderleri doğru varsaymıştır. Her durumda tümü de uygarlığın nerede başladığını ve şimdi nerede olduğunu anlatan, okunmayı hak eden romanlardır.
“La Paloma” ve “Je n’ai pas changé” gibi hitlerle tanınan İspanyol şarkıcı, 14 Mart’ta Ülker Sports Arena’da sahne alacak
Yüz milyonlarca albüm satan ve dünyanın en önemli yıldızlarından biri olarak gösterilen Julio Iglesias, yeni bir konser vermek için İstanbul Ülker Sports Arena’ya geliyor. Konser, 14 Mart’ta gerçekleşecek.
Julio Iglesias, dünya çapında başarıya ulaşan turlarını yine dünya çapında son turnesi ile taçlandırıyor. Brezilya’da başlayan turnenin dördüncü ayağı İstanbul’da gerçekleşecek. “Gwendolyne”, “La Paloma”, “Je n’ai pas changé” gibi sayısız hit’e imza atan efsanevi sanatçı, eğlenceli ve romantik şarkıları ile sahnede olacak.
Uluslararası birçok müzik listesinde uzun sure 1 numaradan inmeyen, hitleriyle sayısız festivalde performans sergileyen sanatçı, bugüne kadar 80’den fazla albüme imza attı. İlham veren ve dolu dolu hayat hikayesi sayesinde sadece müziği ile değil, anıları ve yaşanmışlıkları ile de hayranlarına yeni hayranlar ekliyor. Trajik trafik kazasını ve felci kendine sürekli yeni şeyler katarak alt eden Julio Iglesias, başarılı müzik kariyeri boyunca 2600’den fazla platin ve altın plak sahibi oldu. Müzik tarihinde başka hiçbir şarkıcı bu başarıyı elde edemedi. Sanatçının layık görüldüğü en onurlu ödüllerden birisi Amerikan Besteciler, Yazarlar ve Yayıncılar Derneği’nin Pied Piper Ödülü’dür. ASCAP Pied Piper Ödülü’nü alan diğer ünlüler arasında Frank Sinatra, Ella Fitzgerald ve Barbara Streisand gibi isimler yer alıyor.
William Shakespeare’in ölümsüz aşk öyküsü ‘Romeo ve Juliet’, 21 Şubat’ta İstanbul’da sahnelenecek. Gösteri için 13 tır dolusu dekor, kostüm ve teknik donanım İstanbul’a getirilecek.
Gösteri ve sahne sanatları örneklerinin sınırlarını zorlayan bir proje olarak gösterilen ‘Romeo ve Juliet’ Şubat ayında İstanbul’a geliyor. 45 oyuncunun rol aldığı ve büyük bir teknik ekiple İstanbul’da sahne almaya hazırlanan ‘Romeo ve Juliet’ ekibi oyuncuların yanı sıra 40 teknisyen, 6 kişilik iletişim ekibi, 15 kişilik yapım sorumlusundan oluşuyor.
Bugüne dek sayısız kez bale, film, müzikal ve opera olarak sahnelenen William Shakespeare’in ölümsüz eseri, 3 boyutlu dijital sahne tasarımıyla ve orijinal dilinde sahnelenecek. Temsil sırasında 23 sahne değişimi ve 270’ten fazla kostümün kullanıldığı oyun için 13 tır dolusu dekor, kostüm ve teknik donanım İstanbul’a getiriliyor. Yönetmenliğini Giuliano Peparini’nin üstlendiği, besteleri Gerard Presgurvic, şarkı sözleri ise Vincenzo Incenzo’e ait oyun, 1 Mart’a kadar Zorlu PSM’de izlenebilecek.
Etkinlik Hakkında
Shakespeare’in 420 yıl önceki hayali,
bugünün hayal gücüyle İstanbul’da…
Sonsuz aşkın müzikle dansı
Romeo & Giulietta
Cesur bir prodüktör, çılgın bir yönetmen ve 45 eşsiz oyuncu, dansçı ve akrobat; Shakespeare’in o günlerde hayal bile edemeyeceği 3 boyutlu dijital bir sahnede bu unutulmaz hikayeye yeniden hayat veriyor.
İtalya’da 8 ay gibi kısa bir sürede 400.000 kişiyi büyüleyen Romeo e Giulietta, Ama e Cambia il Mondo 270’ten fazla benzersiz kostüm, 23 sahne değişimi ve üstün teknolojik alt yapısıyla İstanbullu sanatseverlere bugüne kadar yaşamadıkları bir deneyim yaşatmak için geliyor.
İtalya’da gelmiş geçmiş en görkemli gösteri olarak adlandırılan bu muhteşem show 21 Şubat’ta Zorlu Center PSM’de perdelerini açıyor.
Aşkla değişir dünya
Verona’nın iki soylu ailesi, Montegue ve Capuleti’lerin ölümcül nefretleri iki gencin ilk görüşte başlayan ve kaderlerini mühürleyecek olan aşkına engel olamaz. Aşıkların trajik intiharıyla ölüm aşkı ebediyete yüceltirken, düşman aileleri vicdan azabıyla tüketir.
Shakespeare’in eserinde aşk, insani bir tecrübeden tüm evreni içine alacak evrensel bir boyuta taşınıyor. Shakespeare karanlığın ve ışığın üzerinde duruyor.
Romeo e Giulietta, Ama e Cambia il Mondo’da müzik, hikayeyi yeniden yaratıyor. Her özgün yorumunda olduğu gibi klasik eserin özüne hem saygı duyuyor hem ihanet ediyor.
Çatışmaları aydınlatan, tutkuları gizleyen ışık bu özgün yorumda bize müzikle dönüyor ve kötülüğün renklerini güçle doldururken, iyiliğin çerçevesini yumuşak tonlarla çiziyor.
Müzikler ve ritim kimi zaman deliliği, kimi zaman ahlakın terk edilişini simgeliyor. Aşk resmedilirken ise bunun aksine iki aşığın tutkusunun, sonsuz bekleyişinin ve çektikleri işkencenin altını çiziyor.
Vincenzo Incenzo
Yazar William Shakespeare, Yapımcı David Zard, Müzik Gérard Presgurvic, Italyanca Uyarlama Vincenzo Incenzo, Yönetmen Giuliano Peparini
İş Bankası partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin yeni bölümü ‘Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar’, Patti Smith, Burroughs, Pina Bausch, The Doors, Pink Floyd, Derek Jarman ve Fassbinder’in gizli kalmış filmlerini Türkiye’de ilk kez sanatseverlerle buluşturuyor.
İş Bankası partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin bu yılki yeni bölümü ‘Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar’, hayat hikâyeleri ve eserleriyle ikonlaşmış sanatçıları ve sinemacıları bir araya getiriyor ve onların yıllar öncesinde çekilmiş ama ya çok az kişiye ulaşmış ya da hiç gösterilmemişfilmlerini gün ışığına çıkarıyor.
The Doors’un çektiği tek film !f’te
Türkiye’de ilk kez gösterilecek bu filmler arasında 2013 Nisanında Jean Genet’nin Fas’ın Laraş kentinde bulunan mezarını ziyaret eden Patti Smith’i yol boyunca izleyen ve onun 30 yıl boyunca Genet için sakladığı taşları bırakışını anlatan 7 dakikalık enfes kısa, ‘Three Stones for Jean Genet/Jean Genet İçin Üç Taş’; karanlık ve rahatsız edici eserleriyle ünlü, beat kuşağının yaratıcılarından Amerikalı yazar William S. Burroughs’un trajik ve sıradışı yaşamının bilinmedik derinliklerine inen, 31 yıl sonra restore edilmiş kopyasıyla gösterilecek olan ‘Burroughs: The Movie/Burroughs’; ‘Jeanne Dielman’ın yönetmeni Chantal Akerman ile modern dansın tanrıçası Pina Bausch’u bir araya getiren, Wuppertal Tanztheater’ın Avrupa turnesi boyunca Bausch’u izleyerek bir süre sonra Akerman’ın kişisel filmine dönüşen, 30. yıldönümü olan 2013’te yenilenmiş kopyasıyla gösterilecek ‘One Day Pina Asked…/Bir Gün Pina Dedi ki…’; 68 yılının yazında turne yolundaki The Doors’u izleyerek bir yandan grubun içinde neler olup bittiğine çok yakından tanık eden, bir yandan da konserlerden parçalar dinleten, The Doors tarafından yapılmış, kameranın The Doors’un elemanları arasında dolaştığı tek film olan ‘Feast of Friends/Arkadaşların Şöleni’ ve usta belgeselci Peter Whitehead’ın Syd Barrett dönemi Pink Floyd’unu, klasik 60’lar sonu şarkılarının olduğu performanslarıyla kameraya çektiği, Desist Film’in ‘Beklenmedikliği ve dinamik geometrisiyle, film kendi başına ‘sinematografinin yüce bir fikri’ (Robert Bresson) oluveriyor’ sözleriyle övdüğü ‘Pink Floyd London ’66-’67’ bulunuyor.
Jarman ve Fassbinder’in kayıp görüntüleri bulundu!
Bölümün heyecan uyandıran vintage filmlerinden ikisi sinemaseverleri özellikle yakından ilgilendiriyor. 20 yıl önce kaybettiğimiz İngiliz yönetmen Derek Jarman’ın 1984’te bir video kamerayla, Londra’da bulunan Benjy adlı bir barı çektiği ‘Will You Dance with Me?/Benimle Dans Eder Misin?’, yapımcı ve yönetmen arkadaşı Ron Peck tarafından ilk kez günışığına çıkarılıyor.
BFI’ın meşhur küratörlerinden William Fouler’ın ‘Bir filmde dansın bu kadar iyi göründüğünü görmemiştim’ sözleriyle övdüğü bu 70 dakikalık film, bir yandan 80’ler yeraltı kültürüne dair eşsiz bir belge sunarken, Jarman’ın deneysel çalışmalarını takip edenler için de büyüleyici bir deneyim sağlıyor.
Sinema tutkunlarını heyecanlandıracak bir diğer film ise, Danimarkalı sinemacı Christian Braad Thomsen’ın, yakın arkadaşı Rainer Werner Fassbinder’le 1970 yılında yaptığı uzun konuşmalar ve röportajları buluşturduğu ‘Fassbinder – To Love without Demands/Fassbinder: Talepsiz Sevmek’. İlk gösterimini yapacağı Berlinale’den hemen sonra ilk kez !f’te gösterilecek olan bu nefis arşiv belgesel, Fassbinder’in annesi Lilo Pimpout’la yaptığı ses röportajlarını ve kült oyuncuları Irm Hermann ve Harry Baer’le olan güncel mülakatları da içine alarak kült yönetmenin pek bilmediğimiz, hayatının değişik dönemlerin ışık tutan oldukça samimi bir portresini çiziyor.
!f günleri 12 Şubat’ta başlıyor
İş Bankası partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 14. !f İstanbulUluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir‘de gerçekleşecek. !f İstanbul bağımsız sinemanın en iyilerini, yılın çok konuşulan ve bol ödüllü filmlerini sinemaseverlerle buluştururken, !f music partileriyle İstanbul’un eğlence hayatına alternatif olacak, !f² ile de 34 şehir, 40 farklı noktaya film götürecek.
14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum Armada ve İzmir’de ise Cinemaximum Konak Pier sinemalarında gerçekleşecek.
Ön satış 30 Ocak’ta
İş Bankası partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek.
Festival biletleri ise 30 Ocak’ta biletix’te indirimle ön satışa çıkacak. İş Bankası Kart sahipleri geçen yıl olduğu gibi ön satış döneminde %20 indirimden yararlanabilecekler.
Edebiyat, yaratıcılığa dayanan bütün sanat dallarında olduğu gibi, özneldir. Belirli ve herkes için geçerli ölçütlerle değerlendirilemez bu alanda verilen eserler. Yine de edebiyat eserlerini, çağdaşları ve toplum üstündeki etkilerinden yola çıkarak bir değerlendirmeye tutabiliriz. Özellikle söz konusu olan tür romansa, onların kendinden sonraki eserleri nasıl etkilediği, öbür yazın türleri üstündeki etkisinin ne olduğu ve okurların gözünde nasıl bir yer edindikleri önemlidir. Bunun içindir ki onlarca yıl önce yazılmış bir roman hâlâ okunur, edebiyat dünyasını ve bireyleri bugün de etkilemeye devam eder.
Aşağıda, 20. yüzyılda yazılan ve mutlaka okunması, anlaşılması gereken 50 roman listesi yer alıyor. Kitapların sıralaması yazıldıkları yıllara göre yapılmıştır.
1. Şikago Mezbahaları (1906) – Upton Sinclair
İşçi sömürüsünü ve Amerika’daki yetersiz gıda güvenliğini sergileyen roman, Başkan Roosevelt’in 1906′da sağlıkla ilgili iki yasayı geçirmesine neden oldu.
2. Dönüşüm (1915) – Franz Kafka
Dönüşüm, varoluşçuluğu temele alan mükemmel romanlardan biridir. Kafka’nın karakteri Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini bir böcek olarak bulur. Bu böcek metaforu ise bütün toplumsal rahatsızlıklara cesaret kırıcı bir bakış açısı sunar.
3. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (1916) – James Joyce
Bu yarı otobiyografik roman, cinselliğe, sürgüne, sömürgeciliğe ve estetiğe bir yolculuk yapar. Kitap, Joyce’un kendisiyle mücadelesine ayna tutmaktadır.
