• Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Linkedin
  • Mail
Telefon: 0212 570 80 68
Nar Sanat
  • Ana Sayfa
  • Kurslar
    • Müzik Eğitimleri
      • Gitar Eğitimi
      • Piyano Eğitimi
      • Keman Eğitimi
      • Bateri Eğitimi
      • Şan Eğitimi
      • Bağlama Eğitimi
      • Akordeon Eğitimi
      • Flüt Eğitimi
      • Kanun Eğitimi
      • Saksafon Eğitimi
      • Org Eğitimi
      • Ud Eğitimi
      • Solfej Eğitimi
      • Klarnet Eğitimi
      • Viyolonsel (Çello) Eğitimi
    • Görsel Sanatlar
      • Resim Kursları
      • Kara Kalem
      • Karikatür
      • Fotoğraf
    • Sahne Sanatları
      • Tiyatro
      • Diksiyon
      • Senaryo ve Kısa Film
      • Yaratıcı Drama
      • Yaratıcı Drama Liderliği
      • Yetişkinler için Drama
    • Dans Kursları
      • Bale
      • Halk Dansları (Folklor) Kursu
      • Modern Dans
      • Hip Hop
        • Çocuk HipHop Dans
        • Yetişkin HipHop Dans
      • Oryantal dans kursu
        • Zumba
      • Düğün Dansı
      • Latin Dansları
        • Tango
        • Salsa
        • Swing – Lindy Hop
        • Vals
        • Bachata
        • Samba
        • Lambada
        • Rumba
        • Cha Cha
        • Flamenko
        • Merenge
    • Koro
      • Türk Halk Müziği
      • Türk Sanat Müziği
  • Kurumsal
    • About Us
  • Eğitmen KadromuzYapım Aşamasında
  • Basında BizYapım Aşamasında
  • Haberler
    • Akademik Yazılar
  • İletişimAdres : Kartaltepe Mah. İncirli Cad. Kıbrıs Sok. No:6 / 1-2 Bakırköy/İstanbul Telefon : +90 212 570 80 68 Belgegeçer : +90 212 542 57 72 Cep Tel: +90 530 880 71 80 Daha Büyük Görüntüle
    • Contact
  • Ara
  • Menu

Yazılar

admin

Özgüvenli çocuklar yetiştirelim derken bir yerlerde hata mı yaptık?

Sanat Haberleri

Nerede yanlış yaptık da özgüvenli yetiştirmeye çalıştığımız bu çocuklar ‘depresif’ veya ‘narsistik’ gençler oldular? Anlaşılan özgüveni yanlış yorumladık ve çocuklarımıza yanlış bir şekilde aşıladık.

gençlik

Çocuklarımızı özenle yetiştirdik. Hem de yeni bir eğitim anlayışı ile… Onları eleştirmemeye özen gösterdik. Başaramadıkları şeyleri hiç vurgulamadık.

‘Kendine inan! Sen özelsin! Her şeyi başarabilirsin; Yeter ki iste! ‘ sloganları ile büyüttük. ‘Düşlerini takip et!’, ‘Kurallara uyma, neyle mutlu oluyorsan onu yap!’, ‘Kendine inan ve kendin ol!’ gibi mesajları sadece eğitim sistemimizde değil, aynı zamanda filmlerde, kitaplarda ve müziklerde de konu ettik.

Toplumsal kurallar yıkıldı ve adeta birey doğdu. Kendi yapabilecekleri konusunda fazlasıyla iyimser olarak yetişen bu çocuklar genç oldular.

Bu gençler başaracaklarından çok eminler. Ne isterlerse elde edebilecek güçleri olduğuna fazlasıyla inanıyorlar. Kendilerine fazlaca odaklanıp, diğer insanların bakış açılarını düşünmekte zorlanıyorlar. İyi şeyleri hak ettiklerine ve üstün olduklarına inanıyorlar.

Eşsiz insanlar olduklarını düşünüyorlar. Hepsi lider özelliklerine sahip, popüler olmayı çok önemsiyorlar.

İçedönükleri ‘ezik’ olarak isimlendiriyorlar ve ezik görünmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kendilerinden beklentileri o kadar artmış durumda ki; pek çok alandaki istekleri sektörel ihtiyacı aştı. Çok ünlü olmak, çok para kazanmak, standartları yüksek bir hayat sürmek hepsinin ortak hedefi oldu. Neredeyse hepsi lisansüstü, doktora istiyorlar ama hepsi yapamıyorlar. Çok yüksek maaşlarla çalışmayı hedefliyorlar ama pek çoğu uzun ve zorlu eğitimlerinin sonunda beklentilerine ulaşamıyorlar. Öylesine rekabet dolu bir ortamda büyüdüler ki, ortalamanın biraz üstü bir standarta sahip olabilmek için iki üniversite bitirmeleri, birkaç yabancı dil bilmeleri gerekiyor.

10348292_959632967398265_1853046937567714509_n

Beklentiler yaşam gerçekleriyle uyuşamıyor. Bir şekilde hedeflerine ulaşmış gibi gözüken azınlık ise, işyerlerinde eski nesil tarafından yadırganıyor. İş görüşmelerinde ilk soru olarak ne maaş alacaklarını soruyorlar. Hiyerarşiden hoşlanmıyorlar. Otoriteyi sorguluyorlar. Üstleri ile arkadaşları gibi konuşuyorlar. Eleştiri kabul etmiyorlar. Rahat giyimleri ve tavırları ile yadırganıyorlar. Belirlenmiş çalışma saatlerinden hoşlanmıyorlar. Sonuçta işyerlerinde yadırganıyor, eleştiriliyor ve mutsuz oluyorlar.

Bu durumda diğerlerini kendi ihtiyaçlarını karşılayan bireyler olarak gören bu gençler, işler istedikleri gibi gitmeyince de kolaylıkla saldırganlaşabiliyorlar. Sonuçta şişirilmiş egolar çoğu kez bir balon gibi sönüyor. 

