Dünyadaki ilk “Sanat Sergisi” nezaman ve nerede açıldığını biliyor musunuz?

Dünyanın ilk sanat sergisi, 9-23 Nisan 1667 tarihleri arasında, Paris Resim ve Heykel Akademisi (Fransız Güzel Sanatlar Akademisi) tarafından, Paris’te Palais Royale (Paris Salonu) ismiyle açıldı.

ilk sergi

Bu şehirdeki kamuya açık tek sanat sergisiydi. Sonraları, iki yılda bir yinelenen bu sergi, 1671 yılında Louvre Müzesi ‘ndeki “Grand Galerie“de süreklilik kazandı.

Her sene düzenlenen sergiye katılacak eserleri, sanat konusunda muhafazakâr akademisyenlerin oluşturduğu bir jüri heyeti seçiyordu. Heyet, özellikle genç ve modern ressamların tablolarını reddetmesi ile ünlenmişti. 1863 yılında, yaklaşık 5000 başvurunun 3000 tanesi reddedildi. Eserleri sergiye kabul edilmeyen ressamlar durumu protesto ettiler.

Palais Royale (Paris Salonu
Palais Royale (Paris Salonu

Édouard Manet, Reddedilenler Salonu’nda skandal yarattığında sadece 31 yaşındaydı.

Şikayetler üzerine, Fransa imparatoru III. Napolyon, tabloların başarısına halkın karar vermesi gerektiğini söyleyerek bir Reddedilenler Salonu (Salon des Refusés) açılmasını emretti. Paris Salonu ‘na kabul edilmeyen Manet de Kırda Öğle Yemeği ‘nin de aralarında bulunduğu çalışmalarını bu salonda sergiledi. O sene, Reddedilenler Salonu ‘nda Manet haricinde Camille Pissarro, Paul Cézanne, James Abbott McNeill Whistler gibi ressamların eserleri de yer aldı. Kırda Öğle Yemeği, sergiyi gezen halkı, eleştirmenleri ve hatta imparatoru dehşete düşürdü ve büyük bir skandal yarattı.

Kaynak :dunyaninilkleri.com

100 Yıllık Şehir Tiyatroları Arşivine Talan…

Darülbedayi’den bugüne 100 yıllık bir sanat kurumu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) 100 yıllık arşivinin talan edildiği ortaya çıktı.

Darülbedayi, Türkiye’de Batılı anlamda tiyatronun gelişmesinde önemli bir değişimi sağlayan, Osmanlıdaki ilk konservatuvar kurumudur.
Darülbedayi, Türkiye’de Batılı anlamda tiyatronun gelişmesinde önemli bir değişimi sağlayan, Osmanlıdaki ilk konservatuvar kurumudur.

En son “Cibali Karakolu” skandalıyla çalkalanan Şehir Tiyatroları’nda sular durulmuyor. 100 yıllık sanat kurumunun yaklaşık 100 bin materyalden oluşan arşivinin üçte birinin talan edildiği ortaya çıktı.

Cumhuriyet’ten Ceren Çıplak’ın haberine göre, kurumun Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu ile Kütüphane Müdürü Enis Kayhan doğruladı.

Yazıcıoğlu, göreve geldiğinde arşivin talan edildiğinin tespit edildiğini, arşivi toparlamak amacıyla da arşivi kapattıklarını açıkladı.

Yazıcıoğlu, “100. yılımızı kutlarken arşivde hiçbir şeye ulaşamadım. Dosyaların içinde en önemli belgeler, kuruluş belgeleri, 1900’lü yılların gelişimini gösteren belgeler, müzelik eşyaların kayıp olduğunu tespit ettik. Vasfı Rıza Zobu ile Bedia Muvahhit’in fotoğrafları da vardı mesela” dedi.

Yazıcıoğlu, “İznim olmadan arşivden hiçbir şey çıkmayacak. Arşiv denetimde olacak. Bu arşiv artık yol geçen hanı değil. Dünyanın en önemli arşivine sahibiz” diye de ekledi.

Şu günlerde envanter oluşturmakla uğraşan Kütüphane Müdürü Kayhan ise yaklaşık 100 bin materyalden oluşan arşivde, 1930’lardan kalma nadir Osmanlı el yazmaları, Osmanlıca oyun metinleri, yerli ve yabancı kitaplar, dergiler, afişler, fotoğraf albümleri, piyes metinleri bulunduğunu belirtti.

Kayhan, arşivdeki birçok materyalin de sahaflarda bulunduğunu söyledi. Kayhan’ın arşivin halka açık bir arşiv olmadığını belirtmesi üzerine Yazıcıoğlu da bu nedenle arşivden belgelerin çalınmasının kurum içi çalışanlarla ilgili olabileceğine işaret etti.

Şu günlerde arşivin envanterini hazırladıklarını, kayıp parçaları araştırdıklarını belirten Kayhan, arşivde kayda girmemiş, sağda solda kalmış materyaller de olduğunu vurguladı.

‘Belgeler kiloyla satılmış’

İstanbul Büyükşehir Belediye Şehir Tiyatroları arşivinin talan edildiğinin ortaya çıkması üzerine, Erhan Yazıcıoğlu’ndan önceki genel sanat yönetmenleri Orhan Alkaya ve Hilmi Zafer Şahin’in görüşlerine başvurduk.

Hilmi Zafer Şahin, konuyla ilgili sorumuzu, “Eski süreçleri bilmiyorum. Geçmişteki süreçte yangın, taşınma vb. nedenlerle kayıplar olmuştur. Benim dönemimde arşivdeki materyallerin listesi çıkarıldı. Tarandı, düzenlendi”diye geçiştirdi.

Kendi döneminde arşivdeki materyalleri korumaya almaya çalıştıklarını ve belli bir noktada da önünü kestiklerini belirten Orhan Alkaya ise, “Çalınan, alınıp geri getirilmeyen çok fazla belge var maalesef. Sadece arşivden atılanlar bile paha biçilmez” diyerek arşivdeki talan olayını doğruladı.

Yıllar önce, arşivden çıkarılan 1928 tarihli evrakları hurdacıda bulduklarını, o evrakların kiloyla satıldığını öğrendiklerini açıklayan Alkaya, “Bu dağınıklığı anlatamam. Maalesef Türkiye’de arşiv yok etme alışkanlığı var. Biz elimizden geleni yaptık, en azından eldekileri kurtardık. Koruyoruz artık. Arşivdekiler kayda geçiyor” dedi.

Kaynak : Cumhuriyet | Ceren Çıplak 

Cannes’da yarışacak muhtemel filmler belli oldu

Dünyanın en büyük uluslararası sinema festivali sayılan Cannes Film Festivali yarışma filmlerine ait resmi liste perşembe günü düzenlenecek basın toplantısıyla kesinleşecek.

Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan

Dünyanın pek çok ünlü yönetmeninin birbirinden iddialı filminin yarışacağı Festival’e Türkiye’den ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” Fatih Akın’ın ise “The Cut” filmiyle yarışmaya katılması bekleniyordu fakat son anda yapılan açıklama ile yarışmadan çekildiğini belirtti.  Artık Cannes’ın önemli isimleri arasında yer alan ve ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filmiyle Jüri Büyük Ödülü’nü alan Ceylan, Emir Kusturica, Ken Loach gibi dev aktörlerle yarışacak. Yarışma filmlerine ait resmi liste Perşembe günü düzenlenecek basın toplantısıyla kesinleşecek.

Dünya sinemasının kalbi Mayıs ayında iki hafta boyunca Cannes’da atacak. Uluslararası Cannes Film Festivali’nin 67’incisi bu sene yine 14-25 Mayıs tarihleri arasında Fransa’nın sahil kenti Cannes’da yapılacak. 25 Mayıs’taki Avrupa Parlamentosu seçimleri nedeniyle ödül töreni 24 Mayıs Cumartesi akşamı düzenlenecek. Her yıl büyük ilgi gören festival afişine bu yıl İtalyan aktör Marcello Mastroianni ilham kaynağı oldu. Festival, Mastroianni’nin, Federico Fellini’nin yönettiği ve 1963 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilen ‘Sekiz buçuk’ adlı filminden alınan fotoğrafıyla, bir yandan ‘dünyaya açık ve özgür İtalyan ve Avrupa sineması’, bir yandan da onun en büyük temsilcilerinden Marcello Mastrroianni’yi onurlandırmak istiyor.

6. kez kadın jüri başkanı

Jane Campion
Jane Campion

Geçtiğimiz yıl Fransız sinemasının genç ismi Audrey Tautou’nun sunduğu açılış seramonisini bu yıl Lambert Wilson sunacak.

Yine geçen yıl ünlü yönetmen Steven Spielberg’in üstlendiği Jüri Başkanlığını bu yıl Yeni Zelandalı kadın yönetmen Jane Campion yapacak. Festival’de 1993 yılında « Piyano dersleri » adlı filmiyle Altın Palmiye ödülü kazanan Campion Festival’e başkanlık eden 6’ıncı kadın olacak. Kısa film yarışma jürisine (Jury des courts métrages ) İranlı yönetmen Abbas Kiarostami, Eleştiri Haftası jürisine (Semaine de la critique) İngiliz Andrea Arnold, Belli Bir Bakış (Un Certain Regard) jürisine de Arjantinli yönetmen Pablo Trapero başkanlık edecek.

Tartışmalı ‘Grace de Monaco’ filmiyle açılış

Festival, Monaco Prensesi Grace’i anlatan ve Nicole Kidman’ın başrol oynadığı “Grace” filmi ile açılacak. Yönetmen Olivier Dahan ile yapımcısı Harvey Weinstein arasındaki tartışmalar nedeniyle bir türlü sinemalarda gösterime giremeyen film Festival’in açılış filmi olacak. Ancak senaryoya itiraz eden Monaco hanedanı Grimaldi ailesi, filmin gösterimine katılmayacak. Başrol oyuncusu Nicole Kidman ise, Festival’in 2001’deki açılış filmi olan ‘Moulin Rouge’ da olduğu gibi kırmızı halıda ilk boy gösteren sanatçı olacak. Festival’in müdavimlerinden biri haline gelen Kidman, geçtiğimiz yıl da jüri üyesi olmuştu.
Tartışmalı diğer filmlerden Abel Ferrera’nın, IMF eski Başkanı Dominique Strauss Kahn’ın seks skandalını anlatan ve Gerard Deaprdieu’nun başrolde oynadığı filmi ‘DSK, Welcome to New York’ ile Woody Allen’ın Cannes’da çektiği ‘Magic in the Moonlight’ filmlerinin listeye girmesi ise sürpriz olacak.

 Yarışacak muhtemel liste 

Dardenne Kardeşler : Deux jours, une nuit (başrolde Marion Cotillard),

David Cronenberg: Maps to the Stars (başrolde Robert Pattinson, Julianne Moore ve John Cusack)

Tommy Lee Jones : The Homesman,

Ryan Gosling : How to Catch a Monster (Eva Mendes ve Christina Hendricks),

Emir Kusturica (On The Milky Road : Başrolde Monica Bellucci

Nuri Bilge Ceylan : Kış Uykusu (Sommeil d’hiver)

Fatih Akın :The Cut , (Katılmayacağını açıkladı)

Ken Loach : Jimmy’s Hall,

Atom Egoyan : The Captive,

Xavier Dolan : The Mummy,

Denys Arcand: Le règne de la beauté,

Alejandro Gonzalez Inarritu : The Birdman,

David Michod : The Rover ,

Mike Leigh : Mr Turner,

Roy Anderson : A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence,

Thomas Vinterberg Far From the Madding Crowd

Mathieu Amalric : La Chambre bleue,

Benoit Jacquot 3Cœurs

Xavier Beauvois : La Rançon de la gloire,

Pascale Ferran : Bird People, Olivier Assayas : Clouds of Sils Maria

Michel Hazanavicius : The Search

Jean Luc Godard : L’Adieu (3D)

Kaynak :[-]

33. İstanbul Film Festivali’nde Yarışacak 11 Film

33. İstanbul Film Festivali’nin ”Uluslararası Yarışma” bölümünde festivalin büyük ödülü Altın Lale için, sanat ve sanatçı temasını işleyen ya da bir edebiyat eserinden uyarlanan 11 film yarışacak. 

Altın Lale Uluslararası Yarışma Jürisi’nin başkanlığını A Separation / Bir Ayrılık ve The Past / Geçmiş filmleriyle tanınan İranlı Yönetmen Asghar Farhadi üstlenecek.

İşte 5-20 Nisan tarihlerinde arasında gerçekleştirilecek festivalde Altın Lale için yarışacak filmler.

FRANK | Yönetmen: Lenny Abrahamson

frank

Oyuncular: Michael Fassbender, Domhnall Gleeson, Maggie Gyllenhaal, Scoot Mcnairy

Geçen yılın Altın Lale ödüllü filmi Ne Yaptın Richard?’ın yönetmeni Lenny Abrahamson, ilk gösterimi Ocak’ta Sundance’te gerçekleşen yeni filmi Frank ile bir kez daha festivalin Uluslararası Yarışması’nda. Abrahamson, bu sefer bizi eksantrik bir müzik grubunun içine sokuyor. Rehberimizse, grubun yeni üyesi olan, genç ve hevesli müzisyen Jon. Grubun en ilginç özelliğiyse, lideri (ve filme adını da veren) Frank. Michael Fassbender’in canlandırdığı Frank, kafasında devasa bir maske taşıyan ve koyduğu ilginç kurallarla grubu bir arada tutan ilginç bir figür. Bu nevi şahsına münhasır karakterin esin kaynağıysa, İngiliz punk grubu The Freshies’in de liderliğini yapmış İngiliz şarkıcı/komedyen Chris Sievey’nin sahne personası Frank Sidebottom.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız

METALCİ | MÁLMHAUS| METALHEAD | Yönetmen: Ragnar Bragason

malmhau

Oyuncular: Thorbjörg Helga Dyrfjörd, Ingvar E. Sigurdsson, Halldora Geirhardsdottir