4. Siddhartha (1922) – Hermann Hesse
Roman, yalnızca Siddhartha Gautama’nın hikâyesini anlatmaz, Siddhartha’yı yüce Buda olarak tanımlar, çünkü ana karakter ona benzer bir aydınlanma yolu izler. Yolculuğu boyunca karşılaştığı herkes ve yaşadığı her olay, Siddhartha’ya değerli bir katkıda bulunur.
5. Muhteşem Gatsby (1925) – F. Scott Fitzgerald
Caz çağının alegorisi olma özelliği taşıyan ünlü roman, “Amerikan Rüyası”nın çöküşünü, lüks bir hayat süren bir adamın hüzünlü hikâyesi yoluyla anlatır.
6. Döşeğimde Ölürken (1930) – William Faulkner
Bilinçakışı yöntemiyle yazılan romanda, on beş farklı anlatıcının ağzından karışık bir düzende aile bireylerinden birisinin gömülme arzusu yerine getirme çabası anlatılır.
7. Mübarek Toprak (1931) – Pearl S. Buck
Dünya Savaşı’ndan sonra, bir çiftçi ve karısının yaşam savaşının betimlemesi özelliği taşıyan roman, çiftçinin ve ailesinin, yaşamlarını kontrol etme hikâyesini zaman ve yer kavramlarını aşarak anlatır.
8. Dalgalar (1931) – Virginia Woolf
Sansür döneminde kadınların arzularını ve eşcinselliğini oldukça keskin hatlarla ve açıksaçıklıkla araştıran Woolf, bu kavramların “edepli toplum” değerlerinden öte bir yerde düşünülmesi için okurlarına meydan okur. Arkadaşları karşılıklı bir trajedide hemfikir olurken birçok fikir ve felsefe nihai feminist hareketin belirginleştiğini ima eder.
9. Fareler ve İnsanlar (1937) – John Steinbeck
Büyük bunalım boyunca fakirlik ve eziyetle mücadele eden iki göçmen işçinin trajik ve tozlu hikâyesi, Steinbeck’in en meşhur eserlerindendir. Kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkisini ve etraflarındaki umutsuzluğu inceleyen bir eserdir.
Antropolog Hurston, Karaib ve ya Afrika soyundan gelen Amerikalıların kişisel deneyimerine ışık tutmak için Amerika’nın güneyi ve Karayipler ile ilgili araştırmasına dikkat çeker.
11. Sessiz Gezegenin Dışında (1938) – C.S. Lewis
Lewis, Narnia gibi canlı ve hayal gücü kuvvetli bir dünyada, insan içgörüsüne bazı fantastik yaratıklarla uzaylı manzaraları yerleştirerek bilimkurguyu çözmeye çalışır.
12. Hoşça Kal Berlin (1939) – Christopher Isherwood
Bir hiciv geçidi, eksantrik ve grotesk figürlü, ilginç hikâyeler dizisi, Berlin’deki Nazi saldırısının öncesinde ana karakter Isherwood’un başına gelen olaylardan esinlenerek ortaya çıkmıştır.
13. Altın Gözde Yansımalar (1941) – Carson McCullers
Carson McCullers, ABD’nin güneydoğu eyaletlerinden birinde, barış zamanı bir ordugâhta geçen bu romanında, beş kişinin yalnızlıkları, düşleri, saplantıları, başarısızlıkları ve zaaflarından bir “insani cehennem” örüyor.
14. Yabancı (1942) – Albert Camus
Varoluşçu bir roman olarak etiketlenmesine rağmen, Camus, politika, felsefe, edebiyat ve din gibi çok geniş bir açıdan alır sorunları. Romanda bir katilin hayatında gittikçe artan absürt ve ruhsuz olayları anlamlandırma çabası yer alır.
15. Başka Sesler Başka Odalar (1948) – Truman Capote
Old South, etrafında bir viraneye dönüşürken genç bir çocuk tanımadığı akrabalarıyla yaşamak için gönderilir ve kendisini insanlığın anlamını, onun güzel ve karmaşık yapılarını sorgularken bulur.
16. 1984 (1949) – George Orwell
1984, şimdiye kadar yazılmış en etkili politik ve distopik romanlardan biridir. Bu tartışmasız klasik, bireyin toplumla olan ilişkisini dikkatli bir biçimde irdeler. Sadık bir sosyalist olan Orwell, komünizm, faşizm ve totalitarizmin mantıksal aşırılıklarını ortaya çıkarmak niyetindedir ve bunu büyüleyici ve korkunç anlatımı ve diliyle yazmıştır.
1951 yılında yayımlanmasına rağmen, Salinger’in ikonik, isyankâr antikahramanı Holden Caulfield hâlâ yaşamaktadır ve Amerikan toplumunun iki yüzlülüğünü ve sahtekârlığını dile getiren güvenilmez bir ses olarak da okunmaktadır.
18. Görülmeyen Adam (1953) – Ralph Ellison
Çok az roman insan hakları hareketinden önce Afroamerikan toplumunun duygularını Görülmeyen Adam kadar iyi yakalamıştır. Ellison, marjinalleşme, hayal kırıklığı ve çağdaşlarını değersizleştirme gibi kavramları politik bir bireşime dönüştürmektedir.
19. Sineklerin Tanrısı (1954) – William Golding
Makro konuya mikro bir bakış getiren roman, bir uçak kazasından sonra adaya sıkışan, orada uygarlık çatışmalarına ve farklı gruplaşma yolları arayan ve bunu, gücü güvence altına almak için yapan İngiliz okul çocuklarının hikâyesini anlatır.
20. Lolita (1955) – Vladimir Nabokov
Birçok okur romanın merkezindeki tartışma yaratan pedofili ilişkiyi görüp, romanın özünü atlamıştır. Lolita, kurbanla kurban eden arasındaki çizginin bulanıklaşmasını özenle inceler.
21. Şafak Tapınağı (1956) – Yukio Mişima
İnsan zihninin gizli kalmış yerlerini usta bir anlayışla anlatan Mişima, tapınaktaki evi tarafından büyülenen genç Budist’in deliliklerini ve eziyetlerini incelemektedir.
22. Zen Kaçıkları (1958) – Jack Kerouac
Beat neslinin temel taşı olarak bilinen Kerouac, özgür Zen Kaçıkları’nda konformist Atom Çağı’nda, toplumun gittikçe sertleşen anlam arayışını net bir biçimde gösterir.
23. Gece (1958) – Elie Wiesel
Çok az roman, soykırımın onur kırıcı ve iç burkan korkularını toplama kampında geçen, yarı otobiyografik, didaktik ve trajik bu roman kadar iyi anlatabilir.
24. Parçalanma (1958) – Chinua Achebe
Igbo lideri Okonkwo, kabilesinin hem içerde hem de İngiliz kolonisi gibi dış kaynaklarla parçalanmasını izlemektedir. Bu roman postkolonyel edebiyat tarzında şimdiye kadar yazılmış en aydınlatıcı ve provokatif eserlerden biridir.
25. Bülbülü Öldürmek (1960) – Harper Lee
Lee’nin bu uzun eseri, zorlukların içinde dürüstlüğü devam ettirme ve toplumsal ahlakı sürdürebilme mesajlarını taşıyan, içerik bakımdan zengin bir romandır.
26. Madde 22 (1961) – Joseph Heller
Heller, bu kara mizah ögeleri barındıran romanında, absürt hükümet bürokrasisi yoluyla savaşa ve şiddete ciddi eleştiriler gönderir.
27. Otomatik Portakal (1962) – Anthony Burgess
Özgür iradenin sınırlarını ve doğasını sorgulayan bu provokatif ve distopik roman, sokak çetelerinin acımasızlığıyla hükümetin yaptığı tuhaf deneyleri konu edinir.
28. Guguk Kuşu (1962) – Ken Kesey
Zihinsel sağlık enstitüsü ve MKULTRA’da edindiği tecrübelerle ortaya çıkan Kesey’nin tartışmalı romanı, toplumun yanlış anlaşılan, aşağılanan ve gözden kaçanlarına bir ışık tutmaktadır.
29. Kedi Beşiği (1963) – Kurt Vonnegut
Kedi Beşiği’nde teknoloji, din, bilim ve soğuk savaş, nüktedan ve kırıcı bir mizaha kurban gitmektedir ki bu eser aynı zamanda ana ilkeleri de ayrıntılı biçimde inceler.
30. Herzog (1964) – Saul Bellow
Mektup tarzında düzenlenen bu roman, orta yaş bunalımına yenik düşen ana karakter Moses Herzog’un zihnine bir gedik açar.
31. Paris Bir Şenliktir (1964) – Ernest Hemingway
Bu yaratıcı romanda Hemingway, 1920′li yıllarda Paris’te bir göçmen olarak edindiği tecrübeyi ve sayısız önemli yazar ve sanatçıyla olan iletişimini dile getirir.
32. Kişisel Bir Sorun (1964) – Kenzaburo Oe
Ailevi sorumluluk ve gerçeklerden kaçış bu romanın merkezini oluşturur. Bir babanın, yeni doğan zihinsel engelli oğlundan uzaklaşmak gibi yüz kızartıcı kararı ve bu karardan kendini alkole ve kadınlara vererek vazgeçmesi anlatılır.
33. Maus Hayatta Kalanın Öyküsü (1972) – Art Spiegelman
Spiegelman’in babasıyla olan hasarlı ilişkisini düzeltme çabalarını anlatan ilginç bir hikâyeyle çerçevelenen iki ciltlik bu roman, soykırım edebiyatı ve grafik roman tarzına önemli bir örnektir.
34. Gravity’s Rainbow (1973) – Thomas Pynchon
II. Dünya Savaşı’nın tuhaf ve postmodern bir yorumu olan bu roman, birbirinden farklı gerçek konu ve fikirleri araştırırken 73 bölümde 400′ü aşkın karakteri uzun uzun anlatır.
35. Suttree (1979) – Cormac McCarthy
Ortada hiçbir neden yokken varlıklı bir adam, lüks hayatını terk edip Tennessee nehrindeki tekne evine kendini hapseder. Orada birçok kötü insanla karşılaşır, kendisi ve çevresi hakkında çok şey öğrenir.
36. Alıklar Birliği (1980) – John Kennedy Toole
Şimdiye kadar Pulitzer kazanmış ve aynı zamanda sevimli bir absürt tarzı olan romanlardandır. Toole, trajik ve gülünç olan New Orleans’ın bir portesini çizer.
37. The Color Purple (1982) – Alice Walker
Walker, 1930′ların Georgia’sında geçen bu romanında, o zamanlar görmezden gelinen bir grup olan Afroamerikan kadınların var olma mücadelesini ele alıyor.
38. Beyaz Gürültü (1985) – Don DeLillo
Postmodern bir ana karakter olan Jack Gladney ve ailesi, yerel bir felaketin ardından kendi varoluşlarını incelemeye başlar.
39. Watchmen (1986) – Alan Moore
Watchmen, soğuk savaş, Thatcherizm ve Reaganizm hakkında yorum yapan, geleneksel süper kahraman mitoslarını tahlil eden, yarı gafik tarzında yazılmış bir romandır.
40. Mutfak (1988) – Banana Yoshimoto
Tokyo’da kederin, yenilginin, aşkın ve yemeğin merkeze alındığı bir kitap olan Mutfak, Yoshimoto’nun ilk romanıdır ve toplum tarafından askıya alınan hayatın sınırlarına dikkatle bakan bir romandır.
41. Biz (1988) – Yevgeny Zamyatin
1920-1921 yılları arasında yazılan fakat 1988′e kadar basılmayan bu Zamyatin romanı, iki farklı Rus devriminden edinilen deneyimlerle ortaya çıkan totaliter, kötücül ve distopik bir geleceği anlatır.
42. A Good Scent from a Strange Mountain (1992) – Robert Olen Butler
Vietnam savaşından kısa bir süre sonra Louisina’da kendi yalnız hayatlarını dokumaya başlayan göçmenler, gaziler, fahişeler ve öbür yabancılaştırılmış insanları konu alan bir kitaptır.
43. Snow Crash (1992) – Neal Stephenson
Cyberpunk hareketinin temel taşlarından biri olan ve oldukça titizlikle yazılan bu roman, Second Life gibi metaverselerin, Google Earth gibi evrensel servislerin ve internet kültüründeki dil temelli fikirlerin nihai doğuşunu doğru bir biçimde öngörmüştür.
44. Art & Lies (1994) – Jeanette Winterson
Benlik, cinsellik, yaratıcılık hakkında sorular soran, Picasso’nun, Sappho’nun hayatını içeren büyülü gerçekliğin postmodern bir eseridir.
45. Life After God (1994) – Douglas Coupland
Coupland, hayatlarında din olmadan yetişen bireyler ile maneviyatı ve anlamı bulmada sayısız yolları deneyen insanları karşılaştırır.
46. Fight Club (1996) – Chuck Palahniuk
Palahniuk, bu ilk romanında Amerikan toplumunun yalnızca yapay şeyler üretmek için insan doğasını kısıtlamasına ve baskı altına almasına derin ve keskin bir ayna tutar.
47. The Lives of Animals (1999) – J.M. Coetzee
Coetzee, insanoğlunun hayvanlara gösterdiği farklı davranışlarla veganizmden esinlenerek yazdığı bu romanda, bu iki bakış açısını dengeleyerek eserine yansıtmaktadır
48. Saksı Olmanın Faydaları (1999) – Stephen Chbosky
Anlatıcı Charlie, aslında parçası olmak istediği dünyadan ayrılma ve tecrit hissi ile büyüyen yeni nesil için, yeni çağın Çavdar Tarlasında Çocuklar’daki Holden Caulfield’i gibi davranır.