Yeni nesil savaş, kıtlık gibi ciddi travmalara maruz kalmadı. Aksine bilgisayar, cep telefonu, hazır gıda sektörü, elektronik ev aletleri, hızlı ulaşım araçları gibi gündelik yaşamı çok kolaylaştıran icatlarla yaşamları daha kolaylaşarak büyüdür. Daha huzurlu olmaları beklenirken, tam tersine kendilerinden başka şeylere çok az zaman ayıran bu özgür gençlerin yaşam karşısındaki hayal kırıklıkları ise  çok derin. Başarısız olan her deneyimi egolarına aldıkları derin yaralar olarak algılayan bu gençler depresyonla başetmek zorunda artık.

Peki nerede yanlış yaptık da özgüvenli yetiştirmeye çalıştığımız bu çocuklar ‘depresif’ veya ‘narsistik’ gençler oldular? Anlaşılan özgüveni yanlış yorumladık ve çocuklarımıza yanlış bir şekilde aşıladık. 

Gerçekten özgüvenli olan kişilerin ilişkileri çok iyidir. Çünkü sadece kendilerine odaklanmazlar. Karşılarındaki bireylerin duygularının farkına varırlar, ihtiyaçlarını önceden kestirirler. Sevilirler ve severler. Başkalarının ihtiyaçları için gerekli durumlarda taviz verirler. Kendilerini çok iyi tanırlar. Güçlü yönlerini bildikleri gibi, zayıf yönlerinin de farkındadırlar.

Bizlerse, özgüveni geliştirelim derken narsizmi körükledik. Özgüven hem kendine hem diğerlerine saygı duymayı gerektirirken, söylemlerimiz ve eğitim felsefemizle sadece kendine odaklı bireyler yetiştirdik. İlişkilerinde bile kendi amaç ve hedeflerine aracı olacak kişilerle ilişki kurdular. İlişkileri istedikleri amaca hizmet etmediğinde ise saldırganlaştılar. Suçladılar. Gerçekten sevemediler.

Özgüven olumlu ve olumsuz her türlü özelliğimizi tanımak ve buna göre ilerlemekten beslendiği halde, sadece olumlu özelliklerine odaklanan ve kendilerini gereğinden fazla önemseyen bireyler yetiştirdik. Bundan sonraki eğitim felsefemizi, gerek okullarda gerekse aile içinde oluştururken özgüven konusunu doğru yorumlamaya dikkat etmeliyiz. Hedefimiz hem olumlu hem olumsuz özelliklerini çok iyi tanıyan, beceriksiz oldukları konuları da kabullenerek yeri geldiğinde dile getirebilen, empati kurabilen, sevebilen, toplumun ortak yaşam gereği kabul ettiği kurallardan ürkmeyen, saygılı olmayı demode bulmayan bireyler yetiştirebilmek olmalıdır.

Gerçek yaşamın sınırlı fırsatları, eleştiren yapısı, çoğu kez mütevazi koşulları ‘çok önemli bireyler’ olduklarını düşünen bu gençlere aslında koca bir gruptaki ‘herhangi biri’ oldukları gerçeği ile yüzleştirmek gerekmektedir.

.
Dr. Olcay Güner

Kaynak : dunyayilar.org

11 Mart 2015/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2015/03/gençlik.jpg 371 670 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2015-03-11 19:54:042015-03-11 19:54:04Özgüvenli çocuklar yetiştirelim derken bir yerlerde hata mı yaptık?
admin

2014’ün en pahalı ya satılan sanat eserleri hangileridir

Sanat Haberleri

Milyonlarca dolara satılan sanat eserleri… Sahip olma tutkusu mu yoksa herhangi bir yatırım aracına para koyup daha fazla getirmesini bekleme hesabı mı? Buna kesin bir cevap vermek kolay olmasa da, gerçeklik değişmiyor. 2014 yılında el değiştiren sanat eserlerinden bazıları dolar cinsinden 7, hatta 8 sıfırlı rakamlara ulaştı. Huffington Post bunlardan en üst sırayı işgal eden on tanesini bir liste halinde yayımladı. Biz de aşağıda bunlara yer veriyoruz.

1- Triple Elvis (Üç Elvis), Andy Warhol (1963): 81.9 milyon dolar.

Fall Art Auctions

Rock müziğinin efsanelerinden Elvis Presly’yi kovboy olarak sunan pop kültürünün efsanelerinden Andy Warhol’un 2 metreden fazla yüksekliği olan bu tablosu Eylül ayında 80 milyon dolardan fazla bir paraya Christie’s müzayede salonunda el değiştirdi.

2- Four Marlons (Dört Marlon), Andy Warhol (1966): 69.6 milyon dolar.

Britain Auction

Dört Marlon Brando’nun dört Elvis’ten az para getirmesini dert etmezseniz, 1970’lerde bir Alman kumarhanesi tarafından ikisi beraber iki yüz bin dolara alınan bu tabloların bugün toplamda 150 milyona satılmasının karlı bir alışverişe işaret ettiğini düşünebilirsiniz.

3- Three Studies for a Portrait of John Edward (John Edwards’ın Portresi için Üç Eskiz), Francis Bacon (1984): 80.8 milyon dolar.

FRANCIS-BACON-JOHN-EDWARD

Londralı okuma yazma bilmeyen bir bar yöneticisi olan Edwards’ın ünlü İngiliz sanatçı Bacon’la tanışıp arkadaş olması hayatını epey değiştirmiş olmalı. Ressamın mirasçısı da olan Edward’ın payına ne düştüğünü bilmiyoruz ama yer aldığı resimlerin bu kadar büyük paralara satılacağını tahmin etmiş olması ufak bir ihtimal olarak duruyor.

4- Untitled (İsimsiz), Cy Twombly (1970): 69.6 milyon dolar.

TWOMBLY-BLACKBOARD-UNTITLED

Gri kanvas üzerine mumlu kalemle yapılan bir dizi çizimden oluşan tablo, şaşırtıcı biçimde en yüksek değere satılan eserler arasında yer alıyor.

5- Mark Rothko’ya ait iki İsimsiz tablo: 76 milyon dolar.