İzlanda sinemasının en ilgi çekici simalarından Ragnar Bragason, dram ile komedi arasında ustaca bir denge kurmasıyla tanınıyor. Bragason son filmini şöyle özetliyor: “Bu filmde bir kız var, heavy metal var, bir de inekler var. Metalci dramatik bir film. Hem müşfik, hem haşin, arada da isyankârca komik. Filmde, korkunç bir kayıp yaşanıyor. Hayat boyunca çektiğimiz acılara nasıl katlandığımız, aile olgusu, hayaller, kâbuslar mercek altına alınıyor.” Heavy metal’e şapka çıkaran bu hem komik hem de duygusal film, gözlerden uzak bir çiftlikte büyüyen ve rock yıldızı olmayı çok ama çok isteyen bir genç kızın hikâyesini anlatıyor.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız

ÇÖLDEKİ İZLER | TRACKS| TRACKS | Yönetmen: John Curran

tracks-coldeki-izler

Oyuncular: Mia Wasikowska, Adam Driver 

John Curran’ın yeni filmi Tracks, Avustralyalı yazar Robyn Davidson’ın kendi anılarını kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. Mia Wasikowska’nın Davidson’ı canlandırdığı film, yazarın köpeği ve dört deveyle 1977 yılında Avustralya çöllerinde yaptığı yolculuğu konu alıyor. Adam Driver ise, Davidson’ın yolculuğunu kaydeden National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan rolünde. Film büyüleyici görüntüler eşliğinde nefes kesici bir yolculuğu anlatırken; genç bir kadının meydan okuyuşuyla feminizmden, hikâyenin geçtiği coğrafya nedeniyle sömürgeciliğe kadar pek çok temaya da değiniyor. Yönetmen John Curran, New York’tan Avustralya’ya yerleştiği dönemde, 80’li yıllarda keşfetmiş Robyn Davidson’ın kitabını. Genç kadının bir anlamda kendisini de keşfetmek için yaptığı bu yolculuğu, kendi yolculuğuna çok yakın bulan Curran, yıllar sonra bu uyarlamayı yapmaktan büyük heyecan duymuş.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız 

TOM ÇİFTLİKTE | TOM À LA FERME| TOM AT THE FARM | Yönetmen: Xavier Dolan

OM ÇİFTLİKTE TOM À LA FERME TOM AT THE FARM

Oyuncular: Xavier Dolan, Pierre-Yves Cardinal, Lise Roy, Evelyne Brochu

Yazar, yönetmen ve oyuncu Xavier Dolan, yine programda yer alan trans hikâyesi Laurence Anyways ile Cannes’dan ödülle dönmüştü. Hitchcockvari bir psikolojik gerilim olan dördüncü uzun metrajlı filminde Dolan, yine farklı bir film türünü deniyor. Filmde (yönetmenin canlandırdığı) Tom,sevgilisi Guillaume’un cenazesi için Quebec kırsalına gidiyor. Orada, Guillaume’un annesi ve son derece maço abisi Francis ile tanışıyor. Kederli ailenin bu ilişkiden haberinin olmadığı açık olmasına açık da, Francis şaşırtıcı bir oyunun kurallarını birer birer koymaya başlayınca işler iyice karışıyor. Bu oyun Tom’u hem boğuyor hem de heyecanlandırıyor.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız.

DÜNYADA 20.000 GÜN | 20,000 DAYS ON EARTH | Yönetmen: Iain Forsyth, Jane Pollard

Nick Cave

Oyuncular: Nick Cave

20.000 gün yaşayan biri kaç yaşındadır? Görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard, çektikleri bu ilk uzun metrajlı filmde kurmacayla gerçekliği birleştirerek uluslararası kültür ikonu, müzisyen ve senarist, bu dünyaya gelmiş en ilginç sanatçılardan Nick Cave’in 24 saatini anlatıyorlar. Nick Cave’in hem konu hem de başrol olduğu film, sanatsal yaratım sürecine mahrem bir bakış atarken aynı zamanda bu dünyada yaşadığımız süreyi iyi kullanıp kullanmadığımızı sorgulamamızı da istiyor.

“Ortalıkta çok müzik belgeseli var. Bunların bazılarına baktık ve nasıl bir şey yapmamamız gerektiğini anladık. Ian ve Jane işe farklı bir açıdan yaklaştıklarını açıkça belli eden bir kavramsal çerçeveyle geldiler. Her şeyi onların ellerine bırakıp neler olacağını göremeye karar verdim. Storyboard’ları daha en başından bile gayet belirgindi ve bu sayede ben de rahatlamış oldum.” – Nick Cave

Seanslar ve detaylar için tıklayınız 

TAŞ BEBEK | PAPUSZA| PAPUSZA | Yönetmen: Joanna Kos-Krauze, Krzysztof Krauze

papusza

Oyuncular: Jowita Budnik, Antoni Pawlicki, Zbigniew Waleryś, Artur Steranko

Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan Taş Bebek, Papusza lakaplı Bronisława Wajs’ın trajik kaderini anlatıyor. Papusza şiirlerini resmi olarak yayımlayan ve Lehçeye çevrilen ilk Roman şairdir. Tüm bunlar iki adamın çabasıyla gerçekleşir: Polonya’daki Roman cemaatinin yaşayışına odaklanan şair tarihçi Jerzy Ficowski ve Julian Tuwim. Karlovy Vary’de prömiyerini yapan Taş Bebek, Roman cemaatini etkileyen olaylarla bu efsanevi şairin hikâyesini anlatıyor: “Papusza tanınan biri. Hayat hikâyesi bir zamanlar lanetli şairi anlatan bir efsane olarak düşünülürdü. Bu hikâyeyi canlandırabilmek için doğru dili aradık. Siyah-beyaz çekim, hikâyeye duygusal bir kesinlik kattı. 1950-1960’larda çekilen fotoğraflardan esinlendik. Görüntülerin güzel olmasını istedik; çünkü artık bu dünyayı yeniden yaratamayız: 1950’lerin Polonya’sında bir shtetl. Bunun doğru yaklaşım olup olmadığına karar vermek ise izleyici ve eleştirmenlere kalmış.” – Joanna Kos-Krauze

Seanslar ve detaylar için tıklayınız

BULUŞMA | ÅTERTRÄFFEN| THE REUNION | Yönetmen: Anna Odell

återträffen

Oyuncular: Anna Odell, Anders Berg Berg, Robert Fransson, Sandra Andreis, Rikard Svensson, Niklas Engdahl