49. Places Left Unfinished at the Time of Creation (1999) – John Phillip Santos
Santos, ailesinin mirasını anmak ve araştırmak için gelecek, geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurar. Bunu yaparken Meksika geleneğinin parçalarıyla süslenmiş hikâyelere ve arkeolojik duyarlılığı olan bir tarih bilincine yer verir.
50. Sputnik Sweetheart (1999) – Haruki Murakami
Çok az yazar Murakami’nin anlattığı gibi karşılıksız aşkı ve kaybı anlatabilir. Yazarın şiirsel ve çağrışımsal tarzıyla bezenmiş roman, bireylerin kendilerini bir bütün olarak toplumdan uzaklaştırmasını ve bunun yarattığı yalnızlığı yansıtır.
Temaya, milliyetlere, toplumların kökenine, geçen yıllara ya da kabul gören başarı düzeyine aldırmadan, bu elli kitabın yazarı, okurlara yeni fikir ve bakış açısı kazandırmayı başarmıştır. Bazıları toplum tarafından göz ardı edilen grupların ya da bireylerin sözlerini yansıtmıştır, bazıları dışta olanı açıklamak için içsel bir bakış sergilemiş, bazıları da insanlık için olası kaderleri doğru varsaymıştır. Her durumda tümü de uygarlığın nerede başladığını ve şimdi nerede olduğunu anlatan, okunmayı hak eden romanlardır.
Flavorwire’dan Jason Diamond, edebiyat tarihinin en ünlü kayıp metinlerinin peşine düşmüş. İşte o metinlerden bazıları:
Gogol, Ölü Canlar’ın ikinci ve üçüncü cildi
Rus edebiyatı denince akla gelen ilk eserlerden biri olan Ölü Canlar aslında yarım kalmış bir hikaye… Gogol -Dante’nin İlahi Komedyası‘ndan yola çıkarak- üç cilt olarak planlamış Ölü Canlar’ı. Ancak ilk cildin yayımlanmasının ardından ise geçirdiği bir buhran sonucu, bir rahibin de telkinlerine uyarak diğer iki cilde ait taslakları yaktığı biliniyor.
Hayatı
Nikolay Vasilyeviç Gogol (Rusça: Николай Васильевич Гоголь) (31 Mart 1809 – 4 Mart 1852) gerçekçi Rus roman ve oyun yazarı. En çok tanınan eseri Ölü Canlar’dır.
Gogol orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelir. Gogol’un çocukluğu köy hayatı ile ve yoğun Kazak kültürü etkisinde geçer. Bu hayatın etkisi ileride yazacağı eserlere de yansıyacaktır.
Gogol, gençlik yıllarında şiir ve edebiyata ilgi duyar. 1828’de Petersburg’a gider. Orada memur olmayı ve bir şekilde geçinmeyi umar ancak işler umduğu gibi gitmez. Gogol, Petersburg’dan Almanya’ya gider ancak orada da parası bitene kadar kalabilir. Tekrar Petersburg’a dönüp iş arayan Gogol bu sefer çok düşük bir maaşla da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu görevden de bir sene sonra ayrılır.
Gogol, 1836’da Puşkin’in çıkardığı Sovremennik adlı dergide, yergili öykülerinin en neşelilerinden biri olan Araba’e eğlenceli ve iğneleyici bir üslûpla yazılmış gerçeküstücü öyküsü Burun’u yayınlar.
Yazar, yazı sanatında büyük ölçüde Puşkin’in etkisi altındadır. Öyle ki, onun eleştirileri ve telkinleri olmadan yazamayacağını düşünür. Yazarın Puşkin’le olan arkadaşlığı, onu aldığı acımasız eleştirilerden de koruyan en büyük güçtür.
Gogol’un ilk ciddi ve dikkat çeken eserleri Ukrayna hayatı ile, halk deyişleri ile süslü halk hikâyeleridir.
Gogol 1831 – 1832 yıllarında yazdığı bu hikâyeleri, Dilanka Yakınlarındaki Çiftlikte Akşam Toplantıları adlı kitapta toplar. Bu öyküler Rus edebiyat dünyasında Gogol’un bir anda parlamasına yol açar. 1835 yılında Mirgorod ve Arabeski adlı eserlerini de yayımladı. Bu kitaplarında da halk hikâyeleri, özellikle Kazak geçmişi işlenmiştir.
[[Dosya:Nikolai Google – Revizor cover (1836).jpg|thumb|left|150px|Müfettiş’in ilk baskısı]]
Hikâyelerinde günlük hayatı ve bayağı kişilikleri zaman zaman mizahi zaman zaman öfkeye varan bir şekilde yeriyordu.
Eski Zaman Beyleri, Arabeski bu yergi kitaplarının ilkleridir. Arabeski kitabındaki hikâyelerinden biri olan Bir Delinin Hatıra Defteri bir memurun rutin hayatını ve işi yüzünden nasıl sıkıldığını anlatır. Hikayenin sonunda memur akıl hastanesine yatırılır. Portre adlı eseri ise dünyanın kötülüklerden kurtulamayacağı vugusu ile sonlanır.
Büyük komedisi Müfettiş adlı eseri ile bürokrasiyi alay derecesinde yeren Gogol, eserinin sahnelenmesi ile tüm şimşekleri üzerine çeker. Tepkiler yüzünden Rusya’dan ayrılmak zorunda kalır. Roma’da Puşkin’in tavsiyesi ile en büyük eseri olan Ölü Canlar’ı yazarken Puşkin’in öldüğü haberini alır. Bu haber onun için “Rusya’dan gelebilecek en kötü haber”dir. O zamana kadar Puşkin’i düşünmeden dikkate almadan hiçbir şey yazmayan Gogol için bu haber gerçekten bir yıkım olmuştur. Puşkin’in ölümünün yıkıcı etkisine karşın 1842 yılında iki önemli eseri olan Ölü Canlar’ın 1. cildi ve uzun hikâyesi Palto’yu bitirir ve yayınlar. Ölü Canlar dönemin Rusya’sının çürümüşlüğünü gerçekçi bir biçimde gözler önüne sererken Palto’da sıradan insanların yaşadıkları acılar, maaruz kaldıkları haksızlıklar, ve yaşadıkları yoksulluk tüm gerçeklikleriyle, okuyucuyu sarsacak bir ustalıkla gözler önüne serilmektedir. Bu eser de dönemin en büyük eserlerinden biri olarak nitelendirilecektir. Rus edebiyatına sıradan insanların gerçekçi bir girişi olarak da nitelendirilebilir Palto. Öyle ki Dostoyevski hikâyeye hitaben “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” diyecektir. Ancak öykü yayınlaması ile soylu kesimin tepkisini tekrar Gogol üzerine çeker. Dönem aydınlar üzerinde büyük baskıların uygulandığı karanlık I.Nikola dönemidir. Gogol düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla onun kötü yönlerini göstermekle, halkına ihanetle suçlanır. Ancak onun yapmak istediği halkını aşağılamak değil onu bu hale sokan yozlaşmış düzeni tüm gerçekliği ile gözler önüne sermektir. Maruz kaldığı bu suçlamalar yazarın ruhsal sağlığına da ciddi zararlar vermiştir.
Son Yılları ve Ölümü
Puşkin’in ölümünden sonra Gogol’un popülaritesi daha da da artar. Bu ilgi Gogol’da bir öncülük hissi yaratır ve kendine toplumu değiştirmek, insanlara yol göstermek gibi misyonlar edinir. Bu dönemde eski yaratıcılığını kaybettiği söylenebilir. Dine karşı ilgisi artar ve daha önce eleştirdiği kiliseyi dahi övmeye başlar. Bu davranış hayranlarının tepkisini çeker ancak o bu tepkilere dinsel yorumlar katar ve Tanrı’nın gönlünü almak için ona daha da yakınlaşır. 1848’de kutsal toprakları ziyaret etmek için Filistin’e gider. Moskova’ya geri dönen Gogol, orada Matvey Konstantinovski adlı gerici bir rahibin etkisi ile 1852 yılında Ölü Canlar romanının ikinci bölümünün el yazmalarını yakarak imha eder. Bu davranışından 10 gün sonra 43 yaşında Moskova’da ölür.
Gogol’ün tamamlayamadığı sadece taslaklarını kaleme aldığı Dördüncü Dereceden St. Vladimir Nişanı adlı oyunu ölümünden sonra Sasa Preis tamamlanmıştır.
Eserleri
Masallar
Müfettiş
Palto
Ölü Canlar
Burun
Bir Delinin Hatıra Defteri
Portre
Eski Zaman Beyleri
Taras Bulba
Fayton
Kumarcılar
Dava
Evlenme
Petersburg Hikayeleri
Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları
Herman Melville, “Isle of the Cross”
Yayıncıların, Moby Dick‘i kaleme almış bir yazarın, bir başka romanını basmayı kabul etmediklerine inanmak pek kolay değil. Belki olabilir, ama daha üzücü olan, “Isle of the Cross” isimli bu eserin başına ne geldiğinin bilinmemesi…
Hayatı
Herman Melville (d. 1 Ağustos 1819, New York – ö. 1891), ABD’li yazar.
Bir Amerikan edebiyat klasiği kabul edilen Moby Dick adlı ünlü romanın yazarıdır. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalmış; 1920’li yıllarda yeniden keşfedilip büyük bir yazar olarak kabul edilmiştir.
1819’da New York’ta dünyaya geldi. Sekiz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğudur. 1830’da iflas eden babası, iki yıl sonra hayatını kaybedince Herman Melville, çocuk yaşta çalışmaya başlamak zorunda kaldı.[1] Bir yandan okuyup bir yandan çeşitli işlerde çalışarak geçen beş yıl boyunca tarih ve antropoloji kadar Shakespeare’in eserlerini okuyarak kendini geliştrdi.
On sekiz yaşında Liverpool’e giden bir gemide tayfa olarak iş buldu; aynı gemi ile tekrar New York’a döndü. Bu deneyim, ona ileride yazacağı romanlar için malzeme sağlayan seyahatlerden ilkidir.
Bir kaç yıl New York’ta özel ders vererek hayatını kazanmaya çalışan Melville, 1841’de Acushnet adlı bir balina gemisine denizci olarak kabul edildi ve Pasifik’te yeni bir seyahate başladı. On sekiz aylık bir yolculuğun sonunda gemidekilerin kötü tavrından yıldığı için bir arkadaşı ile birlikte Markiz Adaları’nda gemiden kaçtı. Yamyam olarak bilinen Typee yerlilerinin arasında bir ay kadar yaşadı. Adaya gelen bir Avustralya gemisi ile yeniden denizciliğe döndü ancak gemide çıkan isyana katılmakla suçlandığı için Tahiti civarında bir yerel hapishanede birkaç gün tutuklu kaldı. 1843 yazını Tahiti’de yerliler arasında geçirdi. İleride yazacağı Moby Dick adlı romanın düşünsel altyapısı bu sırada oluştu.[2] Bir başka balina gemisi ile Hawaii’ye kadar gitti.
Herman Melville Otuzlu yaşlarında Boston’a döndükten sonra artık deniz seferlerine bir son vermişti; ailesinin teşviki ile kitaplarını yazmaya başladı. “Tippee” ve “Omoo” adlarını taşıyan ilk iki kitabı 1846’da yayınlandı. Bu kitapları, yerliler arasında geçen günlerine aitti. 1850 yılında yayınlanan “White Jacket”’ta ise bahriye erlerinin zorlu hayatını anlattı. İlk kitapları onu bir anda hem İngiltere hem Birleşik Devletler’de çok ünlü bir yazar haline getirdi. Bu dönemde eski bir aile dostunun kızı olan Elizabeth Knapp Shaw ile evlendi. Çift, dört çocuk sahibi oldu. 1850’de Massachusetts’te bir çiftlik evi satın alan Melville, çiftlik işleri ve yazı ile uğraşarak 13 yıl boyunca bu evde yaşadı. “Arrowhead” adını verdiği ev, günümüzde müzedir.[3]
Yazar, en büyük eseri Moby Dick’i 1851’de tamamladı. Başlangıçta, balina avcılığını anlatan bir serüven öyküsü olarak tasarladığı kitabı tamamlamak üzere iken Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne ile tanışıp arkadaş olmuştu. Hawthorne’un tavsiyesi ile kitabını simgesel anlamlarla yüklü bir romana çeviren Melville, eseri dostuna adadı.[4] Ancak kitap yayınlandığında beklediği başarıyı yakalayamadı ve çok olumsuz eleştiriler aldı.
Yayımcısı Harper’s bir sonraki romanını basmayı reddedince[1] maddi sıkıntıya giren Melville 1866’da New York’ta gümrük müfettişi olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde yazdığı “Pierre” ve “Piazza memories” gibi kitaplar ilgi görmedi. Son yıllarında düz yazıyı bırakarak kendini tamamen şiir yazmaya verdi; şiirlerini kendi parasıyla bastırdı.[3]
1888 yılında emekli oldu ve en büyük eserlerinden biri sayılan “Billy budd”’ yazdı; eseri bastırmaya fırsat bulamadan 28 Eylül 1891’de New York’taki evinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalan Melville, 1920’li yıllarda yeniden keşfedildi ve büyük bir yazar olarak kabul edildi. Eserleri Amerikan Kütüphanesi tarafından toplanıp basılan ilk yazar oldu.