US-ART-AUCTION-CONTEMPORARY

Satış öncesindeki tahminlerin iki katı fiyata satılarak herkesi şaşırtan bu tablolar, müzayede salonları arasındaki rekabette Sotheby’ın Christie’s’in gerisinde kalmamasını sağlamanın ötesinde eski sahiplerine büyük bir kar getirmişe de benziyor.

6- Le Printemps (İlkbahar), Edouard Manet (1881), 65.1 milyon dolar.

Jeanne Demarsy

Genelde modern sanat eserlerinden oluşan listeye giren saha eski dönemlerden bir tablo. Empresyonist ustalardan Manet’nin hala özel ellerde kalan bu son tablosu J. Paul Getty Müzesi tarafından satın alınmış.

7- Jimson Weed (Boru Çiçeği), Georgia O’Keeffe (1932): 44.4 milyon dolar.

Georgia O’Keeffe Auction

Dünyada bir kadın tarafından yaratılan sanat eserleri arasında en pahalıya satılan olma rekorunu ele geçiren bu tabloyu alan kişinin kimliği (çoğu zaman olduğu gibi) açıklanmamış.

8- Chariot (At Arabası), Alberto Gİacometti (1950), 101 milyon dolar.

Sotheby's Prepare  For Frieze Art Fair

Listedeki en pahalı eser bronz bir kadını resmeden bu Giacometti heykeli. Satın alan kişi ise yatırım fonları milyarderi Steven A. Cohen.

9- Black Fire (Siyah Ateş), Barnett Newman (1961), 84.2 milyon dolar.

US-ART-AUCTION-CHRISTIES

“Siyahı renge dönüştürmeyi” sanatının amacı olarak açıklayan Newman’ın bu tablosunu satın alan kişinin de adı belli değil.

10- Portrait of George Dyer Talking (Konuşan George Dyer’ın Portresi), Francis Bacon (1966), 70 milyon dolar.

BRITAIN-ART-AUCTION-FILES

Hırsızlık için girdiği Bacon’un evinde kaderi değişen George Dyer’ın bu tablosu daha sonra sevgilisi olan ressamın ona bir saygı sunuşu olarak da değerlendiriliyor.

Kaynak : notosoloji.com

24 Ocak 2015/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2015/01/GIACOMETTI-CHARIOT.jpg 600 900 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2015-01-24 15:01:202015-01-24 15:08:442014’ün en pahalı ya satılan sanat eserleri hangileridir
admin

İstanbul’da kütüphane çalışma saatlerini yeniden düzenledi.

Sanat Haberleri

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, kütüphane kullanıcılarının ve araştırmacılarının daha rahat ve sıcak bir ortamda çalışabilmeleri için kütüphane çalışma saatlerini yeniden düzenledi.

Atatürk_kitaplığı

Atatürk Kitaplığı arşivindeki kitaplara artık 7 / 24 erişim sağlanabilecek. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, kütüphane kullanıcılarının ve araştırmacılarının daha rahat ve sıcak bir ortamda çalışabilmeleri amacıyla yapılan düzenlemeyle “7 gün, 24 saat” hizmet verecek. Belediyeden yapılan açıklamaya göre, modern çağın gerekliliklerine uygun ve dünyayla rekabet edebilir bir eğitim, öğretim ve araştırma altyapısı için çalışmalarını sürdüren, geliştirdiği projelerle bilgiye 7 gün, 24 saat sınırsız erişim hizmeti sunan Atatürk kitaplığı, 15 Eylül’den itibaren 7 gün, 24 saat açık olacak.

Proje kapsamında oluşturulan sayısal arşivde 4,5 milyon görüntü bulunuyor. Proje hizmete sunulduğu ilk altı aylık dönemde 2 bin 150 üye, 51 bin 140 toplam kullanıcı ve 103 bin 200 yayın indirme sayısına ulaştı. Sayısallaştırma çalışmaları çerçevesinde ise Atatürk Kitaplığı koleksiyonunda bulunan basılı ve yazılı kültürel miras eserlerini web üzerinden hizmete sunuyor.

Görüntü ve veriler internet sitesinde yayınlanıyor

Atatürk Kitaplığı, 2012’de İstanbul Kalkınma Ajansı tarafından “İBB Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü’nde Bulunan Osmanlı Dönemi Nadir Eserlerin Kataloglanması, Dijital Ortama Aktarılması ve Elektronik Ortamda Kullanıma Sunulması”  adlı proje için desteğe hak kazandı.

Proje sonunda, İBB Atatürk Kitaplığı’nda bulunan kültür mirasımızın basılı ve yazılı bilgi kaynaklarına zaman ve mekana bağlı kalmadan erişilmesi sağlandı. Görüntü ve veriler “www.ibb.gov.tr” internet adresinden ve “http://ataturkkitapligi.ibb.gov.tr/”  linki üzerinden internet ortamında hizmete sunuldu.

Kaynak :[-]

22 Eylül 2014/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2014/09/Atatürk_kitaplığı.jpg 350 620 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2014-09-22 19:19:242014-09-22 19:22:34İstanbul'da kütüphane çalışma saatlerini yeniden düzenledi.
admin

9. Dağ Filmleri Festivaline gün sayarken. 25 Şubat 2014

Sanat Haberleri

The North Face’in sunduğu ve bu yıl “Doğaya Dokun!” temasıyla yola çıkan 9. Dağ Filmleri Festivali, 25 Şubat – 2 Mart 2013 tarihlerinde; doğa, keşif, macera ve belgesel sinema tutkunlarıyla buluşuyor. Dağ Kültürü Derneği ile Mineral Event tarafından düzenlenen festivalde ödül rekortmeni filmlerin yanı sıra macera ile adrenalin dolu toplam 47 film izleyicilerle buluşacak. 