Böyle bir mezunlar günü görmediniz! Kimse kendisi değil, her şey allak bullak… Ünlü İsveçli sanatçı Anna Odell bizi bu filmle, sıkıntılı bir mezunlar buluşmasına davet ediyor. Mezunlar gününe çağrılmayınca Odell sahte bir buluşma sahneliyor, çocukluğunu kâbusa çeviren eski sınıf arkadaşları rolünde oyuncuları yerleştirip bütün olayı filme çekiyor. Sonrasında da tepkilerini bilmek istediği için, bu filmi gerçek sınıf arkadaşlarına izletiyor. İşte kıyamet böyle kopuyor. Gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgiyi epey esneten Buluşma, bir yandan da izleyiciyi grup içi dinamikler ve kurulu hiyerarşiler üzerine düşünmeye davet ediyor. “Okul deneyimlerimiz bizi ciddi şekilde etkiliyor ve yaşamımız boyunca, birbirimize şekil veriyoruz, birbirimizi etkiliyoruz. Diğer bir ifadeyle, bu ilişkileri yeni bir bağlama taşıyarak, eski tatsız deneyimlerden kurtulabilir, tamamen değişebiliriz. Yıllardır akran zorbalığı konusunu işlemek istiyordum. İlkokulda zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım.” –Anna Odell

Seanslar ve detaylar için tıklayınız 

ÜÇLEME | TRIPTYQUE| TRIPTYQUE | Yönetmen: Robert Lepage, Pedro Pires

triptyque

Festival takipçilerinin çok iyi tanıdıkları Kanadalı Robert Lepage’ın (Günah Çıkarma, Yalan Makinası ve Ayın Saklı Yüzü) Pedro Pires ile beraber yönettiği Üçleme, isminin de çağrıştırdığı gibi üç bölümden oluşuyor. Lepage’ın 9 saatlik tiyatro oyunu Lipsynch’in sinema uyarlaması olan filmde birbiriyle bağlantılı üç karakterin yaşamlarına giriyoruz. Gerçek bir edebiyat tutkunu olan ve şizofreni tanısıyla kaldırıldığı akıl hastanesinden yeni çıkan kitapçı Michelle… Beynindeki bir tümör nedeniyle konuşma yeteneğini kaybetme riskiyle karşı karşıya olan, Michelle’in şarkıcı kardeşi Marie… Marie’nin önce doktoru, daha sonraysa sevgilisi olan, elleri sürekli titreyen alkolik beyin cerrahı Thomas… Lepage, bu üç karakterin hayatındaki dönüm noktalarını birbirine bağlarken; yalnızlık, delilik, hafıza gibi konulara değiniyor. Pek çok biçimci numarayla geçmiş ile bugün, hayal ile gerçek iç içe geçiyor ve bu üç karakterin hikâyeleri, yan yana geldiğinde, tek bir resim oluşturuyor.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız.

VIOLETTE | VIOLETTE | Yönetmen: Martin Provost

violette

Oyuncular: Emmanuelle Devos, Sandrine Kiberlain, Olivier Gourmet, Catherine Hiegel, Jacques Bonaffe, Olivier Py

Martin Provost’un Toronto Film Festivali’nde prömiyerini yapan filmi Violette, adını Fransızkamuoyunda kadın cinselliği, kürtaj gibi meseleleri tartışmaya açan ilk yazarlardan Violette Leduc’ten alan bir dönem filmi. Evlilik dışı bir ilişkiden doğan Violette, yıllarca çaba gösterdikten sonra ancak 1964 yılında La Bâtarde / Piç adını verdiği anılarıyla şöhreti yakaladı. Violette’in ünlü kadın yazar Simone de Beauvoir ile ömür boyu süren dostluğu ve Jean Genet ile mesleki yakınlığını merceği altına yatıran film, feminizm, dostluk ve edebiyat kavramlarını da sorguluyor. “Violette hakkında bulduklarım ne kadar artarsa, içinde sakladıkları beni o kadar etkiliyordu; kırılganlığı, kırgınlığı, ki bunlar yanında herkesin bildiği skandallara karışan şatafatlı kişiliği (yani şöhrete kavuştuğu 1960’lardan sonra) beni pek ilgilendirmedi, bir maske sayılırdı bunlar. Hayat ona iyi davranmadı. İnsanlar onun zor olduğunu söylerdi. Ama bu bana yetmedi.” – Martin Provost

Seanslar ve detaylar için tıklayınız

KÖRLÜK | BLIND| BLIND | Yönetmen: Eskil Vogt

blind (1)

Oyuncular: Ellen Dorrit Petersen, Henrik Rafaelsen, Vera Vitali, Marius Kolbenstvedt 

Joachim Trier’in Reprise / Tekrar ve Oslo, 31 Ağustos gibi birçok ödüllü filminin senaryosunda imzası bulunan Norveçli yönetmen Eskil Vogt’un ilk uzun metrajlı filmi Körlük, görme duyusunu kaybedince eve kapanan bir kadın yazarın aklını da kaybetmemek için gerçekliğe sıkı sıkı sarılma mücadelesini işleyen, gerilimli olduğu kadar mizah unsurlarını da kullanan bir dram. Görüntü yönetmenliğini Dogtooth / Köpekdişi’nin de kameramanlığını üstlenen Thimios Bakatakis’in yaptığı ve yalnızca görme değil yazma ve yalnızlık üzerine de bir film olan Körlük, gerçeküstü atmosferi, seyrek diyalogları ve sürprizli mizahıyla son derece özgün. “Filmde körlük nasıl gösterilir? En bariz yöntem ekranı karartmak, izleyiciyi sesle yönlendirmek olacaktır. (…) Bense çokça, bir ayrıntıyı soyutlama ya da bir görüntüyü daha fazla tutma yoluyla görsel beslemeyi kısıtladım. Filmin biçimi ve biçeminin kilidi bu oldu. Ve körlük, çelişkili de olsa, çok sinemasal aslında; sinemanın en temel yanlarını içeriyor: görmek, görülmek, aydınlık, karanlık…” –Eskil Vogt

BEN, KENDİM VE ANNEM | LES GARÇONS ET GUILLAUME À TABLE!| ME, MYSELF AND MUM | Yönetmen: Guillaume Gallienne

les-garcons-et-guillaume-a-table

Oyuncular: Guillaume Gallienne, Françoise Fabian, Diane Kruger, Nanou Garcia, André Marcon 

Başta anneniz olmak üzere çevrenizdeki herkes sizin eşcinsel olduğunuzu söylüyorsa, eşcinsel olmadan büyümek mümkün müdür? İşte Guillaume’un açmazı burada! Burjuva kökeninden tutun, sahne hayatına kadar, kadınları belki biraz fazlaca seven bir aktörün açılma komedisi bu… Ünlü Fransız sanatçı Guillaume Gallienne’in yıllardır sahneye koyduğu tek kişilik gösterisinin beyazperde uyarlamasında, sanatçının cinsel anlamda biraz karışık geçen gençlik günlerine dönüyoruz. Annesi hep kız çocuğu istemiş ama oğlu olmuş ve zamanla Guillaume’u kendi kendine eşcinsel varsaymış. Guillaume film boyunca eşcinsel film klişelerini ve büyüme öykülerini ti’ye alıyor; filmde hem kendi gençliğini hem de annesini canlandırıyor: “Annemle ilgili ilk anım dört beş yaşımdan. İki erkek kardeşimle beni masaya şöyle çağırıyordu: ‘Oğullarım, Guillaume, yemeğe!’ Yaptığımız en son telefon konuşmasında da annem telefonu şöyle kapattı: ‘Kendine iyi bak, benim kocaman kızım.’ Eh, haliyle bu iki anının arasında, epey bir yanlış anlaşılma da oldu.”