Marquis de Sade’ın el yazmaları
Marquis de Sade, babasının ölümünün ardından yayımlanmamış bütün el yazmalarını ateşe atmıştı…
Hayatı
Donatien Alphonse François le Marquis de Sade (Fransızca okunuşu:maʁki: dəsad) (d. 2 Haziran 1740 – ö. 2 Aralık 1814), Fransız aristokrat ve felsefe yazarı. Erotik edebiyat’ın önemli yazarlarındandır, genellikle sert pornografik yazılar yazardı.
Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom’un 120 Günü’nü hapishanede yazmıştır. Bir diğer önemli eseri de Justine’dir. Sadizm’in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir.
Yazılarında ahlakı, yasayı, dini öğeleri dikkate almadan aşırı özgürlüğü (hatta ahlaksızlığı) ve en iyinin zevk olduğunu savunuyordu. Sade, 32 yıl farklı hapishanelerde ve akıl hastanesinde hapsedildi; onbir yıl Paris’te (on yılı Bastille’de geçti), bir ay Conciergerie’de, iki yıl kalede, bir yıl Madelonnettes’de, üç yıl Bicêtre’de, bir yıl Sainte-Pélagie’de ve 13 yıl Charenton akıl hastanesinde. Yazılarının çoğunu tutuklu olduğu dönemde yazdı. “Sadizm” kavramı adından türetilmiştir.
Sade kitaplarında kişilerarası ilişkilerde insanın insansal yanı bir kez yitirildiğinde, neler olabileceğinin bilgisini verir. Kişilerarası ilişkilerde insanın sahip olduğu onur bir yana bırakıldığında, ortaya çıkan yeni ilke kendi yararını koruma sonuna kadar götürülecek olursa; zorunlu olarak “sadizm”e varılır. Yani insandaki insansal olan tek şey doğaysa, doğrudan doğa nedenselliği insan türünün yapıp etmelerini belirliyorsa, insan olmak cani olmayı da beraberinde doğal olarak taşır. Eserlerinde ahlaksal eylemin belirleyicisi olarak etik değerler değil de, içgüdüler ya da “koşullu buyruklar” eylemin “ilkesi” yapılırsa neler olacağını anlatır.
Çocukluğu ve Eğitimi
Sade, Paris’te Condé Sarayında doğdu. Babası comte Jean-Bastiste François Joseph de Sade’dir. Annesi Condé prensesinin uzaktan kuzeni ve yardımcısı olan Marie-Eléonore de Maillé de Carman’dir.
Çocukluğunda Katolik rahip olan amcası de Sade’nin yanında eğitim gördü. Daha sonra Jesuit lycée (erkekler okulu)na gidip askeri eğitim aldı. Yedi yıl savaşlarında süvari sınıfının komutanı olarak görev aldı. 1763’te savaştan döndü ve gönlünü zengin bir devlet adamının kızına kaptırdı ancak bu beraberlik aynı yılın kızın büyük ablası Renée-Pélagie de Montreuil ile evlenmesini düşünen babası tarafından reddedildi.
Ömrü boyunca tiyatroya olan ilgisi 1766 yılında Provence’de Lacoste kalesinde inşa ettirdiği özel tiyatroyla açığa çıktı.
Unvanı
Ailesi comte ve marquis unvanlarını seçti. Büyükbabası, Gaspard François de Sade, ailede marquis unavını kullanan ilk kişiydi. Genellikle marquis de Sade olarak bilindi ancak bazı belgelerde marquis de Mazan olarak da bilinir. Ancak Donatien de Sade’nin yaşadığı yerde ne onun ne de atalarının hakkında bir belge bulunamadı ayrıca Provence parlamentosu tarafından marquis ya da comte unvanlarını onaylayan yasal bir belgeye ulaşılmadı. Soyluluk unvanını kullanabilmek için böyle legal bir onaylama gerekliydi. Noblesse d’épée’nin yani eski Fransız soylularının üyesi olan Sade ailesi soyluluklarının eski Avrupalılardan geldiğini iddia ediyordu. Aslında ailenin atası Laura de Noves’di. Verilen mağrur unvanların kral tarafından onaylanması gelenekseldi. Ailenin marquis ve comte unvanlarını farklı şekillerde kullanması Fransızların unvan hiyerarşisinin göreceli olduğunu yansıtır. Teoride marquis unvanı birkaç gemiye sahip olan soylular için uygundur. Ancak bu unvanın belirsiz kişilerce kullanılması itibardan düşmesine neden oldu. Mahkemede öncülük unvana değil soyluluğun kıdemine ve kraliyet onayına bağlıydı. Evliliğinden önceki yazışmalarda Sade, babası tarafından marquis şeklinde ifade edildi. Ancak ondan sonraki nesiller bu şerefli ama gayri resmi unvanı kullanmayı reddederek kendilerine comtes de Sade dediler.
Olaylar ve Tutuklanma
Sade’nin olaylı ve ahlaksız bir yaşam sürdüğü ve fahişelere olduğu kadar Lacoste kalesindeki kadın ve erkek çalışanlara da kötü muamelede bulunduğu söylenir. Sade’nin bu davranışları arasında Lacoste kalesine gelen karısın kız kardeşi olan Anne-Prospere olayı da vardır.
Sade’nin en önemli skandallarından biri Rose Keller adındaki bir kadını kendisine cinsel anlamda hizmet ettirmeye zorladığı 1768 yılı Paskalya Yortusu gününde meydana geldi. Kadını Arcueil’deki şatosunda zorla tutmasından, fiziksel ve cinsel yönden kötü muamele göstermesinden dolayı suçlandı. Ayrıca bu dönemde önemli bir suç olan hakaretten de yargılandı. Kadın ikinci kat penceresinden tırmanarak kaçtı ve gördüğü kötü muamelenin karşılığını alamadı. Sade’nin kayın validesi la Presidente, Sade’yi mahkemeye çıkarmamak için Kral’dan bir belge aldı (lettre de cachet). Bu belge (lettre de cachet) daha sonra marquis için felaket olacaktı.
1763 yılında Sade Paris yakınlarında yaşamaya başladı. Birçok fahişe onun kötü davranışlarından şikâyetçiydi ve polis tarafından gözaltına alındı, yaşanan olaylar hakkında detaylı raporlar tutuldu. Birçok kısa tutuklamadan sonra serbest bırakıldı ve 1768’de Lacoste kalesine geri döndü.
1772 yılında Marseille’de, uşağı Latour ile birlikte öldürücü olmayan, afrodizyak olarak kullanılan kurutulmuş kuduzböceği tozu ile zehirlemekten ve sodomi suçlarından yargılandı. Bu yıl içerisinde ölüm cezasına çarptırıldı. Karısının kız kardeşini de alarak İtalya’ya kaçtı ve kayınvalidesi bu suçu yüzünden onu asla affetmedi. Bu sefer lettre de cachet belgesini onu tutuklatmak için aldı.
Sade ve uşağı 1772 yılının sonlarına doğru Latour Miolans kalesinde yakalanıp tutuklandı ancak dört ay sonra kaçtılar.
Sade daha sonra suç ortağı olacak olan karısının yanına Lacoste kalesinde saklandı. Bir grup genç işçiyi burada hapsetti ve işçiler cinsel tacizlerinden şikâyet edip kaleyi terk ettiler. Sade tekrar İtalya’ya kaçmak zorundaydı. Bu süre içinde İngilizce’ye çevrilmemiş olan yolculuk maceralarını anlatan Voyage d’Italie adlı romanını yazdı. 1776’de Lacoste kalesine geri döndü ve yine çok sayıda hizmetçi kızı zapt etti ve birçoğu kaleden kaçtı. 1777’de hizmetçi kızlardan birisinin babası, kızına sahip çıkmak ve Sade’yi öldürmek için Lacoste kalesine geldi, silahın ateşlenmemesi Sade için büyük şans oldu.
Sonraki yıl aslında bir yıl önce ölmüş olan annesini ziyaret etmek için Paris’e gitti. Burada tutuklandı ve Château de Vincennes’de hapsedildi. 1778’de ölüm cezasının verilmesi için başvurdu ancak tutuklu kaldı. Buradan da kaçtı ancak kısa bir süre sonra yakalandı. Yazmaya tekrar başladı ve burada kendisi gibi erotik yazılar yazan Comte de Mirabeau ile tanıştı ama birbirlerini hiç sevmediler. 1784’de Vincennes hapishanesi kapatıldı ve Sade Bastille’ye gönderildi. 2 Temmuz 1789 hücresinden dışarıdaki kalabalığa doğru yüksek sesle ‘burada tutukluları öldürüyorlar’ diye haykırdı. İki gün sonra Paris yakınlarındaki Charenton akıl hastanesine gönderildi. (Fransız İhtilali’nin başlangıcı sayılan Bastille Buhranı 14 Temmuz’da meydana geldi.)
Sade başyapıtı Les 120 Journées de Sodome (Sodom’un 120 günü) için çalışıyordu. Nakil sırasında eserin müsveddesi kayboldu ancak yazmaya devam etti. Yeni Kurucu Meclis lettre de cachet(kraldan alınan belge) uygulamasını kaldırdıktan sonra 1790’da Charenton hapishanesinden salındı. Kısa bir süre sonra karısı Sade’den boşandı.
Özgürlüğüne kavuşması, siyasette yer alması ve hapsedilmesi
1790’dan sonra özgürlüğüne kavuştuğu dönemde Sade birçok anonim eser yayımladı. Eşini terk etmiş, altı yaşında bir çocuk annesi olan eski oyuncu Marie-Constance Quesnet ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar Marie-Constance Quesnet ile yaşadı.
İhtilalden sonra kendini politikaya adadı, Cumhuriyeti destekledi ve kendini ‘Uygar Sade’ olarak tanımladı. Aristokratik geçmişine rağmen birçok resmi görev elde etmeyi başardı.
1789 yılındaki ayaklanmada Lacosta’daki birçok mülkünün zarar görmesinden dolayı Paris’e yerleşti. 1790’da Ulusal Delege olarak seçilerek liberal siyasi görüşü temsil etti. Radikal görüşlerinden dolayı dile düşmüş Piques mezhebinin üyesiydi. Doğrudan demokrasiyi öneren birçok siyasi kitap yazdı. Aristokrat geçmişinden dolayı devrimci arkadaşlarından tepki gördü. Sade oğlunu reddetmeye zorlandı ve bir sonraki yıl adı belki hatayla belki kasten Fransız İhtilali’nden kaçanlar listesine eklendi.
Terörün hüküm sürdüğü 1793 yılında Jean-Paul Marat’a makamını koruması için takdire değer bir konuşma yazdı. Orta yolculukla suçlandı ve bir yıldan fazla hapsedildi ve büyük ihtimalle idareden kaynaklanan bir nedenle giyotinden kurtuldu. Bu deneyim onun tiranlık rejiminden ve ölüm cezasına olan nefretini pekiştirdi. 1794’te Maximilien Robespierre’nin devrilmesi ve infaz edilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Terör Hükümdarlığı (Reign of Terror) sona erdi.
1796’da Lacoste kalesini yoksulluktan dolayı satmak zorunda kaldı. Kalenin kalıntıları moda tasarımcısı Pierre Cardin tarafından düzenlendi ve burada hala tiyatro festivalleri yapılmakta.
Yazdıklarından dolayı tutuklanması ve ölümü
1801 yılında Napolyon Bonaparte Justine ve Juliette’nin anonim yazarını tutuklama emri verdi. Sade yayımcısının ofisinde tutuklandı ve yargılanmadan hapsedildi; ilk önce Sainte-Pélagie hapishanesinde kaldı ancak buradaki genç tutukluları baştan çıkardığı için katı kuralları olan Bicêtre kalesine gönderildi.
Charenton’a Nakli
Ailesinin de desteğiyle 1803 yılında deli olduğu ifade edildi ve bir kez daha Charenton akıl hastanesine gönderildi. Eski eşi ve çocukları da onun burada kalmasını destekliyorlardı.
Constance’ın Sade’yle birlikte Charenton’da yaşamasına izin verildi. Kurumun merhametli idarecesi Abbé de Coulmier yazdığı oyunları sahnelemesi, Paris halkına sunması ve oradaki hastaları oyuncu yapması için Sade’yi yüreklendirdi. Coulmier’in psikoterapiye garip yaklaşımı pek çok tepki çekti. 1803 yılında yeni polis teşkilatı Sade’yi tek kişilik hücreye nakletti. Coulmier’in bu uygulamayı ılımlılaştırmaya çalışmasına rağmen kâğıt ve kalemden de yoksun bırakıldı.
1813 yılında Fransa hükümeti Colmier’e bütün tiyatro etkinliklerini durdurmasını emretti.
Sade Charenton’da hizmetli olan 13 yaşındaki Madeleine Leclerc ile yeni bir maceraya başladı ve bu macera yaklaşık dört yıl, Sade’nin 1814’teki ölümüne kadar sürdü. Öldükten sonra yakılmayı ve küllerinin savrulmasını vasiyet etti ancak bunun yerine Charenton’da gömüldü. Daha sonra iskeleti frenolojik deneyler için mezarından çıkarıldı. Oğlu geniş kapsamlı çalısması Les Journées de Florbelle de dâhil olmak üzere yarım kalmış, basılmamış bütün müsveddelerini toplayıp yaktı.
Değerlendirme ve eleştiri
Özellikle cinsellikle ilgilenen sayısız yazar ve sanatçı Sade’a hem hayranlık duydu hem de karşı çıktı. Çağdaş karşıtlarından pornografik yazar Rétif de la Bretonne 1793 yılında Anti-Justine’ni yayımladı.