 9_dag_filmleri_festivali_25_subatta_basliyorTürkiye’nin, doğa, keşif ve macera konulu, ilk ve tek film festivali olan Dağ Filmleri Festivali, 25 Şubat’ta, The North Face®’in ana sponsorluğundaİstanbul Beyoğlu’nda, izleyicileriyle buluşuyor. 2 Mart’a kadar sürecek festivale, Fransız Kültür Merkezi, Galatasaray Aynalı Geçit ve Pusula Sanat Merkezi ev sahipliği yapacak.
Dünyanın en iyi doğa filmleri festivalde
Festival Dünya festivallerinde gösterilen 600’den fazla film arasından seçilen 2014 seçkisi toplam 47 filmden oluşuyor. Filmler; “Dünyadan”, “Keşif Ruhu”, “Doğa-Çevre-İnsan”, “Su Dünyası”, “Bisiklet” ve “Kayak” olmak üzere, 6 tema başlığı altında toplanıyor. Seçkide; rafting, dalış, dağcılık, kaya tırmanışı, base jump, kayak, dağ bisikleti gibi doğa sporlarının yanı sıra, çevre ve doğa belgeselleriyle gezi, keşif ve insan hikayeleri de yer alıyor.
1953’te Everest’te neler oldu ?
Bu yılın en dikkat çekici teması olan “Dünyadan” ile 12 film beyaz perdeye yansıyor. Bu tema altında yüksek kalitesi ve güçlü anlatımı ile “Uçurumun Kıyısında” filmi dikkat çekiyor. Tema kapsamında ayrıca dünyanın en tehlikeli dağı olarak bilinen K2 üzerine 3 ayrı film bulunuyor.
“Bisiklet” ve rekabet
Salcano sponsorluğunda hazırlanan bu temanın en etkileyici filmi “Destansı bir hikaye” adını taşıyor. Güney Afrika’nın güzel ve heyecan verici manzarasında geçen belgeselde iki sporcunun “Cape Epic” yarışını kazanmak için yaptıkları hazırlıkları anlatıyor. Temanın diğer dikkat çekici filmi ise “Mutluluk”. Filmde Hindistan’da kötü koşullar altında yaşayan cüzzam hastalarına ve zihinsel engelli kadınlara dikkat çekmek için yapılan çok zorlu bir bisiklet yolculuğu anlatılıyor.
“Keşif Ruhu” ile kuzeye yolculuk
Adrenalin düzeyini yükselten tema “Keşif Ruhu” altında toplam 14 film gösterilecek. Tema kapsamında Norveç’ten gelen 3 film ile izleyiciler kuzey esintisi yaşayacaklar. Temanın en dikkat çekici filmi ise “Hayatımın Zirveleri : Sınırlarda yaşamak” Filmde, istisnai bir dağcı, kayak sporcusu ve dağ maratoncusu olan Kilian Jornet’in hayatı ve başarıları anlatılıyor.
Doğa, çevre ve insan öyküleri
Toplam 6 öyküyü içeren ve festivalin bir diğer güçlü teması olan “Doğa, Çevre ve İnsan” Doğa kağıt/Steppen sponsorluğunda izleyiciyle buluşuyor. Tema kapsamında 3 adet kurmaca film yer alıyor.
İnsan doğa ilişkisi üzerine dokunaklı bir hikaye “Belle ve Sebastien”
Festivalimizde “Gala” yapacak olan bu kaçırılmaması gereken Fransız filmi Alp dağlarında ikinci dünya savaşı yıllarında yaşanan bir dostluk hikayesine odaklanıyor.
Temanın diğer iki kurmaca filmi İsviçre’den geliyor. Altın Ayı ödüllü “Yukarıdaki çocuk” bir kayak merkezinden çaldığı kayakları aşağıda satan Simon’un hayatına ve ablası ie olan ilişkisine odaklanıyor. “Clara ve Ayıların Sırrı” ise doğa ile güçlü ilişkiler kurabilen Clara’nın geçmişte yaşanan bir üzücü olayı aydınlatma peşinde çıktığı yolculuğu anlatıyor.
Çocuklar ve aileler için doğa filmi : Baba oğul birlikte “Şehirden Zirveye” 
Nefis görüntüler eşliğinde izleyeceğiniz bu film Alman Sebastian ve 9 yaşındaki oğlu Luca’nın yaptığın alışılmışın dışında gezi ve tırmanışı anlatıyor. Belgesel çocuklu yaşam ezberlerimizi de bozarken bizleri başka türlü bir çocuklu yaşamın mümkün olduğuna da ikna ediyor.
İnanılmazı başarmak : Çelikten İrade
Festivalin olmazsa olması “Kayak” teması kapsamında toplam 5 film yer alıyor. Katıldığı festivallerde beğeni toplayan ve çok ciddi bir kaza geçirmesine rağmen yaşamdan kopmayan ekstrem sporcu Karina’nın hikayesini anlatan “Çelikten İrade” bu yılın en dikkat çekici filmlerinden biri.
“Zihne Doğru” ve “Valhalla”: Sinematografik mükemmellik
İzleyicilerimizin zihnine kazınan kayak filmleri ile ünlenen Kanada’lı yapımcılardan bu yıl yeni bir şaheser geliyor : “Zihne Doğru”. Sıra dışı kurgusu ve özel anlatım tekniği ile “Valhalla” ise kayak filmlerine bakışınızı değiştirecek.
Shackleton deniz ve maceraseverler için İstanbul’da…
Festivalin çiçeği burnunda teması “Su Dünyası” kapsamında gösterilecek filmler “Açık Deniz Akademi” sponsorluğunda gösterilecek.  Temanın en dikkat çekici filmi olan “Shackleton’un Kaptanı” 1914 yılında güney kutbuna yapılan keşif ekspedisyonunu gemi kaptanının gözünden anlatıyor. Film, deniz ve yelken severlerin çok ilgisini çekecek.
Su dünyası’nın diğer dikkat çekici filmleri ise “keşif” odaklı. “Londra’dan Londra’ya”, Tierra Del Fuego” ve “Ve Sonra Yüzmeye Başladık” belgesellerinde ortak nokta dünya. Bu filmlerin kahramanları dünyanın çeşitli bölgelerinde yaptıkları gezilerle keşifler çağından 500 yıl sonra dahi insanın içerisindeki keşif ruhunun ölmediğini gösteriyorlar.
Önemli iki fotoğraf sergisi de festival programında
Festival kapsamında iki ayrı Fotoğraf sergisi düzenleniyor. Fransız Kültür Merkezi’nde açılacak “Doğaya Dokun” sergisi doğa ve ona dokunan insanın hikayesine odaklanacak.
“Gala Bataklığı” fotoğraf sergisi ise bir usta fotoğrafçı Ersin Alok’tan. Hazar Denizi kıyısında ortaya çıkarılan prehistorik çağa ait kaya üstü resimlerinin yer alacağı sergi Pusula Sanat Galerisi’nde izleyiciler ile buluşacak.
Festival kapsamında; kitap sergileri, söyleşiler ve ödüllü yarışmalar da düzenleniyor. Geniş bir izleyici kitlesine hitap eden Dağ Filmleri Festivali kapsamındaki bu etkinliklerle; dağ ve doğa bilincine dikkat çekiyor, ulusal dağ ve doğa belgeselciliğine katkı sağlayarak doğa kültürü alanındaki önemli bir boşluğu dolduruyor.
06 Şubat 2014/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2014/02/9_dag_filmleri_festivali_25_subatta_basliyor.jpg 225 300 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2014-02-06 16:35:502014-02-06 17:54:599. Dağ Filmleri Festivaline gün sayarken. 25 Şubat 2014
admin