Seanslar ve detaylar için tıklayınız 

MUTLU YILLARIMIZ | ANNI FELICI| THOSE HAPPY DAYS | Yönetmen: Daniele Luchetti

anni-felici1

Oyuncular: Martina Gedeck, Kim Rossi Stuart, Micaela Ramazzotti, Samuel Garofalo, Niccolò Calvagna, Benedetta Buccellato, Pia Engleberth

Abim Evin Tek Çocuğu ve Hayatımız ile tanıdığımız Daniele Luchetti, kısmen otobiyografik yeni filmi Mutlu Yıllarımız’da seyirciyi 70’li yıllara götürüyor. Küçük Dario’nun anlatıcı görevini üstlendiği bu yolculukta sorunlu bir ailenin dünyasına dalıyoruz. Dario’nun babası Guido, bir türlü istediği başarıya ulaşamayan ve giderek içine kapanan bir sanatçı. Annesi Serena ise kocasına deli gibi âşık ve tam da bu yüzden ne bencilliğine ne de kaçamaklarına tahammül edebiliyor. Dönemin özgürlük rüzgârı çok geçmeden bu aileyi de yakalıyor ama böylece anne ve baba birbirinden daha da uzaklaşıyor. Küçük Dario ise sinemaya olan ilgisini keşfediyor ve olan biteni el kamerasıyla kaydetmeye çalışıyor. Yönetmen Luchetti’ye göre, peliküle ve onun kendine has kokusuna bir saygı duruşu olan Mutlu Mutlu Yıllarımız’ın ilk gösterimi Toronto Film Festivali’nde yapılmıştı.

Seanslar ve detaylar için tıklayınız

Kaynak : [- İnan Su Kıyıcı

Tate Modern’de ünlü ressamın tablosuna saldırı

İngiltere’nin başkenti Londra’daki dünyanın en çok ziyaret edilen sanat galerisi Tate Modern’de önceki gün büyük bir skandal yaşandı. Rus asıllı Amerikalı ressam Mark Rothko’nun milyon dolarlık “Black On Maroon” isimli 1958 tarihli tablosu “karalandı”.

 

Mark Rothko – Vlademir Umanets

Ziyaretçilerin şaşkın bakışları altında 20’li yaşlarında bir genç, tabloya siyah kalemle İngilizce, “Vladimir Umanets, a potential piece of yellowism (Vladimir Umanets, yellowism’in gizli parçası)” yazdı. Her yıl yaklaşık 5 milyon turistin ziyaret ettiği müze, olaydan sonra kısa süreliğine kapatıldı.

Müzeden gözaltına alınmadan ayrılan Umanets isimli Rus genci, saldırıyı üstlenerek “Tate Modern’deki güvenliğin beni yakalamasını bekliyordum, oradaydım, birçok insanın önünde resme imza attım. Video, kameralar ve her şey var” dedi. Genç, resmi yok etmediğini, çalmadığını, Rotkho’ya hayran olduğunu söyledi.

Rus saldırganın tabloya yazdığı ‘yellowism’, 2010’da kurulan kavramsal sanat hareketi. BBC’nin sanat editörü Will Gompertz, “Galeriye gidip çok sevilen bir sanat çalışmasının üzerini çizmek sanat işi değil, vandalizmdir” dedi. Polis olayla ilgili soruşturma başlattı.

Kaynak :[-]

Sanatı sevip, Korumak mı dediniz ? ” Resim ve Heykel Müzesi’nde 202 eser kayıp “

Türk resim ve heykel sanatının dünyaca ünlü sanatçılarına ait 5 bine yakın paha biçilmez eserine ev sahipliği yapan ve geçtiğimiz yıllarda birbiri ardına yaşanan hırsızlık olaylarıyla sarsılan Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde skandallar bitmek bilmiyor. Müzede 202 eser kayıp, 46 eser sahte, 27 eserin orijinalliği ağır kuşkulu…

Milliyet Gazetesi’nden Sertaç Koç’un haberine göre, bünyesinde barındırdığı eserler nedeniyle “resim ve heykelin milli hafızası” olarak nitelendirilen müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 adet karakalem eskizinin sahteleriyle değiştirildiğinin belirlenmesinin ardından sayım komisyonunun başlattığı çalışma tamamlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, olası tepkiler nedeniyle kamuoyuyla paylaşmadığı rapora göre, müzede bulunan Fikret Mualla, İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Şevket Dağ, Hoca Ali Rıza, Hüseyin Avni Lifij, Halil Paşa, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Refik Epikman, Mehmet Ali Laga, Fethi Arda, Sami Yetik, Mustafa Ayaz, Zühtü Müridoğlu’nun da aralarında bulunduğu sanatçıların yüzlerce eserinin “kayıp”, “sahte” ya da “ağır kuşkulu” olduğu ortaya çıktı.

Kayıtları var, kendileri yok
Raporda müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202 eserin kayıp olduğu, 46 eserin sahteleriyle değiştirildiği, 27 eserin orijinalliğinin ağır kuşkulu olduğu iddia edildi. Böylece kayıp ve sahte olmak üzere toplam 248 eserin müzeden çalındığı anlaşılırken, ağır kuşkulu olan 27 eserin orjinal olup olmadığı ise yapılacak incelemenin ardından netlik kazanacak.

Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 adet karakalem eskizinin sahteleriyle değiştirilerek çalındığı, o dönem teşhirde bulunan Şevket Dağ’a ait bir tablonun da sahte olduğu belirlenmişti. Hırsızlık olaylarının ardından, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın talimatıyla müzedeki diğer eserlerin incelenmesi için sayım komisyonu oluşturulmuştu.

5 bin eser incelendi
Sanatçı, akademisyen, uzman ve müfettişlerden oluşan sayım komisyonu çalışmalarına 22 Ocak 2010’da başladı. Komisyon, 4 bin 108’i müze envanterine kayıtlı yaklaşık 5 bin eseri titizlikle inceleyerek çalışmalarını 18 ocak 2011’de tamamladı. Komisyonun raporu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na gönderdi. Raporda müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202 eserin kayıp, 46 eserin sahteleriyle değiştirildiği, 27 eserin orjinalliğinin ağır kuşkulu olduğu belirlendi.

Müzedeki kayıp ve sahte eserlerin çokluğu nedeniyle bakanlık yetkilileri büyük bir şok yaşadı. Müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 eserin çalınması nedeniyle oluşan tepkiyi gözününde bulunduran bakanlığın daha yoğun tepki geleceği endişesiyle, raporu kamuoyuna yansıtmadığı ve sızdırılmaması için yoğun çaba sarf ettiği öne sürüldü.