Simone de Beauvoir (Must we burn Sade? – Sade’yi yakmalı mıyız? adlı makalesinde) ve diğer yazarların eserleri 150 yıl boyunca Sade’nin yazılarındaki radikal felsefi özgürlük anlayışından ve varoluşçu felsefesinden izler taşıdı. Ayrıca Sade Sigmund Freud’un psikanalizde ana konusu olan cinsellik ve şiddet dürtüsünün incelemesinde öncü olarak görülür. Sürrealistler (gerçeküstücüler) onu öncüleri olarak görür ve Guillaume Apollinaire onu ‘var olmuş en özgür ruh’ olarak değerlendirir.
Pierre Klossowski 1947 yılında basılan eseri Sade Mon Prochain (Komşum Sade)’de Sade’ın felsefesini incelerken Hıristiyanlık değerleri ve maddeciliği reddettiği için onun nihilizmin (hiççilik) öncüsü olduğunu söyler.
Max Horkheimer’ın ve Theodor W. Adorno’nin Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı eserlerinde bir makale ‘Juliette ya da Aydınlanma ve Ahlak’ başlığıyla yazılmıştır ve Juliette’nin merhametsiz ve çıkarcı davranışarını aydınlanma felsefesinin ifadesi olarak yorumlar. Aynı şekilde psikanalist Jacques Lacan ‘Kant avec Sade’ adlı makalesinde etiğin Immanuel Kant tarafından oluşturulan kategorize edilmiş zorunlulukların tamamı olduğunu söyler.
William E. Connolly’in 1988 yılında yayımladığı ‘Siyasi Teori ve Modernleşme’ adlı eserinde Sade’nin ‘Yatak Odası Felsefesini’ önceki siyasi filozoflara özellikle Rousseau ve Hobbes’e ve onların doğa, erdem ve neden kavramlarını toplumla bağdaştırma çabalarına karşı bir tartışma olarak görür.
Angela Carter, “Sadeian Woman: And the Ideology of Pornography (1979)” (Sade’nin Kadınları: ve Pornografi Ideolojisi) adlı eserinde feminist bir yorum yapar ve Sade’ı ahlaklı ve kadınlara yer veren bir pornografi yazarı olarak niteler. Aynı şekilde Susan Sontag da “The Pornographic Imagination” (Pornografik İmgelem-1967) adlı makalesinde Sade ve Georges Bataille’yi haklı görür ve eserlerinin sansürlenmemesini söyler.
Buna karşılık Andrea Dworkin Sade’ı ibret alınacak bir kadın avcısı olarak görür ve pornografinin kadınlara şiddete yol açacağını iddia eder. Pornography: Men Possessing Women (Pornografi: Kadınlara Sahip Olan Erkekler–1979) adlı eserinin bir bölümünü Sade’yi incelemeye ayırmıştır. Susie Bright Dworkin’nin çok sayıda şiddet ve kötü muamele öğesi içeren ilk romanı ‘Ice and Fire’ (Buz ve Ateş)’i Sade’ın Juliette romanının yeniden anlatılmış şekli olarak görülebileceğini iddia eder.
Eserleri
Roman ve Hikâyeleri
Justine, Les Infortunes de la Vertu (ou les Malheurs de la Vertu, or Good Conduct Well-Chastised)
Juliette, or Vice Amply Rewarded (l’Histoire de Juliette, sa soeur [ou les Prosperites du vice])
The 120 Days of Sodom, or the School of Freedoms (Les 120 Journees de Sodome, ou l’Ecole de libertinage)
Incest (Hesperus Classics)
The Crimes of Love (Les Crimes de l’Amour, Nouvelles heroiques et tragiques)
Vol. I
Juliette et Raunai, ou la Conspiration d’Amboise, nouvelle historique
La Double Epreuve
Vol. II
Miss Henriette Stralson, ou les Effets du desespoir, nouvelle anglaise
Faxelange, ou les Torts de l’ambition
Florville and Courval, or The Works of Fate (Florville et Courval, ou le Fatalisme)
Vol. III
Rodrigue, ou la Tour enchantee, conte allegorique
Laurence and Antonio, An Italian Tale (Laurence et Antonio, nouvelle italienne)
Ernestine, A Swedish Tale (Ernestine, nouvelle suedoise)
Vol. IV
Dorgeville, ou le Criminel par Vertu
La Comtesse de Sancerre, ou la Rivale de sa fille, anecdote de la Cour de Bourgogne
Eugenie de Franval
Voyage d’Italie
Le Portefeuille d’un homme de lettres (Destroyed / Lost)
OEuvres diverses (1764 – 1869)
Le Philosophe soi-disant
Voyage de Hollande
La Marquise de Gange (1813)
Contes et Fabliaux du XVIII siecle, par troubadour provencal
Historiettes
Le Serpent
La Saillie gasconne
L’Heureuse Feinte
Le M… puni
L’Eveque embourbe
Le Revenant
Les Harangueurs provencaux
Attrapez-moi toujours de meme
L’Epoux complaisant
Aventure incomprehensible
La Fleur de chataignier
Contes et Fabliaux
L’Instituteur philosophe
La Prude, ou la Rencontre imprevue
Emilie de Tourville, ou la Cruaute fraternelle
Augustine de Villeblanche, ou le Stratageme de l’amour
Soit fait ainsi qu’il est requis
Le President mystifie
La Marquise de Theleme, ou les Effets du libertinage (Destroyed / Lost)
Le Talion
Le Cocu de lui-meme, ou les Raccommodement imprevu
Il y a place pour deux
L’Epoux corrige
Le Mari pretre, conte provencal
La Chatelaine de Longueville, ou la Femme vengee
Le Filous
Appendice
Les Dangers de la bienfaisance
Aline et Valcour, ou le Roman philosophique (1795)
Adelaide de Brunswick, princesse de Saxe
Les Journees de Florbelle, ou la Nature devoilee, suivies des Memoires de l’abbe de Modose et des *Adventures d’Emilie de Volnange servant de preuves aux assertions (Destroyed / Lost)
Les Conversations du chateau de Charmelle (First Draft of Les Journees Florbelle, Destroyed / Lost)
Les Delassements du libertin, ou la Neuvaine de Cythere (Destroyed / Lost)
La Fine Mouche (Destroyed / Lost)
L’Heureux Echange (Destroyed / Lost)
Les Inconvenients de la pitie (Destroyed / Lost)
Les Reliques (Destroyed / Lost)
Le Cure de Prato (Destroyed / Lost)
Histoire secrete d’Isabelle de Baviere, reine de France (1953)
Tarihi Öyküleri
La Liste du Suisse (Destroyed / Lost)
La Messe trop chere (Destroyed / Lost)
L’Honnete Ivrogne (Destroyed / Lost)
N’y allez jamais sans lumiere (Destroyed / Lost)
La justice venitienne (Destroyed / Lost)
Adelaide de Miramas, ou le Fanatisme protestan (Destroyed / Lost)
Makaleleri
Reflections on the Novel (Idee sur les romans, introductory text to Les Crimes de l’Amour)
The Author of Les Crimes de l’Amour to Villeterque, Hack Writer (1803) (L’Auteur de “Les Crimes de *l’Amour” a Villeterque, folliculaire)
Oyunları
Dialogue Between a Priest and a Dying Man (Dialogue entre un pretre et un moribond)
Philosophy in the Bedroom (La Philosophie dans le boudoir)
Oxtiern, The Misfortunes of Libertinage (1800) (Le Comte Oxtiern ou les Effets du Libertinage)
Les Jumelles ou le /choix difficile
Le Prevaricateur ou le Magistrat du temps passe
Jeanne Laisne, ou le Siege de Beauvais
L’Ecole des jaloux ou la Folle Epreuve
Le Misanthrope par amour ou Sophie et Desfrancs
Le Capricieux, ou l’Homme inegal
Les Antiquaires
Henriette et Saint-Clair, ou la Force du Sang (Destroyed / Lost)
Franchise et Trahison
Fanny, ou les Effets du desespoir
La Tour mysterieuse
L’Union des arts ou les Ruses de l’amour
Divertissement (missing)
La Fille malheureuse (Destroyed / Lost)
Les Fetes de l’amitie
L’Egarement de l’infortune (Destroyed / Lost)
Tancrede (Destroyed / Lost)
Siyasi Yazıları
Adresse d’un citoyen de Paris, au roi des Français (1791)
Section des Piques. Observations presentées à l’Assemblee administrative des hopitaux (28 octobre 1792)
Section des Piques. Idée sur le mode de la sanction des Lois; par un citoyen de cette Section (2 novembre 1792)
Pétition des Sections de Paris à la Convention nationale (1793)
Section des Piques. Extraits des Registres des déliberations de l’Assemblée générale et permanente de la Section des Piques (1793)
La Section des Piques à ses Frères et Amis de la Société de la Liberté et de l’Égalite, à Saintes, departement de la Charente-Inferieure (1793)
Section des Piques. Discours prononcé par la Section des Piques, aux manes de Marat et de Le *Pelletier, par Sade, citoyen de cette section et membre de la Société populaire (1793)
Petition de la Section des Piques, aux representants de peuple français (1793)
Les Caprices, ou un peu de tout (Destroyed / Lost)
Ölümünden sonra kitaplarında yayımlanan notları ve mektupları
Letters From Prison
Correspondance inédite du Marquis de Sade, de ses proches et de ses familiers, publiée avec une introduction, des annales et des notes par Paul Bourdin (1929)
L’Aigle, Mademoiselle…, Lettres publiées pour la première fois sur les manuscrits autographes inédits avec une Préface et un Commentaire par Gilbert Lely (1949)
Le Carillon de Vincennes. Lettres inédites publiées avec des notes par Gilbert Lely (1953)
Cahiers personnels (1803-1804). Publiés pour la première fois sur les manuscrits autographes inédits avec une préface et des notes par Gilbert Lely (1953)
Monsieur le 6. Lettres inédites (1778 – 1784) publiées et annotées par Georges Daumas. Préface de *Gilbert Lely (1954)
Cent onze Notes pour La Nouvelle Justine. Collection “La Terrain vague,” no. IV (1956)
Sade üzerine yapılan çalışmalar
Marquis de Sade: his life and works. (1899) by Iwan Bloch (download)
Sade Mon Prochain. (1947) by Pierre Klossowski
Lautréamont and Sade. (1949) by Maurice Blanchot
The Marquis de Sade, a biography. (1961) by Gilbert Lély
The life and ideas of the Marquis de Sade. (1963) by Geoffrey Gorer
Sade, Fourier, Loyola. (1971) by Roland Barthes (Life of Sade download)
De Sade: A Critical Biography. (1978) by Ronald Hayman
The Sadeian Woman: An Exercise in Cultural History. (1979) by Angela Carter
The Marquis de Sade: the man, his works, and his critics: an annotated bibliography. (1986) by *Colette Verger Michael
Sade, his ethics and rhetoric. (1989) collection of essays, edited by Colette Verger Michael
Marquis de Sade: A Biography. (1991) by Maurice Lever
The philosophy of the Marquis de Sade. (1995) by Timo Airaksinen
Sade contre l’Être suprême. (1996) by Philippe Sollers
A Fall from Grace (1998) by Chris Barron
Sade: A Biographical Essay (1998) by Laurence Louis Bongie
An Erotic Beyond: Sade. (1998) by Octavio Paz (review)
The Marquis de Sade: a life. (1999) by Neil Schaeffer
At Home With the Marquis de Sade: A Life. (1999) by Francine du Plessix Gray
Sade: from materialism to pornography. (2002) by Caroline Warman
Marquis de Sade: the genius of passion. (2003) by Ronald Hayman
Marquis de Sade: A Very Short Introduction (2005) by John Phillips
Faut-il bruler Sade? 1966 Simone De Beauvoir (Sade’ı Yakmalı Mı?1997)
Sociopath – In The Name Of Marquis De Sade
Arthur Rimbaud, “La Chasse spirituelle”
Verlaine’e göre “La Chasse spirituelle” şiiri, Rimbaud’nun en önemli çalışması. Ancak şiirin yer aldığı defter, ne yazık ki iddia edildiğine göre Rimbaud’nun arkadaşları tarafından kaybedilmiş..
Hayatı
20 Ekim 1854’te Fransa’nın kuzeyinde Ardenler bölgesinde Charleville kasabasında, Bourbon Sokağı 73 numaralı evde doğar. Subay olan babası Frédéric, annesi Vitalie’yi genç yaşta terk eder. Vitalie Cuif(Rimbaud)’un Roche kenti yakınlarında çiftlik sahibi olan varlıklı bir aileden geliyordu. İlk doğan çocuklarına babanın adı olan Frédéric ismi konulur. Ailenin ikinci çocuğu Arthur, üçüncü çocuğu annesiyle aynı adı paylaşan Vitalie, dördüncü çocuğu Rimbaud’un hayatında önemli rolleri olan Isabelle’dir.
Annenin genç yaşta eşinden ayrılmasının baskısıyla yaşayan Rimbaud 8 yaşında laik bir eğitim sistemi olan Rossat Okulu’na verilir. Daha sonra Sous Les Alleés sokağına taşınırlar ve Sofu olan annesi tarafından dini eğitimde verilen Charleville Koleji’ne verilir. Din dersleri ve Latincesi oldukça iyi olan Rimbaud’a okulda “küçük pis yobaz” adı takılır. Öğretmeni Ariste Lheriter’in destekleri üzerine yazdığı şiire daha çok özenir. O sıralarda Çağdaş Parnasse dergisini okur, Théophile Gauiter, Théodore de Banville, Léon Dierx ve Paul Verlaine gibi şairlerin şiirleriyle tanışır. Charleville’de düzenlenen geleneksel edebiyat yarışmasında birinci olur.