Man Booker Ödülü 28 Yaşındaki Yazarın

Sanat Haberleri

Man Booker Roman Ödülü, 28 yaşındaki Yeni Zelandalı yazar Eleanor Catton’a verildi. Catton, edebiyat dünyasının prestijli ödülünü kazanan en genç isim oldu.

Eleanor_Catton

Eleanor_Catton

2013 yılı Man Booker Roman Ödülü’nü bu yıl 28 yaşındaki Eleanor Catton kazandı.

Catton, “The Lumınaries” adlı romanıyla prestijli ödülü kazanan en genç isim oldu.

Henüz ikinci romanıyla bu başarıyı yakalayan Catton, ödülünü Cornwall Düşesi Camilla’dan aldı.

80 bin dolarlık para ödülünün de sahibi olan genç yazar, teşekkür konuşmasında edebiyat dünyasının gördüğü ticari baskıya değindi.

Catton, “Yayıncıların rekabetin yüksek olduğu bu dünyada ayakta kalmak için ticari baskı hissettiğinin farkındayım. Bana böylesi bir Man Booker-Roman-Ödülübaskıyı yansıtmayan yayıncılarıma çok teşekkür ederim” dedi.

Bu yıl son kez İngiliz Milletler Topluluğu vatandaşı yazarlara verilen Man Booker Roman Ödülü 2014’ten itibaren hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun İngilizce yazan tüm yazarlara verilebilecek.

Kaynak :[-]

16 Ekim 2013/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2013/10/Eleanor_Catton.jpg 533 800 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2013-10-16 11:30:592013-10-16 11:30:59Man Booker Ödülü 28 Yaşındaki Yazarın
admin

‘ Türkiye’de Yaratıcı Endüstrilerin Geleceği ‘ paneli devam ediyor.

Sanat Haberleri

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 40. Yılında hayata geçirdiği İstanbul Tasarım Bienali, 12 Aralık tarihinde sona eriyor. Bienal kapsamında, Yaratıcı Endüstriler Konseyi Derneği tarafından düzenlenen ‘Türkiye’de Yaratıcı Endüstrilerin Geleceği’ paneli 29 Kasım Perşembe günü saat 10.00’da İstanbul Modern’de Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürü Abdurrahman Çelik’in katılımıyla gerçekleştirilecek.

 Kapılarını açtığı 13 Ekim tarihinden bu yana İstanbul’u uluslararası tasarım haritasının merkezine oturtan İstanbul Tasarım Bienali, 12 Aralık Çarşamba günü sona eriyor. Galata Özel Rum İlköğretim Okulu ve İstanbul Modern’de yer alan iki ana serginin yanı sıra kentin farklı noktalarına yayılan akademi programı, atölye sergileri, seminer programı ve paralel katılımcı programı çalışmaları son iki haftasında tüm hızıyla devam ediyor.

“Musibet” Sergisi

Küratörlüğünü Emre Arolat’ın üstlendiği “Musibet” sergisinde, 165 tasarımcı ve mimar tarafından hazırlanmış, İstanbul ve diğer şehirlerdeki büyük dönüşümlerin birbirinden farklı yüzlerini göz önüne seren 30’un üzerinde proje yer alıyor. İstanbul Modern’de özel olarak tasarlanan sergi mekânındaki, kurgusal bir geçmişten yola çıkarak, II. Dünya Savaşı sırasında düşen bombaların ardından İstanbul’da yeniden tasarlanan üç farklı yapıdan, İstanbul’un farklı kimliklerle yeniden yaratıldığı interaktif “kent yapma oyunu”na, Galata Serdar-ı Ekrem sokağı sakinlerinin dönüşüm sürecini anlattığı videolardan “İstanbul’un sesinin” üç boyutlu dinlenebildiği ses enstalasyonuna, çarpıcı projeler izleyenleri “Bir musibet bin nasihatten iyidir” atasözünü düşünmeye davet ediyor.

Birşeyler Üreten İnsanların Sergisi: “Adhokrasi”

Karaköy’de yer alan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda Joseph Grima’nın küratörlüğünü üstlendiği “Adhokrasi” sergisi 120 tasarımcı ve mimarın 60’dan fazla projesini bir araya getiriyor. “Birşeyler üreten insanların sergisi”nde, üç boyutlu yazıcılardan, gelecekte gazetecilik ve iletişim alanlarında büyük önem kazanacak insansız hava araçlarına, eritilerek müzik enstrümanlarına dönüştürülen yasadışı silahlardan, internet ortamında paylaşılarak kullanıcıların ihtiyaçlarına göre üretilebilen açık kaynak projelerine, son yıllarda çağdaş tasarım sahnesinde büyük ses getiren toplumsal ve teknolojik gelişmeler değerlendiriliyor.

Bienal Sergileri Ücretsiz Rehberler Eşliğinde

İstanbul Tasarım Bienali’nin Galata Özel Rum İlköğretim Okulu ve İstanbul Modern’deki sergilerine bilet alan ziyaretçiler, bienalin eş sponsorlarından Vestel’in katkılarıyla sergileri ücretsiz rehberler eşliğinde gezebiliyor.