46 eser sahte çıktı
Raporda müze envanterine kayıtlı 46 adet eserin sahte olduğu tespit edildi. Bu  eserler arasında daha önce sahte olduğu anlaşılan Hoca Ali Rıza’nın 13 ve Şevket Dağ’ın bir çalışmasının yanı sıra, aynı sanatçılara ait başka eserler ve birçok önemli sanatçının tabloları bulunuyor. Orijinalleri çalınarak yerlerine sahtelerinin konulan eserlerden bazıları şöyle:
“Fethi Arda/Kara Giysiler, Fethi Arda/Kompozisyon, Hüseyin Yüce/Karda Ağaçlar, Şevket Dağ/Kuyu, Şevket Dağ/Manzara, Refik Epikman/Peyzaj, İbrahim Çallı/Manolyalar, İbrahim Çallı/Moda Deniz Hamamı, İbrahim Çallı/Kayıklar, İvan Konstantinoviç Aivazovsky/Peyzaj, Malik Aksel/Gölge Oyunu, Arif Kaptan/Çoban, Saip Tuna/portre, Saip Tuna/Gelincikler, Hikmet Onat/Manzara, Hikmet Onat/Sandalda Kadınlar, Pertev Boyar/Peyzaj, Fikret Mualla/Kumarhane, Hoca Ali Rıza/Mezarlık Yolu, Hoca Ali Rıza/Çamlıca Kız Lisesi, Hoca Ali Rıza/İshak Paşa Çeşmesi, Hoca Ali Rıza/Natürmort, Hoca Ali Rıza/Çamlıca, Hoca Ali Rıza/Çamlıca, Hoca Ali Rıza/Sokak Çengelköy Kuleli Yolu, Hoca Ali Rıza/Kayalık, Hoca Ali Rıza/Sultan Çayırından, Nazmi Ziya Güran/Manzara, Sabri Berkel/Natürmort, Sami Yetik/Peyzaj, Mehmet Ali Laga/Mesudiye, Mehmet Ali Laga/Sarıca İli, Bedri Rahmi Eyüboğlu/Manzara ve Bahçe.”

Ağır kuşkulu eserler
Raporda ayrıca, müze envanterine kayıtlı olan 27 adet eserin de orijinalliğinin kuşkulu ya da ağır kuşkulu olduğu belirlendi. Eser sahibi sanatçıların tarz ve üsluplarıyla farklılık gösteren 27 eserin, gerçek olup olmadığı ise Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda (TAEK) yapılacak kimyasal boya analizlerinin (spectum) ardından netlik kazanacak. Gerçek olup olmadığı ağır kuşkulu olan eserlerden bazıları ise şöyle:
“Fikret Mualla/Dedikodu, Fikret Mualla/Balo, Fikret Mualla/Pazar Yeri, Fikret Mualla/Garson, Fikret Mualla/Köpekle Gezinti, Fikret Mualla/Barda Sohbet, Fikret Mualla/Balon Satan Kadın, Fikret Mualla Balıkçılar, Şevket Dağ/Han İçi, Halil Paşa/Develi, Halil Paşa/Boğaz, Halil Paşa/Boğaz, Agah Efendi/Suya İnen İnekler, Saip Tuna/Kayıklı Manzara, Münif Fehim/Portre, Mehmet Ali Laga/Çardak’tan Gelibolu’ya, Hoca Ali Rıza/Tabiattan, Hoca Ali Rıza/Natürmort, Üsküdarlı Cevat/Büyükada, Refik Epikman/Erzincan’dan manzara.”

1980’de açıldı
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi, 6’ncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün talimatıyla restore edilen Türk Ocağı binasında,  2 Nisan 1980 tarihinde açıldı. Başbakanlık genelgesiyle o dönem kamu kurumlarındaki 500 kadar sanat eseri toplanarak müzenin ilk koleksiyonu oluşturuldu. Bu eserler, seçici kurul tarafından belirlenen yerlere asılarak izlenime sunuldu. Müzede 1980’den bu yana kurucu Müdür Tunç Tanışık ile Nejdet Can, Vural Yurdakul, Mükerrem Baydar, Özgür İzzet Pektaş, Ömer Osman Gündoğdu müdürlük görevinde bulundu. Ali İhsan Gürsoy halen müdürlüğü görevini vekaleten yürütüyor.

Hırsızlık olaylarıyla gündeme gelmişti 
Uzun yıllar ziyarete kapalı olan Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Altındağ Belediyesi işbirliğiyle 2007-2008 arasında yapılan tadilatın ardından hizmete açılmıştı. 2007’de tadilat sürdüğü sırada müze bahçesine bir kamyonla giren hırsızlar, gündüz vakti işçilerin gözü önünde bahçedeki iki bronz heykeli çalmıştı. Heykellerin tarihi değerinin olmadığı açıklanmış, ancak müze müdürü görevinden almıştı. Ayrıca, başlatılan soruşturma kapsamında müzede görevli 26 personele çalınan heykeller için 6’şar bin TL ceza kesilmişti. 2009’da ise müzede çalışan bir güvenlik görevlisi İbrahim Çallı’nın bir yağlı boya portresi ile Şevket Dağ’ın iki tablosunu çalmış, ancak eserleri satamayınca 3 gün sonra tekrar müze bahçesine bırakmıştı. Müzeden 1997’de 31 eser çalınmıştı. Çalınan bu eserler hâlâ bulunamadı. Müze son olarak 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait eserlerin sahteleriyle değiştirildiğinin anlaşılmasıyla gündeme gelmişti.

Kayıp eserlerden bazıları
Rapora göre, müze envanterine kayıtlı olmasına karşın paha biçilemeyen 202 eserin “kayıp” olduğu tespit edildi. Kayıp eserlerden bazıları şöyle:
–  Şevket Dağ: Surlardan, Cami Kapısı, Cami İçi, Topkapı Sarayı Kızlar Ağası Dairesi, Pencereden Görünüm
–  Şefik Bursalı: Dolmabahçe’den,
–  Zühtü Müridoğlu: Alçı kadın başı, Bronz figür, n Hasan Vecih Bereketoğlu: Kurbağalı Dere,  n Halil Paşa: Güller, Britanya’dan Kadın, Yalılar, Manzara, n Devrim Erbil: Soyutlama,
–  Hikmet Onat:?İstanbul Boğaz’dan Peyzaj, Salacak’tan Manzara, Anadolu Hisarı, n Oya Kınıklı: Yeşil Yaylı Kemancı, n Hamiye Çolakoğlu: Seramik Nene Hatun formu,n Bedri Rahmi Eyüboğlu: Muradiye’de Kahve, Edirne Tunca Köprüsü, n Feyhaman Duran: Süleymaniye‘den Fatih’e Doğru, Laleli Buket, Hoca Ali Rıza’nın portresi,
–  Yusuf Çöloğlu: Kapadokya, n Şeref Akdik: Pendik, Erdek Balıkçı Kayıkları, n Hüseyin Avni Lifij: Kağnı ve Köylüler, Ankara’da Bir Sokak,
–  İbrahim Çallı: Manzara, Bahçede Kadın, Peyzaj, n Hoca Ali Rıza: Bulgurlu’da Timurcu Çeşmesi, Yağış, Sandal Balıkçı Kulübesi, Beykoz’da İshak Ağa Kahvesi, Kaya ve Çam, n Mehmet Ali Laga: Manzara, n İsmail Hakkı: Batan Gemi, n Ali Avni Çelebi: Vatanı Müdafa Eden Türk Askeri, n Mehmet Ruhi Arel: Sakarya’dan Doğan Çay,
–  Sami Yetik: Kasımpatılı Natürmort, Peyzaj, n Arif Kaptan: Natürmort,
–  Namık İsmail: Denizde Vapur,
–  Hasan Vecih Bereketoğlu: Manzara, Çankaya’dan, n Hüsmeyin Zekai Paşa: Cami, n Mustafa Esat Düzgünman: Battal Ebru.