Öksüzlerin Yılbaşı Armağanları (Les Etrennes des Orphelins) adlı şiirini Revue Pour Tous dergisine gönderir ve bilinen ilk yazılı şiiri budur. George Izambard ile tanışıp, fikirlerinden etkilenir.Ofelya, Demirci, İzlenim, Güneş ve Ten gibi şiirleri bu döneme rastlar. Bu sırada çıkan Paris Komünü ayaklanması ve Prusya-Fransa savaşı siyasi çizgisinide belirlemiş olur. Paris’te çıkan La Charge gazetesinde Üç öpücük şiiri yayınlanır. Henüz 16 yaşındayken evden kaçıp Paris’e gider. Bundan sonra evden savaş ortamında 2 kere daha kaçmasına rağmen, perişan hallerde geri döner. Bu sırada Paris’in meşhur kafelerinde şiirler yazıp, çağın sanatı, siyaseti hakkında tartışmalara katılır ve absint içip, afyon yutmaya başlar. En son evden kaçışında, mektup ve şiirle dostluğunu pekiştirdiği dostu Verlaine’nin evine sığınır. Bundan sonraki dönemde yazdığı şiirler olgunluk dönemine ulaşır. 1873’te ilk şiir kitabı Cehennemde Bir Mevsim (Une Saison En Enfer) yayımlanır. Verlaine’nin eşiyle arasının açılması ve Rimbaud ile eşcinsel ilişkilerinin başlamasıyla; Fransa’da dışlanan ikili Almanya ve Belçika seyahatlerine başlarlar. Verlaine, Rimbaud’u Brüksel’de bir tabanca kurşunu ile yaralamasının ardından, eşcinsel ilişkileri yüzünden başları belaya girer. Verlaine kürek mahkumu olarak hapse atılır, Rimbaud ise serbesttir. 1875’te son kez görüşmelerinden sonra bir daha asla görüşmezler. Bu tarihten sonra da şiir yazmayı bırakır.
Hayatının son kısmı (1875-1891)
1878’de Marsilya’dan İskenderiye’ye geçer ve bir süre Kıbrıs Larnaka’da Rum, Türk ve Araplara çevirmenlik yapar. Buradaki şirketin kapanmasıyla Afrika’ya yol alır, Habeşistan Harrar bölgesinde, Mısır’ın işgal altında olmasından faydalanıp; kahve, fildişi, deri, ıtır ve zamk üretimi yapan Vianney Bardey firmasında işe başvurur. Asistanlığın yanı sıra silah tüccarlığına başlar, bu işlerden çok para kazanır. Afrika’da geçirdiği günlerde dinini İslam olarak değiştirdiği söylentisi olsa da, somut bir delil yoktur. Daha sonra kalçasında oluşan bir şişlik ve yarayla hastaneye yatar, teşhis Kalça Neoplazmasıdır (bir çeşit kalça kanseri), bu yüzden bir bacağı kesilir. 21 Mayıs’ta annesine yazdığı mektupta hastalığından sinovit, hidrartroz, eklem ve kemik hastalığı olarak bahseder. Bu sırada asker kaçağı olarak arandığı için hasta haliyle zor günler yaşar. Sadece “Jean Rimbaud” ismini kullanır ve kayıtlarda ismi bu şekilde geçer. Aşırı morfin tüketimi ve kanserin yayılması ölümünü hızlandırır. 10 Kasım 1891’de henüz 37 yaşındayken Marsilya’da ölür. Rimbaud’un 10 yılı aşkın çetin çalışmasının toplam ürünü 36.000 altın franktır, 8 yıl yanında hizmetkarlığını yapan Camii’ye 10.000 frankının verilmesini, Isabelle’e vasiyet eder. Marsilya Conception Hastanesinin avlusunda şöyle bir levha vardır:
“ “Aden’den gelen şair JEAN ARTHUR RIMBAUD yeryüzü serüveninin son bölümünü 10 Kasım 1891’de BURADA tamamladı”
Çalışmaları
Şiirler
Esrik Gemi (1871)
Cehennemde Bir Mevsim (1873)
Illuminations (1874)
Rimbaud ile ilgili çalışmalar
Habeşistan’da Bir Mevsim: Paul Strathern’in Rimbaud’un Etiyopya’daki hayatını inceleyen kişileştirmesi.
Sayıklamalar Bir Arthur Rimbaud Yorumu: Jeremy Reed’in Rimbaud üzerine incelemesi.
Rimbaud ya da Büyük İsyan: Henry Miller’ın Rimbaud üzerine incelemesi.
Rimbaud: Ateş Hırsızı Yaşamı, Sanatı, Tüm Şiirleri: Erdoğan Alkan’ın Rimabud’un hayatını şiirlerini incelediği biyografik kitabı
Rimbaud’a Akıl Notları: Küçük İskender’in Rimbaud’nun erken yaşta yazdığı önemli şiirlere ve o yaşta sahip olduğu bilince atıfta bulunarak, genç şiir ilgililerine yollar çizmek ve cesaret vermek için yazdığı denemelerden oluşan kitabı
Yahya Kemal Rimbaud’yu Okudu mu?:Çeviriler ve Rimbaud üzerine Hasan Bülent Kahraman araştırma kitabı
Arthur Rimbaud; Yaşamı,sanatı ve eserleri, Erdoğan Alkan
Sylvia Plath’in ikinci romanı
“Double Exposure” ya da “Double Take”; Sylvia Plath’in 1963’teki ölümüyle yarım kalmış ikinci romanının adı bunlardan biriydi. 1970’lerde ise bu romanın izi kaybedildi.
Hayatı
(d. 27 Ekim 1932 Boston – ö. 11 Şubat 1963 Londra), ABD’li şair ve yazardır. Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan Plath, aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren Sırça Fanus kitabının yazarı olarak bilinir. Anne Sexton ile birlikte, Plath gizdökümcü şiirin önemli isimlerinden biridir.
1932 yılında Alman bir baba ve ABD’li bir anneden, Massachusetts’te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College’deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955’te Smith College’den summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi’ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity’de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes’la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston’da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere’ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra’da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton’a yerleştiler. Çiftin Sylvia’nın kıskançlık krizleriyle başlayan sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra’ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats’e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962-1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963’te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir.
Eserleri
Şiirleri
The Colossus (1960)
Ariel (1965)
Crossing the Water (1971)
Winter Trees (1972)
The Collected Poems (1981)
Düz Yazı
The Bell Jar (1963)
Letters Home (1975)
Johnny Panic and the Bible of Dreams (1977)
The Journals of Sylvia Plath (1982)
The Magic Mirror (1989)
The Unabridged Journals of Sylvia Plath
Çocuk Kitapları
The Red Book (1976)
The It-Doesn’t-Matter-Suit (1996)
Collected Children’s Stories (İngiltere, 2001)
Mrs. Cherry’s Kitchen (2001)
Türkçeye Çevrilen Eserleri
Ariel, (İmge Kitabevi)
Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı, (Altıkırkbeş Yayınları)
33. İstanbul Film Festivali’nin ”Uluslararası Yarışma” bölümünde festivalin büyük ödülü Altın Lale için, sanat ve sanatçı temasını işleyen ya da bir edebiyat eserinden uyarlanan 11 film yarışacak.
Altın Lale Uluslararası Yarışma Jürisi’nin başkanlığını A Separation / Bir Ayrılık ve The Past / Geçmiş filmleriyle tanınan İranlı Yönetmen Asghar Farhadi üstlenecek.
İşte 5-20 Nisan tarihlerinde arasında gerçekleştirilecek festivalde Altın Lale için yarışacak filmler.
FRANK | Yönetmen: Lenny Abrahamson
Oyuncular: Michael Fassbender, Domhnall Gleeson, Maggie Gyllenhaal, Scoot Mcnairy
Geçen yılın Altın Lale ödüllü filmi Ne Yaptın Richard?’ın yönetmeni Lenny Abrahamson, ilk gösterimi Ocak’ta Sundance’te gerçekleşen yeni filmi Frank ile bir kez daha festivalin Uluslararası Yarışması’nda. Abrahamson, bu sefer bizi eksantrik bir müzik grubunun içine sokuyor. Rehberimizse, grubun yeni üyesi olan, genç ve hevesli müzisyen Jon. Grubun en ilginç özelliğiyse, lideri (ve filme adını da veren) Frank. Michael Fassbender’in canlandırdığı Frank, kafasında devasa bir maske taşıyan ve koyduğu ilginç kurallarla grubu bir arada tutan ilginç bir figür. Bu nevi şahsına münhasır karakterin esin kaynağıysa, İngiliz punk grubu The Freshies’in de liderliğini yapmış İngiliz şarkıcı/komedyen Chris Sievey’nin sahne personası Frank Sidebottom.
Oyuncular: Thorbjörg Helga Dyrfjörd, Ingvar E. Sigurdsson, Halldora Geirhardsdottir
İzlanda sinemasının en ilgi çekici simalarından Ragnar Bragason, dram ile komedi arasında ustaca bir denge kurmasıyla tanınıyor. Bragason son filmini şöyle özetliyor: “Bu filmde bir kız var, heavy metal var, bir de inekler var. Metalci dramatik bir film. Hem müşfik, hem haşin, arada da isyankârca komik. Filmde, korkunç bir kayıp yaşanıyor. Hayat boyunca çektiğimiz acılara nasıl katlandığımız, aile olgusu, hayaller, kâbuslar mercek altına alınıyor.” Heavy metal’e şapka çıkaran bu hem komik hem de duygusal film, gözlerden uzak bir çiftlikte büyüyen ve rock yıldızı olmayı çok ama çok isteyen bir genç kızın hikâyesini anlatıyor.
ÇÖLDEKİ İZLER | TRACKS| TRACKS | Yönetmen: John Curran
Oyuncular: Mia Wasikowska, Adam Driver
John Curran’ın yeni filmi Tracks, Avustralyalı yazar Robyn Davidson’ın kendi anılarını kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. Mia Wasikowska’nın Davidson’ı canlandırdığı film, yazarın köpeği ve dört deveyle 1977 yılında Avustralya çöllerinde yaptığı yolculuğu konu alıyor. Adam Driver ise, Davidson’ın yolculuğunu kaydeden National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan rolünde. Film büyüleyici görüntüler eşliğinde nefes kesici bir yolculuğu anlatırken; genç bir kadının meydan okuyuşuyla feminizmden, hikâyenin geçtiği coğrafya nedeniyle sömürgeciliğe kadar pek çok temaya da değiniyor. Yönetmen John Curran, New York’tan Avustralya’ya yerleştiği dönemde, 80’li yıllarda keşfetmiş Robyn Davidson’ın kitabını. Genç kadının bir anlamda kendisini de keşfetmek için yaptığı bu yolculuğu, kendi yolculuğuna çok yakın bulan Curran, yıllar sonra bu uyarlamayı yapmaktan büyük heyecan duymuş.
TOM ÇİFTLİKTE | TOM À LA FERME| TOM AT THE FARM | Yönetmen: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Pierre-Yves Cardinal, Lise Roy, Evelyne Brochu
Yazar, yönetmen ve oyuncu Xavier Dolan, yine programda yer alan trans hikâyesi Laurence Anyways ile Cannes’dan ödülle dönmüştü. Hitchcockvari bir psikolojik gerilim olan dördüncü uzun metrajlı filminde Dolan, yine farklı bir film türünü deniyor. Filmde (yönetmenin canlandırdığı) Tom,sevgilisi Guillaume’un cenazesi için Quebec kırsalına gidiyor. Orada, Guillaume’un annesi ve son derece maço abisi Francis ile tanışıyor. Kederli ailenin bu ilişkiden haberinin olmadığı açık olmasına açık da, Francis şaşırtıcı bir oyunun kurallarını birer birer koymaya başlayınca işler iyice karışıyor. Bu oyun Tom’u hem boğuyor hem de heyecanlandırıyor.
DÜNYADA 20.000 GÜN | 20,000 DAYS ON EARTH | Yönetmen: Iain Forsyth, Jane Pollard
Oyuncular: Nick Cave
20.000 gün yaşayan biri kaç yaşındadır? Görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard, çektikleri bu ilk uzun metrajlı filmde kurmacayla gerçekliği birleştirerek uluslararası kültür ikonu, müzisyen ve senarist, bu dünyaya gelmiş en ilginç sanatçılardan Nick Cave’in 24 saatini anlatıyorlar. Nick Cave’in hem konu hem de başrol olduğu film, sanatsal yaratım sürecine mahrem bir bakış atarken aynı zamanda bu dünyada yaşadığımız süreyi iyi kullanıp kullanmadığımızı sorgulamamızı da istiyor.