Küratörlüğünü Emre Arolat’ın üstlendiği ve İstanbul Modern’de yer alan “Musibet” sergisinin ücretsiz rehberli gezileri, her gün 10.30-17.00 saatleri arasında 30 dakikalık turlar şeklinde yapılıyor. Perşembe günleri ise ek olarak 18.00 ve 19.00 saatlerinde de ücretsiz rehberli turlar gerçekleştiriliyor. Joseph Grima’nın küratörlüğünü üstlendiği ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda yer alan “Adhokrasi” sergisinin 45 dakika süren ücretsiz rehberli gezileri ise her gün 10.30-17.30 saatleri arasında yapılıyor. Perşembe günleri ise ek olarak 18.30’da da turlar oluyor. Ücretsiz rehberli turlarla ilgili ayrıntılı bilgiler mekânların girişinde bulunan gişelerden öğrenilebilir.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 40. yılında, Eren Holding, Koray Şirketler Topluluğu, Vestel ve VitrA eş sponsorluğunda hayata geçirdiği İstanbul Tasarım Bienali birçok mekanda çok sayıda sergi ve etkinlikle meraklıları bekliyor.

Paneller  hakkında :

Panel: 29 Kasım 2012, Perşembe, 10.00-12.30

Türkiye’de Yaratıcı Endüstriler Sektöründe Neler Oluyor?

Düzenleyen: Yaratıcı Endüstriler Konseyi Derneği

Türkiye yaratıcı endüstriler sektöründe çalışmalar yapan disiplinlerin oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarınca kurulan Yaratıcı Endüstriler Konseyi Derneği (YEKON), İstanbul Tasarım Bienali dahilinde gerçekleştireceği panelde derneğin oluşum amacı, misyonu hakkında bilgi verecek, Yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda yapılan düzenlemeler ile ilgili çalışmalarını tartışmaya açacak. Yaratıcı endüstriler sektörlerinde disiplinler arası iş birliklerini geliştirmek için sivil toplum örgütleri olarak öncelikle bir araya gelmek, ortak hedefler yönelik çalışmalar yapmak, yaratıcılığı tercih edilen bir değer haline getirmek, sektörün küresel pazarda rekabet edilebilirliğini artırmak amacıyla YEKON olarak yapılması gerekli olan çalışmalar bu panelde tartışmaya açılıyor ve şu sorulara yanıt aranıyor:

11 sivil toplum örgütü tarafından kurulan ve yeni üyelerle de genişleyecek olan YEKON’un amaçları nelerdir ve hedefleri neler olmalıdır? Yaratıcı endüstrilere yönelik eğitim sistemini neden daha yaratıcı, sorgulayıcı ve yenilikçi kılmak gereklidir? Yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile neler değişecek? YEKON bu kanun değişikliği için ne gibi çalışmaları hangi amaçla yaptı ve yapacak? Yaratıcı endüstriler ve YEKON Türkiye sanayisine ve ekonomisine nasıl bir katma değer sağlayabilir?

Panel: 2 Aralık 2012, Pazar, 14.00-17.00

Sanat, Zanaat, İnovasyon Üçgeninde Endüstriyel Tasarım

Düzenleyen: Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu (ETMK)

Günümüzde, endüstriyel tasarımcıların rolleri değişim gösteriyor. Endüstriyel tasarım mesleği geçmiş dönemnde daha teknik bir disiplin olarak algılanırken bugün, tüm dünyada olduğu gibi Türkiyede de pazarlama ağırlıklı bir bakış açısıyla kavramsal, yenilikçi ve geleceğe yönelik iddiası olan projeler için endüstriyel tasarımcılar daha çok tercih edilmeye başladı. Endüstriyel tasarımcılar bu değişen piyasa koşullarında kendilerine farklı alanlar da yaratmaya başlarken, mesleğin sınırları  da genişlemektedir. Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu (ETMK)’nun bienal kapsamında düzenlediği panel, endüstriyel tasarımın sanat, zanaat ve inovasyonla kesişimleri, birleşimleri ve farklılıklarını irdeliyor ve şu sorulara yanıt arıyor: Buluş, teknoloji ve mühendislik ağında endüstriyel tasarım kendine nasıl bir yer edinmelidir? Dünya’da bu ilişkiler nasıl konumlanmaktadır? Zanaat ve sanatla birleşen projelerde yer alan, kendi ürünlerini tasarlayıp üreterek farklı kulvarlarda da kendilerine yer açmaya çalışan tasarımcılar zanaatın ve sanatın neresinde konumlanmalıdır? Zanaatçı aynı zamanda tasarımcı mıdır ya da tasarımcı zanaatçı olabilir mi ya da olmalı mıdır? Zanaat tasarımı ne kadar ve nasıl etkiler? Endüstriyel tasarımcı kendini bu kavramlara ne kadar yakın görür?  Tasarım sanatla hangi durumlarda kesişir? Tasarım “sanat”, tasarımcı “sanatçı” olabilir mi? Genişleyen bu sınırlarda, Türkiye’deki tasarımcılar olarak bu üçgenin neresinde kalmalıyız? Türk tasarımcısı nasıl yetiştirilmelidir ki Türkiye ekonomisine katkıda bulunsun, pazarda kendine bir yer bulabilsin ve istihdam edilebilsin? Bu üçgende ağır basan bir nokta olmalı mıdır?

1. İstanbul Tasarım Bienali Film Gösterim Programı

1 Aralık 2012 Cumartesi 17.00

Welcome to Macintosh

Robert Baca, 90’, ABD, 2008, İngilizce

Welcome to Macintosh, ünlü Apple markası ve ürünlerine dair tarihçeyi, eleştirileri ve eğlenceli bilgileri bir araya getirirken tarafsız durmaya çalışan, enteresan bir uzun metraj belgesel. İster iflah olmaz bir Mac fanatiği olsun ister bir teknoloji korkağı… Film, izleyicisini Apple denilen dev fenomenin dünyayı nasıl değiştirdiğini gösteren bir yolculuğa davet ediyor. Apple-I’in ilk günlerinden şirketin bugün sunduğu tüm deneyimlere uzanan eğlenceli ve tarihsel bir yolculuk bu.