KİM, NE DEDİ?
‘Hakikaten yüreğim ağlıyor’
Rafi Portakal (Müzayedeci): 
“Habere göre 202 eserin çalınması, bir günlük bir iş değil, zun zamana yayılmış. Dünyanın başka taraflarında da müzelerden eserler çalınıyor ama böylesi sayıda eserin çalındığı müzeyi hatırlamıyorum. Bu sanat eserlerine verdiğimiz değeri gösteriyor. Sahte eserlere gelince işin o ayrı bir trajedi. Eserler çalınıp yerine başkaları konuyor, uzun süre fark edilmiyor. Hakikaten bir sanat adamı olarak yüreğim ağlıyor.”

‘İçeriden yapılmış bir şey’
Yahşi Baraz (Galerici): 
“Resim Heykel Müzesi’nde resimlerin doğru dürüst envanteri çıkarılmadı. Yeni yeni yapılıyor. Böyle olunca da bazı kötü niyetli insanlar resimleri değiştirebilir; bu içeriden yapılmış bir şey. Kültür Bakanlığı kayıp eserleri kamuoyuyla paylaşmalı. Galerilere, açık artırma merkezlerine bildirmeli özellikle. Biz de kayıp eserlerden birisi gelirse bakanlığa bilgi verebiliriz. Bu eserler yurtdışında da olabilir üstelik. Daha komik olanı şu: Birisi bu tablolardan birini kayıp olduğunu bilmeden de almış olabilir.”

‘Kayıp eserler açıklanmalı’
Turgay Artam (Müzayedeci): 
“Bu bilirkişi raporu doğru ise sanat açısından çok kötü bir durum. Bildiğim kadarıyla Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, bu konularla yakından ilgili ve çok hassas. Şimdi bu kayıp eserlerin, resimleri ile hemen açıklanması gerekiyor, ki galeriler, müzayede kuruluşları, hatta koleksiyoncular bunları almasın. Daha önce Milli Kütüphane Koleksiyonu’ndan tablolar yok olmuştu. O tabloların hiçbirinin fotoğrafları bulunamadı. Sadece kayıp tabloların ressamlarının adı var.”

‘Resmi dokümantasyon yok’
Hüsamettin Koçan (Sanatçı): 
“Türkiye’de devletin elinde olan sanat eserlerinin resmi bir dokümantasyonu doğru dürüst çıkmış değil. Bir ara Kültür Bakanlığı ciddi biçimde ele almaya çalıştı, fakat son durum konusunda bilgim yok. Müzede biliyoruz ki bürokrosinin kendi çarkları içinde bir rastlantısallık söz konusu. Orası biraz devlet bürokrasisi nasıl işliyorsa öyle işliyor. Muhtemeldir ki bürokratik çark içinde bunların yaşanması da mümkün.”

‘Bir birikimi barındırıyor’
Doç. Dr. Zeynep Yasa Yaman (Sanat tarihçi): 
Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye’nin modern sanatının temsili açısından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’nden sonra ya da en az onun kadar önemlidir. Yaklaşık Meşrutiyet döneminden 1990’lara kadarki Türk sanatının önemli birikimini barındığı söylenebilir. 1990’lardan bu yana müze birçok soruşturma ve sayım geçirdi. Eğer bir müzeye yaraşır envanter kayıtlarına, arşive sahipse; komisyonların elinde kuruluş tarihi itibariyle müze koleksiyonuna alınan eserlerin listelerinin bulunması ve konunun yalnızca depo sayımından ibaret kalınmaması gerekir.”

Kaynak :[-]

 

Hollywood : Ne görmek istiyorsanız o ’ nu gösterir !

Hollywood : Ne görmek istiyorsanız o’nu gösterir ! ya da  Sistem pardon “kapitalizm daima kendini korur” !  “Hollywood”

ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı… İşte ABD’nin propagandasında kullanılan o filmler…

kapitalizmYönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur.Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.

ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi.

‘BU FİLM, SAVAŞI KAZANMAMIZA YARDIMCI OLACAK MI?’

1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.

Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.

Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı.

Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.

“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?”

KOVBOY FİLMLERİNDE, ANTİ-KOMÜNİZM PROPAGANDASI

Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu.

II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.

Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı; hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.

OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.

Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi.

Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.

Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.

REAGAN, KAHRAMAN FİLMLERİYLE SİSTEMİNİ GÜÇLENDİRDİ

Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.

Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.

Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperdede zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.

Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi.

Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.

Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.

Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.

Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.

JAMES BOND, ‘GÜÇLÜ BATI’ İMAJININ SEMBOLÜ

Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.

Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.

1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.

1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.

Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights- 1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…

Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.

Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.

Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.

SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı.

‘KOMÜNİST’ TEHDİT YERİNİ ‘ARAP TETÖRİSTLER’E BIRAKTI

Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.

George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı.

Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.

Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.

George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.

Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.

ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur.

Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.

Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi.

Kynk: CİHAN

 

 Editör Notu :  “18 Mart Şehitleri Anma Günü” olduğunu unutmuş değiliz tam tersine… Kutlu olsun!

istanbul bienali ve olay

İstanbul Bienal ’inden Sanata Güvenlik Katkılı Destek !

Bienal’de sanata yaka paça müdahale

Bu sene “Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin” sloganıyla düzenlenen İstanbul Bienal’ine bir skandal damgasını vurdu.

3. Antrepo’da izinsiz, “korsan” bir olaylama (ing: “happening”) düzenleyen sanatçılar, Bienal ziyaretçilerinin şaşkın bakışları ve protesto alkışları altında engellendi. Bienal görevlileri, sanatçıları gösterilerinin henüz başında, “bakmadan, görmeden, bilmeden” yaka paça dışarı attı.

10 Kasım Perşembe günü öğleden sonra 16:30 civarında gerçekleşen olaylamanın fikir anası Ege Okal meramlarını şöyle özetliyor: “Bienal’in kaskatı duruşuna alternatif olarak daha akışkan daha organik birşey yapmak istedik. Sanat dünyası zaten bu kadar elitistken ve sanatçı/küratör/galerici/sanat eleştirmeni/sanat tarihçisi dışındaki insanların sanatla bağ kurması gitgide zorlaşırken biz de herkesin bağ kurabileceği masum bir çocuk oyunu olan saklambaç’ı bienal ortamında izleyiciyle buluşturmak istedik.”