“Ortalıkta çok müzik belgeseli var. Bunların bazılarına baktık ve nasıl bir şey yapmamamız gerektiğini anladık. Ian ve Jane işe farklı bir açıdan yaklaştıklarını açıkça belli eden bir kavramsal çerçeveyle geldiler. Her şeyi onların ellerine bırakıp neler olacağını göremeye karar verdim. Storyboard’ları daha en başından bile gayet belirgindi ve bu sayede ben de rahatlamış oldum.” – Nick Cave
TAŞ BEBEK | PAPUSZA| PAPUSZA | Yönetmen: Joanna Kos-Krauze, Krzysztof Krauze
Oyuncular: Jowita Budnik, Antoni Pawlicki, Zbigniew Waleryś, Artur Steranko
Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan Taş Bebek, Papusza lakaplı Bronisława Wajs’ın trajik kaderini anlatıyor. Papusza şiirlerini resmi olarak yayımlayan ve Lehçeye çevrilen ilk Roman şairdir. Tüm bunlar iki adamın çabasıyla gerçekleşir: Polonya’daki Roman cemaatinin yaşayışına odaklanan şair tarihçi Jerzy Ficowski ve Julian Tuwim. Karlovy Vary’de prömiyerini yapan Taş Bebek, Roman cemaatini etkileyen olaylarla bu efsanevi şairin hikâyesini anlatıyor: “Papusza tanınan biri. Hayat hikâyesi bir zamanlar lanetli şairi anlatan bir efsane olarak düşünülürdü. Bu hikâyeyi canlandırabilmek için doğru dili aradık. Siyah-beyaz çekim, hikâyeye duygusal bir kesinlik kattı. 1950-1960’larda çekilen fotoğraflardan esinlendik. Görüntülerin güzel olmasını istedik; çünkü artık bu dünyayı yeniden yaratamayız: 1950’lerin Polonya’sında bir shtetl. Bunun doğru yaklaşım olup olmadığına karar vermek ise izleyici ve eleştirmenlere kalmış.” – Joanna Kos-Krauze
BULUŞMA | ÅTERTRÄFFEN| THE REUNION | Yönetmen: Anna Odell
Oyuncular: Anna Odell, Anders Berg Berg, Robert Fransson, Sandra Andreis, Rikard Svensson, Niklas Engdahl
Böyle bir mezunlar günü görmediniz! Kimse kendisi değil, her şey allak bullak… Ünlü İsveçli sanatçı Anna Odell bizi bu filmle, sıkıntılı bir mezunlar buluşmasına davet ediyor. Mezunlar gününe çağrılmayınca Odell sahte bir buluşma sahneliyor, çocukluğunu kâbusa çeviren eski sınıf arkadaşları rolünde oyuncuları yerleştirip bütün olayı filme çekiyor. Sonrasında da tepkilerini bilmek istediği için, bu filmi gerçek sınıf arkadaşlarına izletiyor. İşte kıyamet böyle kopuyor. Gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgiyi epey esneten Buluşma, bir yandan da izleyiciyi grup içi dinamikler ve kurulu hiyerarşiler üzerine düşünmeye davet ediyor. “Okul deneyimlerimiz bizi ciddi şekilde etkiliyor ve yaşamımız boyunca, birbirimize şekil veriyoruz, birbirimizi etkiliyoruz. Diğer bir ifadeyle, bu ilişkileri yeni bir bağlama taşıyarak, eski tatsız deneyimlerden kurtulabilir, tamamen değişebiliriz. Yıllardır akran zorbalığı konusunu işlemek istiyordum. İlkokulda zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım.” –Anna Odell
ÜÇLEME | TRIPTYQUE| TRIPTYQUE | Yönetmen: Robert Lepage, Pedro Pires
Festival takipçilerinin çok iyi tanıdıkları Kanadalı Robert Lepage’ın (Günah Çıkarma,Yalan Makinası ve Ayın Saklı Yüzü) Pedro Pires ile beraber yönettiği Üçleme, isminin de çağrıştırdığı gibi üç bölümden oluşuyor. Lepage’ın 9 saatlik tiyatro oyunu Lipsynch’in sinema uyarlaması olan filmde birbiriyle bağlantılı üç karakterin yaşamlarına giriyoruz. Gerçek bir edebiyat tutkunu olan ve şizofreni tanısıyla kaldırıldığı akıl hastanesinden yeni çıkan kitapçı Michelle… Beynindeki bir tümör nedeniyle konuşma yeteneğini kaybetme riskiyle karşı karşıya olan, Michelle’in şarkıcı kardeşi Marie… Marie’nin önce doktoru, daha sonraysa sevgilisi olan, elleri sürekli titreyen alkolik beyin cerrahı Thomas… Lepage, bu üç karakterin hayatındaki dönüm noktalarını birbirine bağlarken; yalnızlık, delilik, hafıza gibi konulara değiniyor. Pek çok biçimci numarayla geçmiş ile bugün, hayal ile gerçek iç içe geçiyor ve bu üç karakterin hikâyeleri, yan yana geldiğinde, tek bir resim oluşturuyor.
Martin Provost’un Toronto Film Festivali’nde prömiyerini yapan filmi Violette, adını Fransızkamuoyunda kadın cinselliği, kürtaj gibi meseleleri tartışmaya açan ilk yazarlardan Violette Leduc’ten alan bir dönem filmi. Evlilik dışı bir ilişkiden doğan Violette, yıllarca çaba gösterdikten sonra ancak 1964 yılında La Bâtarde / Piç adını verdiği anılarıyla şöhreti yakaladı. Violette’in ünlü kadın yazar Simone de Beauvoir ile ömür boyu süren dostluğu ve Jean Genet ile mesleki yakınlığını merceği altına yatıran film, feminizm, dostluk ve edebiyat kavramlarını da sorguluyor. “Violette hakkında bulduklarım ne kadar artarsa, içinde sakladıkları beni o kadar etkiliyordu; kırılganlığı, kırgınlığı, ki bunlar yanında herkesin bildiği skandallara karışan şatafatlı kişiliği (yani şöhrete kavuştuğu 1960’lardan sonra) beni pek ilgilendirmedi, bir maske sayılırdı bunlar. Hayat ona iyi davranmadı. İnsanlar onun zor olduğunu söylerdi. Ama bu bana yetmedi.” – Martin Provost
Oyuncular: Ellen Dorrit Petersen, Henrik Rafaelsen, Vera Vitali, Marius Kolbenstvedt
Joachim Trier’in Reprise / Tekrar ve Oslo,31 Ağustos gibi birçok ödüllü filminin senaryosunda imzası bulunan Norveçli yönetmen Eskil Vogt’un ilk uzun metrajlı filmi Körlük, görme duyusunu kaybedince eve kapanan bir kadın yazarın aklını da kaybetmemek için gerçekliğe sıkı sıkı sarılma mücadelesini işleyen, gerilimli olduğu kadar mizah unsurlarını da kullanan bir dram. Görüntü yönetmenliğini Dogtooth / Köpekdişi’nin de kameramanlığını üstlenen Thimios Bakatakis’in yaptığı ve yalnızca görme değil yazma ve yalnızlık üzerine de bir film olan Körlük, gerçeküstü atmosferi, seyrek diyalogları ve sürprizli mizahıyla son derece özgün. “Filmde körlük nasıl gösterilir? En bariz yöntem ekranı karartmak, izleyiciyi sesle yönlendirmek olacaktır. (…) Bense çokça, bir ayrıntıyı soyutlama ya da bir görüntüyü daha fazla tutma yoluyla görsel beslemeyi kısıtladım. Filmin biçimi ve biçeminin kilidi bu oldu. Ve körlük, çelişkili de olsa, çok sinemasal aslında; sinemanın en temel yanlarını içeriyor: görmek, görülmek, aydınlık, karanlık…” –Eskil Vogt
BEN, KENDİM VE ANNEM | LES GARÇONS ET GUILLAUME À TABLE!| ME, MYSELF AND MUM | Yönetmen: Guillaume Gallienne
Başta anneniz olmak üzere çevrenizdeki herkes sizin eşcinsel olduğunuzu söylüyorsa, eşcinsel olmadan büyümek mümkün müdür? İşte Guillaume’un açmazı burada! Burjuva kökeninden tutun, sahne hayatına kadar, kadınları belki biraz fazlaca seven bir aktörün açılma komedisi bu… Ünlü Fransız sanatçı Guillaume Gallienne’in yıllardır sahneye koyduğu tek kişilik gösterisinin beyazperde uyarlamasında, sanatçının cinsel anlamda biraz karışık geçen gençlik günlerine dönüyoruz. Annesi hep kız çocuğu istemiş ama oğlu olmuş ve zamanla Guillaume’u kendi kendine eşcinsel varsaymış. Guillaume film boyunca eşcinsel film klişelerini ve büyüme öykülerini ti’ye alıyor; filmde hem kendi gençliğini hem de annesini canlandırıyor: “Annemle ilgili ilk anım dört beş yaşımdan. İki erkek kardeşimle beni masaya şöyle çağırıyordu: ‘Oğullarım, Guillaume, yemeğe!’ Yaptığımız en son telefon konuşmasında da annem telefonu şöyle kapattı: ‘Kendine iyi bak, benim kocaman kızım.’ Eh, haliyle bu iki anının arasında, epey bir yanlış anlaşılma da oldu.”
MUTLU YILLARIMIZ | ANNI FELICI| THOSE HAPPY DAYS | Yönetmen: Daniele Luchetti
Oyuncular: Martina Gedeck, Kim Rossi Stuart, Micaela Ramazzotti, Samuel Garofalo, Niccolò Calvagna, Benedetta Buccellato, Pia Engleberth
Abim Evin Tek Çocuğu ve Hayatımız ile tanıdığımız Daniele Luchetti, kısmen otobiyografik yeni filmi Mutlu Yıllarımız’da seyirciyi 70’li yıllara götürüyor. Küçük Dario’nun anlatıcı görevini üstlendiği bu yolculukta sorunlu bir ailenin dünyasına dalıyoruz. Dario’nun babası Guido, bir türlü istediği başarıya ulaşamayan ve giderek içine kapanan bir sanatçı. Annesi Serena ise kocasına deli gibi âşık ve tam da bu yüzden ne bencilliğine ne de kaçamaklarına tahammül edebiliyor. Dönemin özgürlük rüzgârı çok geçmeden bu aileyi de yakalıyor ama böylece anne ve baba birbirinden daha da uzaklaşıyor. Küçük Dario ise sinemaya olan ilgisini keşfediyor ve olan biteni el kamerasıyla kaydetmeye çalışıyor. Yönetmen Luchetti’ye göre, peliküle ve onun kendine has kokusuna bir saygı duruşu olan Mutlu Mutlu Yıllarımız’ın ilk gösterimi Toronto Film Festivali’nde yapılmıştı.
Anadolu’da yapılacak etkinliklerden ulaşabildiklerimizi sizler için derlemeye çalıştık. Aşağıdan takip edebilirsiniz. ” Sanat sizin için”
ANKARA
Modern Dans Topluluğu’nun (MDT) 20. yılı, eski ve yeni eserlerin sahneleneceği özel bir törenle 16 Şubat’ta kutlanacak.
Uluslararası 2. El Film Festivali, ”Elemiyoruz, ellemiyoruz” sloganıyla 20 Şubat’ta yola çıkacak. Bilkent Senfoni Orkestrası, bugün saat 20.00’de Bilkent Konser Salonu’nda ”Sevgililer Günü Konseri”yle dinleyiciyle buluşacak.
Tiyatro
Akün Sahnesi:
İskender Altın’ın yönettiği, Moises Kaufman’ın yazdığı ”33 Varyasyon” bugün, yarın, 16 ve 17 Şubat’ta izlenebilecek. Oyunda, Erdal Küçükkömürcü, İpek Çeken, Meltem Baytok, Mehmet Akay, Ulaş Ersoy, Eda Aydınlı, Tunç Yıldırım rol alıyor.
”Fosforlu Cevriye”, 19-20 Şubat’ta izleyicinin karşısında olacak.
Altındağ Tiyatrosu:
Füruzan’ın yazdığı, Funda Mete’nin yönettiği ”Kış Gelmeden” bugün, yarın, 16 ve 17 Şubat’ta izlenebilecek.
Küçük sanatseverler için ”Boğaçhan” 19 Şubat’ta sahnelenecek.
”Yosunlar”, 19 ve 20 Şubat’ta izleyicinin beğenisine sunulacak.
Büyük Tiyatro:
Kenan Işık’ın Şeyh Galib’in eseri Hüsnü Aşk’tan esinlenerek yazıp yönettiği ”Aşk Hastası” ise yarın ve 17 Şubat’ta seyredilebilecek.
”Kerbela”nın temsili 19 Şubat’ta verilecek.
Cüneyt Gökçer Sahnesi:
”Cyrano De Bergarac” bugün, yarın, 16 ve 17 Şubat’ta sahne alacak. Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği, Edmond Rostand’ın yazdığı, Sabri Esat Siyavuşgil’in çevirdiği oyunda Durukan Ordu, Zeynep Yasa, İrfan Kılınç, İsmet Numanoğlu ve Edip Tümerkan rol alıyor.
”Aşk Hastası” 19-20 Şubat’ta seyredilebilecek.
Küçük Tiyatro:
Shakespeare’nin aynı adlı eserinden uyarlanan ”Venedik Taciri” ise hafta boyunca temsil verecek.
”Ben Ödüyorum”, 19-20 Şubat’ta seyircinin karşısında olacak. Bulgar yönetmen Vladlen Alexandrov’un yönettiği oyunda Olcay Kavuzlu, Şevki Çepa, Sinem Şahin, Nurcan Süer ve Ceren Narinoğlu rol alıyor.
”Keloğlan Keleşoğlan” 20 Şubat’ta küçük sanatseverlerle bir araya gelecek.
Oda Tiyatrosu:
”Euridice’nin Elleri”, bugün, yarın ve 16 Şubat’ta seyredilebilecek. Pedro Bloch’un kaleminden Yurdaer Okur’un yönettiği, oyunda aynı evde yaşamalarına rağmen birbirlerini tanıyamayan insanların evliliklerinin nasıl iflasa sürüklediği anlatılıyor.