Film gösterimleri Tasarım Bienali ve İstanbul Modern ziyaretçilerine ücretsizdir.

 

29 Kasım 2012/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2012/11/tasarım-bienali.jpg 244 716 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2012-11-29 10:45:312012-11-29 11:41:59' Türkiye'de Yaratıcı Endüstrilerin Geleceği ' paneli devam ediyor.
admin

22 yıl önceki ve sonraki İstanbul Sanat Fuarı

Sanat Haberleri

22 yıl önceki İstanbul Sanat Fuarı’nı anımsadım. O günlerden bu günlere ulaşılabileceği aklımıza gelmezdi. Bugün bu görkemli organizasyona herkes dahil olmalı ve yeni yolculuklara çıkmalı.

Fuar alanına ulaştığımızda, fuarın alışıldık çizgisinin yeni bir uygulamasıyla karşılaşacağım düşüncesi hakimdi. İlk dakikaların sükunetini avantaj olarak kullanmak niyetiyle fuarda hızlı bir tur atmak iyi bir fikirdi, öyle yaptım. Koleksiyonerler, müzeciler, kültür organizasyonu gerçekleştirenler de öyle düşünmüş olmalıydı ki hemen ilk adımda Oya-Bülent Eczacıbaşı ve Mustafa Taviloğlu’nun içinde olduğu çok sayıda izleyiciyle karşılaştım.

Sessiz ve sihirli bir trafik
Giriş katını tamamlayıp alt kata indiğimde fuarı hâlâ rahatlıkla izleyebilme şansı vardı. Aynı hızla öteki bölüme ulaşmak için merdivene yönelince biraz önce geçtiğim giriş katı olağanüstü kalabalık bir izleyici kitlesiyle adeta kuşatılmıştı. Bundan sonraki süreç omuz omuza sürdü. Ancak böylesine görkemli bir açılışı oluşturan kitleden beklenen uğultu ve karmaşa yerini sessiz ve sihirli bir trafiğe terk etmişti. İzleyiciler tüm iletişimlerini görme eylemi üstünden yürütüyorlardı.

Türkiye’de sanat pazarının oluşumu müzayedeler aracılığıyla yönlendiriliyor. Galerileri ve sanatçıları alan dışında tutarak koleksiyonerleri müzayede salonlarına bağlama eğilimleri giderek güç kazanıyor. Bu durum sanat pazarının oluşumunda özellikle yeni koleksiyoner kuşağının sağlıklı seçim alternatiflerinden uzaklaşmasına neden oluyor. Contemporary İstanbulorganizasyonu bir alternatif olarak galericileri, sanatçıları, hatta koleksiyonerleri yalnızlaştıran bu oluşuma karşı çok önemli bir dinamik. İzleyiciye renkli, çok boyutlu, uluslararası zengin seçenekler sunuyor.

22 yıl önce İstanbul Sanat Fuarı’nın açılış gününü anımsadım. Organizasyonu gerçekleştiren arkadaşlarımla konukları karşılamaya hazırlanırken sonuçlarını kestiremediğimiz bir yolculuğu başlattığımızı biliyorduk. Ama o günlerden bu günlere ulaşabileceğini planladığımızdan emin değilim. Sadece galeri birikimlerini öne çıkarmak ve izleyiciye toplu izleme olanağı sunacak bir ortam yaratmak isteğimiz vardı. Çünkü müzesi olmayan bir sanat ortamında doğan boşluğu bir biçimde doldurmak istiyorduk. Sanat Fuarı’nın ilk izleyicilerinden birinin Nejat Eczacıbaşı olduğunu ve bizi bu konuda yüreklendirdiğini de anımsıyorum.

İstanbul Bienali öncü oldu
Şurası bir gerçek ki İstanbul Bienali Türkiye’de izleyici sınırlarını zorlayan öncü girişimleriyle büyük bir uluslararası ilgi yarattı ve geniş bir izleyici kitlesi oluşturdu. 2000’li yıllarda kurulmaya başlanan özel müzelerse bienalin yarattığı bu ortamı özellikle de yeni koleksiyoner kuşağını yüreklendirecek bir boyuta taşıdı ve yine bienal aracılığı ile açılan uluslararası koridoru kullanma alışkanlığını edinmemizi sağladı. Böylesi bir ortamı fuarcılık alanına taşımak gerekiyordu. Contemporary İstanbul bu oluşumu büyük bir başarıyla gerçekleştirmiş.

Contemporary İstanbul 55’i yurtdışı 45’i Türkiye’den 100 galeriyi bir araya getirmiş. 600 sanatçının 3000 eserini son derece başarılı biçimde sergileyerek izleyiciye zengin bir sanat yelpazesi sunuyor. Kurumlara, sivil insiyatiflere, yayınlara yer açarak kendini sadece bir pazar ortamıyla sınırlamadan yeni oluşumları destekleyen ve gelecek vurgusu yapan çok boyutlu bir organizasyon gerçekleştirmiş. Programına önemli konuşmalar ve konuşmacılar yerleştirerek görsel dünyanın düşünsel boyutuna da yer vermiş.

Türkiye ciddi bir pazar
Uluslararası galerilerin sayısal çoğunluk sağladıkları ortamda ortaya koydukları kalite de İstanbul’daki bu fuarı ciddiye aldıklarını gösteriyor. Ayrıca bu galerilerin şaşırtıcı Türkiye ilgisi Türkiye’de ciddi bir pazar potansiyelinin varlığına işaret ediyor. Fuarın yarattığı bu ortam sanat ortamımız açısından son derece önemli sayılmalı. Artık ulusal galeriler, sanatçılar, koleksiyonerler ve izleyiciler uluslararası bir rekabetin tarafı olmak olanağına sahipler.