Bunun için biri ebe, dokuzu saklananlar olmak üzere on genç sanatçı, baştan aşağı beyaz giyinerek Bienal’in labirent vari koridorlarına dağıldılar. Şöyle devam ediyorlar niyetlerini anlatmaya: “Ebe saymaya başladığında oyuncular odalara dağılacak, oyuncular gizli ve bulunamayacakları yerlere saklanmaktansa odalarda sanat eserleri ve izleyiciyle iletişime geçecek, kendi bireysel performanslarını yapacaklar. Duvarlardaki işleri imite edebilecekler, beyaz kutu sendromunu yaşayan bienal duvarlarına yaslanıp kamufle olabilecekler, içeriklerine göre bölümlenmiş bu odalarda içerikten kurtulmaya ya da özünü bulmaya çalışabilecekler..ve tabi daha birçok olasılık söz konusu. İzleyiciler ‘Siz ne yapıyorsunuz?’ diye sorduğunda da ‘Saklambaç oynuyoruz, sen de katıl!’ diyecekler ve performansa dahil olacaklar.”

Ancak bu performans kısa sürdü. “Eylemci oldukları sanılan” sanatçılar peşlerinden koşmaya başlayan güvenlikçiler tarafından iteklenerek salonların dışına çıkarıldı. Olaya tanık olan Bienal ziyaretçileri sanatçıları alkışlarla destekledi. Ziyaretçilere kapalı bir bölüme getirilerek güvenlik görevlilerince kısa bir süre “sorgulanan” sanatçılar, bunun ardından İstanbul Modern sınırlarının dışına çıkartıldı. Olaylamaya katılanlardan bazılarının görüşleri ise şöyle:

“Kendimizi politikanın içinde bulduk”

Ege Okal: “Politik kaygı taşımıyorken birden kendimizi politikanın içinde bulduk. Güvenlik görevlisi kavramıyla tanıştık. Sanat kurumunda sanatçının kapı dışarı atıldığını gördük. Sanatın endüstrileşmiş, borsaya dönüşmüş halinde sanat eserinin en az değer verilen, politikanın da en değer verilen şey olduğu gerçekliği suratımıza çarptı. Eylemci olduğumuz sanıldı. Eylemci olsak da olmasak da sözümüz bienal tarafından en kısa zamanda kesildi.”

Dila Yumurtacı: “Aslında sanatın eleştirisi basit bir oyunda saklıydı ama anlaşılması neden bu kadar güç oldu? Anlayamadık. Eylem zannedildi. Saklambaç bir eylem değildir ki, küçükken ne eylemler yapmış demek ki bunu dusunen beyinler. Saklambaç olsa olsa bir tur performanstir, happening dediklerinden, o an orada varolanlarla, plansız ve izinsiz, doğaçlama gelişen. Meğer sanat aslında çok da özgürlükçü değilmiş, öğrendik. Seni engelleyen hep çıkıyormuş, ENGELLENDİM.”

Aylin Ergenç: “50′ye kadar sayma ne kadar uzun sürdüyse ardından görevlilerin “yakalamaç”taki başarılarını göstermesi o kadar kısa sürdü. Dokümantasyonun da nasıl olduysa sırayla “bu da onlardan!” ı yemesiyle topluca dışardaydık. Videolara baktıkça güvenlikçilerin ebe olana namaz kılan saygısı duyup, koşana direkt müdahaleye koşullandıklarını düşünüyorum. Keşke meselenin sanat olduğunu idrak ettirip daha sakince yaklaşmalarını sağlayabilseydik. her şekilde çok heyecanlı ve eğlenceliydi.”

Çağdaş sanatın da bir sınırı var!”

Merve Uzunosman: “En kötüsü de performansın içinde kalmasına rağmen, hiç bir şey yapmamış halinle yanlış anlaşılmış olman. Daha doğrusu hiç anlaşılmaya çalışılmamış olman. Evet orası çağdaş sanatın son örneklerini barındırıyor olabilir ama çağdaş sanatın da bir sınırı var canım! Antrepoya ne yerleştirildiyse o! Onlar sanatsal eleştiriyi yeterince yapmışlar, sanatsal eleştiri eleştirisini yapmak ne haddine!”

Melek Nur Dudu: “Ben, saklambaç oyunu performansı süresince bir dansçı olarak sanat yapılan bir yerde sanatımı, yani dansımı sergileyememekten dolayı çok rahatsızım. Özellikle de bu engellemenin, bienalin güvenlik görevlilieri tarafından sert,şiddetli ve ön yargılı olmasından dolayı. Hiçbir esere ve ziyaretçiye zarar vermemeyi en önemli amaç haline getirmiştik ama saf bir oyun olan saklambacı insanların beğenisine sunamadık. Ancak yine de Bienal’in sanatsever kimliğinin altında aslında nasıl bir zihniyete sahip olduğunu göstermesi açısından güzel bir deneyime tanık olduk.”

Özge Karagöz: “Oyun daha baslar baslamaz siyahlari beyazlari kovalama oyunu(!)na donusuyor. Beyazlar da farkli yonlere kosarak dagilarak saklanacak yer aramaya basliyorlar. Iyice panige kapilan siyahlar tek tek beyazlari kollarindan tutup cekistirerek uzaklastirmaya basliyorlar. Tum beyazlarin disari cikarildigi anlasilinca eski soguk ve duragan dengesi yeniden saglaniyor. Siyahlar bundan gururlu. Beyazlar disarida coskuyla dagiliyorlar…”

Cansu Yeşilbademli (Güncelleme, 14.11.2011 – 15:30) : “Biz sanatı seçtik, sergilenenleri belirledik, seçilmeden oluşanlar hızla yok edilmeli, üstü kapanmalı. Durumu kontrol altına alın.” Bir ifadeyi durdurmuş oldunuz. Güvenlik görevlilerinizin içinden geçeni gördük, “senin babanın da”yla başlattığı ve sonunu getirmediği cümle duyduk. Bir odaya alındık, sorgulandık. “Kimsiniz siz, nereden geliyorsunuz?” Bu kadar. Kolumuzdan tutulup dışarı atıldık. Görevli hikayesinden çok daha önemli olan; biz durdurulacağımızı biliyorduk, kötü olan bunu tahmin etmemiz. Bu kadar korkmaları gerekmezdi; saklambaç oynuyorduk.”

Bu haftasonu grup adına yazılı bir açıklama yapan Ege Okal, “Bu projeden birçok şey öğrendik ve sanırım proje aslında daha yeni başlıyor. Blog oluşturmayı düşünüyoruz bütün videolar ve açıklamaları paylaşacağımız ve bunların hepsi bienal kurumunun aksine bütün yorumlara açık olacak ve tartışma bölümü oluşturacağız. Buradan bütün sanatçılara sesleniyorum, eğer hatırlanırsa tabii, gelin önümüzdeki bienalde hep birlikte saklambaç oynayalım ve performanslarımızı yapalım!” dedi.

Haber :  Durukan DUDU

Kaynak : http://www.yesilgazete.org/?p=42252