”Hüzzam”, 19-20 Şubat’ta sahnede olacak.
Stüdyo Sahne:
Rick Cleveland’in yazdığı, İlham Yazar’ın yönettiği ”Jerry ve Tom” yarın ve 17 Şubat’ta izleyiciyle buluşacak.
İrfan Şahinbaş Sahnesi:
İlham Yazar’ın yönettiği, Tolga Tekin, Mesut Turan, Murat Çidamlı, Buğra Koçtepe rol aldığı ”Yastık Adam” bugün ve 16 Şubat’ta temsil verecek.
”Cesaret Ana ve Çocukları”, 20 Şubat’ta tiyatroseverlerin karşısına çıkacak. Brecht’in yazdığı, Ayşe Emel Mesci’nin yönettiği oyun, savaştan ekmeğini çıkarmaya çalışan Cesaret Ana’nın üç çocuğunu savaşa kaptırmama çabasını konu ediniyor.
Şinasi Sahnesi:
Stephen King’in yazdığı, Sinemis Candemir’in çevirdiği ”Dolores Claiborne”, bugün, yarın ve 16 Şubat’ta sahnelenecek.
”Karlar Kraliçesi” 17 Şubat’ta minik sanatseverler için sergilenecek.
Opera
Opera Sahnesi: ”Notre Dame’in Kamburu” balesi bugün sanatseverlerin beğenisine sunulacak.
”Modern Dans Tiyatrosu’nun 20. Yıl Gala” etkinliği 16 Şubat’ta gerçekleştirilecek.
”Operadan Müzikale” konserinde, Ankara Devlet Opera ve Balesi solist sanatçısı soprano Esra Akcan, İzmir Devlet Opera ve Balesi solist sanatçısı bariton Altuğ Dilmaç, Ankara Devlet Opera ve Balesi piyanistlerinden Aylin Özuğur, Verdi’den Mozart’a ünlü bestecilerin eserlerini 17 Şubat’ta yorumlayacak.
Leyla Gencer Sahnesi: ”A’dan Z’ye Çocuk Müzikali” küçük sanatseverlerle 17 Şubat’ta buluşacak.
CSO
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO), bugün ve yarın CSO Konser Salonu’nda saat 20.00’de şef Marek Pijarowski yönetiminde konser verecek.
Verda Erman’ın solistliğinde gerçekleşecek konserde, Edward Grieg’in ”Piyano Konçertosu la minör Op.16” ile Richard Strauss ”Alp Dağları Senfonisi Op 64” eserleri yorumlanacak.
BSO
Bilkent Senfoni Orkestrası (BSO), bugün saat 20.00’de Bilkent Konser Salonu’nda ”Sevgililer Günü Konseri”yle dinleyicinin karşısına çıkacak. Orkestra, Rauf Abdullayev yönetiminde, K. Karayev’in ”Yedi Güzeller”, F. Amirov’un ”Bayati Shiraz Senfonik Mugami” ile yine K. Karayev’in ”Leyla ile Mecnun” adlı eserlerini icra edecek.
Cer Modern
Stüdyocer’de genel sanat yönetmenliğini Erdal Beşikçioğlu’nun üstlendiği, İlham Yazar’ın yönettiği ”Mojo” hafta sonu tiyatroseverlerle buluşacak.
Çağdaş Türk sanatının önemli isimlerinden Ahmet Güneştekin’in ”Yüzleşme” adlı sergisi devam ediyor.
Gerçek Kötüler Sanat Kolektifi’nin ”Bizzat Ben Kendim-Bir İkilem Olarak Ben” karma sergisi sürüyor.
BURSA
BDT, “Karmakarışık”, “Tek Kişilik Yaşam”, “Kuzguncuklu Fazilet” ve “Kaçaklar” oyunlarını sahneleyecek
Bursa Devlet Tiyatrosu (BDT), “Karmakarışık”, “TekKişilik Yaşam”, “Kuzguncuklu Fazilet” ve “Kaçaklar” oyunlarını sahneleyecek.
Ray Cooney’in yazdığı, Haldun Dormen ve Kemal Uzun’un çevirdiği “Karmakarışık” adlı oyunun yönetmenliğini ise Kerem Atabeyoğlu yapıyor. İngiliz yazar Ray Cooney’in en komik ve en tempolu oyunu olarak bilinen “Karmakarışık”, Ahmet Vefik Paşa (AVP) Sahnesi’nde bugün ve yarın saat 20.00’de, 16 ŞubatCumartesi ise 15.00 ve 20.00’de tiyatroseverlerlebuluşacak.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı, Erkan Yılmaz’ın sahnelediği, Ayşe Lebriz Berkem’in yönettiği “TekKişilik Yaşam” adlı oyunun dekor ve kostüm tasarımını Hakan Dündar, ışık tasarımını Ali Karaman yapıyor.
Y. Emir Çiçek’in rol aldığı oyunda, hatıraların insan hayatında gürültü patırtı içinde kısa süreli dinlenme gibi bir kaçış noktası olduğu anlatılıyor. Rüyaların, seslerin, düşüncelerin, hayallerin ve daha başka, yaşayan ya da yaşamayan diğer şeylerin bir hatırası olduğu anlatılan oyun, Feraizcizade Oda TiyatrosuSahnesi’nde bugün, yarın ve cumartesi 18.00’de izleyiciyle buluşacak.
Eski devlet bakanlarından Yılmaz Karakoyunlu’nun yazdığı, Galip Erdal’ın yönettiği “Kuzguncuklu Fazilet” adlı oyunun dekor tasarımını Başak Özdoğan, kostüm tasarımını Fatma Sarıkurt, ışık tasarımını Yakup Çartık yapıyor. 1942-1944 yılları arasında yürürlükte olan Varlık Vergisi’nin toplum üzerinde yarattığı çarpıklıkları konu edinen oyun, 11 kişilik oyuncu kadrosuyla izleyicilerle buluşuyor. Oyun, AVP Sahnesi’nde 19 ve 20 Şubat’ta saat 20.00’de sahnelenecek.
Murat Can Kibiroğlu’nun yazdığı “Kaçaklar” adlı çocuk oyununu Ali Volkan Çetinkaya yönetiyor. Dekor tasarımını Melih Karakurt, kostüm tasarımını Özlem Karabay, ışık tasarımını Sinan Mahçup’un yaptığı oyunda, Halil Balkanlar, Ali Volkan Çetinkaya, Derya Gümral, Cansu Yılmaz, Çağlar Ozan Aksu, Emre Işık, Adnan Tunalı, Özlem Altaş, Mutlu Dereli, Savaş Ak, Şafak Pak ve Hayati Özen rol alıyor. Bir sirk hikayesi olan oyun, küçük bir yavru filin özgürlük arayışını, muhteşem bir gösteriyle seyircisiyle buluşturuyor. Oyun, AVP Sahnesi’nde 17 Şubat Pazar günü saat 14.00’te sahnelenecek.
Bursa Şehir Tiyatrosu
Şehir Tiyatrosu ise “Karagöz Dadım Olsana” adlı gölge oyununu sahneliyor. Tayfun Özeren’in yazdığı ve sahnelediği oyun, 4 yaş ve üzerindeki çocuklara hitap ediyor. Oyun, bugün ve yarın 11.00 ve 14.00’te, cumartesi de saat 12.00’de Karagöz Müzesi Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak.
Şehir Tiyatrosu, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kaleme aldığı, Ayşegül Çelik Şahin’in uyarlamasıyla Ertan Akman’ın yönettiği ve geçkin yaşına rağmen bambaşka bir hayatın peşinde sürüklenen dul bir kadının yaşamının komik bir dille anlatıldığı “Kaynanam Nasıl Kudurdu” adlı oyunu, Tayyare Kültür Merkezi’nde bugün ve yarın saat 20.00’de, cumartesi ise 14.00’te sahneleyecek.
DİYARBAKIR
Diyarbakır DT, Devlet Tiyatroları‘nda ilk kez sahnelenecek “Tom, Dick ve Harry”nin prömiyerini yapacak
Diyarbakır Devlet Tiyatrosu (DDT), yeni oyunu “Tom Dick ve Harry” ile seyircisini selamlayacak.
DDT, Ray Cooney ve Michael Cooney’in yazdığı, Özgür Özdural’ın çevirisini yaptığı, M. Lebip Gökhan’ınyönettiği ve Devlet Tiyatroları’nda ilk kez sahnelenecek “Tom, Dick ve Harry” oyunuyla prömiyer yapacak.
Dekor tasarımı Kaan Güreşçi, giysi tasarımı Ceren Karahan, koreografisi Gizem Erden, ışığı İzzetin Biçer’e ait oyunda, Fatih Yurdakul, Kerem Corogil, Serkan Ekşioğlu, İrem Yurdakul, Pelin Tozkoparan, MustafaTuran, Birce Birsel Çağlar, Sevi Demirçivi ve MuratBayrak rol alıyor.
Tom, Dick ve Harry etrafında dönen olayların anlatıldığı Vodvil tarzındaki oyun, bu akşam ile cuma ve cumartesi günü Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Sanat Merkezi Orhan Asena Sahnesi’nde sahnelenecek.
DDT, pazar günü ise Özlem Saraç’ın, Frank Baum’dan uyarlayarak yazdığı, müzikleri Erkin Hadimoğlu ve Ender Gündüzlü’ye, şarkı sözleri müzikalin yönetmeni Metin Arslan’a ait “Oz Büyücüsü” adlı çocukoyununu, küçük seyircileriyle buluşturacak.
Kostüm tasarımı Esra Selah, dekor tasarımı Seyhan Kırca, ışığı İzzettin Biçer’e ait müzikalde GoncaCoşkun, Özden Gököz, Mümtaz Mengi, Fatih Yurdakul, Pelin Tozkoparan, Birce Birsel Çağlar, Kerem Corogil, Uğur Çınar ve Ozan Hafızoğlu rol alıyor. Pop-rock türündeki iki perdelik müzikalde, evinden uzaklaşan bir kız çocuğunun hayallerine kavuşması için Oz Büyücüsü’ne ulaşması anlatılıyor.
Oyun, Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Sanat Merkezi Orhan Asena Sahnesi’nde sahnelenecek.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu da Hollanda Rast Tiyatrosu Genel Sanat YönetmeniCelil Toksöz’ün yönettiği, Kawa Nemir’in Kürtçe’ye uyarladığı İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in “Hamlet” adlı oyunu bu akşam ile 15 ve 16 Şubat’ta Diyarbakır Büyükşehir Tiyatrosu Sahnesi’nde seyircisiyle buluşacak.
Yavuz Akkuzu, Özcan Ateş, Elvan Koçer, Mesut Erenol, Emin Yalçınkaya, Serdar Geren, İsmail Oyur, Rojda Gülseven Medar ve Ali Tekbaş’ın rol aldığı oyun, Diyarbakır’da bir aileyi canlandıran Leyla Batgi ve Vural Tantekin’in anlatıcılığında dile getiriliyor.
MARDİN‘de “Titreşim” sergisi
Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Serdar Toka’nın “Titreşim” adlı yağlı boya resim sergisi, 20 Şubat’ta Mardinli sanatseverlerin beğenisine sunulacak.
Yaklaşık 40 çalışmadan oluşan sergi, MAÜ tarafından, Mardin’in taş mimari geleneğinin korunarak sanatsal etkinliklere uygun şekilde dizayn edildiği Kermozade Konağı’nda sergilenecek.
Sergi, 15 Nisan’a kadar açık kalacak.
-Seyreyle Ara Güler Mardin’de-
Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nde de küratörlüğünü fotoğraf tarihçisi Engin Özendes’in üstlendiği “Seyreyle Ara Güler Mardin’de” sergisi devam ediyor.
Usta fotoğrafçı Ara Güler’in sergide yer alan fotoğrafları, “Tanımak ve Anlamak” ile “Yüz Yüze” başlıklı iki bölüm halinde sergileniyor. 114 eserin yer aldığı sergi, nisan ayına kadar açık kalacak.
ERZURUM
Erzurum Devlet Tiyatrosu (EDT), “Çıkmaz Sokak Çocukları” oyunu ile “Yürüyen Taşlar” adlı çocuk oyununu sahneleyecek.
Erzurum Devlet Tiyatrosu (EDT), “Çıkmaz Sokak Çocukları” oyunu ile “Yürüyen Taşlar” adlı çocuk oyununu sahneleyecek.
Lylee Kessler’ın yazdığı, Kuvvet Yurdakul’un yönettiği “Çıkmaz Sokak Çocukları” adlı oyunda, Emrah Keskin, Levent Aras, Sezai Yılmaz rol alıyor.
Dekor tasarımını Murat Gülmez, giysi tasarımını Funda Çebi Bozdoğan, ışık tasarımını Eser Dursun’un üstlendiği oyunda, sisteme rağmen hayata tutunmaya çalışan 3 yetim ve “Amerikan Rüyası”nın trajikomik halleri anlatılıyor.
Oyun, bugün ve yarın saat 19.30’da, 16 Şubat’ta 14.00 ile 19.30’da tiyatro severlerle buluşacak.
Mike Kenny’nin yazdığı, Ebru Aytürk Evren’in yönettiği “Yürüyen Taşlar” adlı çocuk oyununda ise Merve Gül, Melike Durak, Kübra Tığtepe rol alıyor.
Oyunda, gökyüzünden uzaklardaki bir dağın arkasına düşen yıldızı bulmaya giden küçük kız “Cnthy”nin macera dolu hikayesi anlatılıyor.
Oyun, 17 ve 20 Şubat’ta saat 14.00’da izlenebilecek.