İletişim ortamı yaratıldı
Bu ortam ayrıca herkese ilişkiler kurma olanağı sunuyor. Özellikle genç sanatçılar ulusal ve uluslararası galerilerle ilişki kurabiliyor. Fuarda kapı komşusu olan galeriler, dünya galerileriyle kolayca iletişime geçebilirler.
Etkilendiğim işlerin sayısı çok. Aynı şeyi galeriler için de söyleyebilirim. Bence CI, sanat fuarcılığından bekleneni gerçekleştirmiş. Gerisi bu başarıyı paylaşacak izleyiciye, galericiye, koleksiyonere ve sanatçılara kalmış. Bu görkemli organizasyonda Ali Güreli ve Hasan Bülent Kahraman önemli bir iş başarmışlar. Bu büyük şölene herkes katılıp kendi beğenileriyle yeni bir yolculuğa çıkabilir.

Kaynak :[-]   Hazırlayan : Hüsamettin KOÇAN

25 Kasım 2012/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2012/11/istanbul-Sanat-Fuari.jpeg 340 606 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2012-11-25 14:14:272012-11-25 14:14:2722 yıl önceki ve sonraki İstanbul Sanat Fuarı
admin

Malatya ” 3. Uluslararası film Festivali ” 9 Kasım’da başlıyor

Sanat Haberleri

Malatya Film Festivali’ne zengin program

Kerem Akça, bu yıl üçüncü kez düzenlenen Malatya Film Festivali’nin programını değerlendirdi

Malatya Film Festivali, 9-15 Kasım 2012 tarihleri arasına denk gelen üçüncü yılında bambaşka bir temanın yanında Kristal Kayısı ödüllü ulusal ve uluslararası yarışmalarıyla da işlevlerini sürdürüyor. 140 filmi bulan programda özellikle Türkiye prömiyerini yapacak yabancı eserlerle dikkat çeken etkinlik, Antalya’da yarışmayan filmlerle de ‘ulusal yarışma’ rekabetini kızıştıracak gibi. Üzerine tuğlalar koyarak festival çatısı adına doğru adımların festivali olan organizasyon için ilerisi açık. Amerikan bağımsız sinemasının ustalarından John Sayles’in özel konuk olarak şehre gelip 9 Kasım’daki açılış töreninde onur ödülü alacak olması ise bir başka önemli detay.

Her geçen yıl program kalitesi açısından çıtayı daha da yükseklere koyan Malatya Film Festivali, bu sene ‘Orta Doğu ve Barış’ teması eşliğindeki etkinliklerle de ağını genişletecek. Bu klasik eğilimin yanında esasen ulusal ve uluslararası programın yoğunluğu konusunda bir dikkat çekicilik görmek mümkün. Elbette seminer, sergi ve atölye etkinliklerinin yanında önemsenmeyen ‘sinema tekniği’ üzerine İngilizce kitaplardan biri daha Türkçe’ye çevrilmiş haliyle basılıp dağıtılacak. Böylece tabiri caizse bütçe ‘boş’a gitmemiş olacak.

Üç önemli filme Türkiye prömiyeri

Uluslararası programa baktığımızda ana danışman Alin Taşçıyan’ın katkılarıyla oluşturulan seçki bir hayli kuvvetli. 140 filmlik program, ‘yok artık!’ tepkilerine de yol açabilir. Hatta daha da ileri gidersek, beş salondaki gösterimlere nasıl bu kadar filmin sığabileceğini de düşünmeden kendimizi alamıyoruz. Zira programa bakınca hem 11. Filmekimi veya 19. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan sevdiğimiz yönetmenlerin vizyona girecek filmleri, hem 31. İstanbul Film Festivali’nde beğeni toplayan eserleri, hem de Türkiye prömiyerini Malatya’da yapacak yapımlara rastlamak mümkün.

Özellikle Demián Bichir’e Oscar adaylığı getiren, Chris Weitz imzalı “A Better Life”, farklı bir gelenek geliştirmesiyle dünyada yankı uyandıran Çek animasyonu “Alois Nebel” ve Kanada’nın ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde iddialı Oscar aday adayı “Savaş Cadısı” (“Rebelle”) bu konuda en dikkat çekenler. Elbette “Düşler Diyarı” (“Beasts of the Southern Wild”) ve “Yas” (“Soog”) gibi ilk filmlerle, ya da Michael Haneke, Bernardo Bertolucci, Abbas Kiarostami, Christian Petzold gibi yönetmenlerin son işleriyle zenginleşen programın diğer nadide örneklerinin arasında da kaybolabilirsiniz.

Yarışmalarda çetin rekabet

Uluslararası yarışmanın ‘büyüme hikayesi’ni odağına alan film listesi ise iddialı ve çetin bir rekabete sahne olacak gibi. “Düşler Diyarı”nın bana kalırsa 2012’nin en iyi filmlerinden biri olma özelliğiyle, “Taş Kafa”nın (“Rundskop”, 2011) Hollanda’nın “Yeraltı Peygamberi” (“Un Prophète”, 2009) kimliğiyle, “Hayır”ın (“No”) Pinochet katmanlı politik tabanıyla dikkat çekici bir incelemeye tabi tutulması, bunların yanında ‘rahat izlenir, sıkmayan Avrupa sineması örnekleri’nin de kafasını uzatmasıyla zor bir süreç ortaya çıkacak.

Ulusal yarışmada ise Antalya’nın ‘ilk film yarışması’nın aksine “Devir”, “Yük” gibi Derviş Zaim ve Erden Kıral’ın, “Tepenin Ardı” ve “Zerre” gibi yılın en önemli ilk filmlerinin bulunduğu toplamdan bir yarışma algısı oluşacak. Bu da hem Malatya halkı, hem de festivalcilik adına önemli bir gelişme. Zira bu kategoride çekişme Antalya’dan daha keskin yaşanacak orası kesin.

Genel anlamda bakınca ise Malatya’nın kalkınması gereken portföyünü sinemayla dolduran süreç, devam ediyor. Belli ki etraftaki filmlerin durumu incelenip nokta atışı eserlerden bir program ‘danışmanlar kurulu’nun katkısıyla oluşturulmuş. Kristal Kayısı ödülünün de içeriye dahil edilmesi ise belli miktarda maddi ödülleri devreye sokuyor. Lafın özü hiçbir zahmetten kaçınılmamış bu sene. Bu noktadan sonra Malatya halkının 2011’de azalan ilgisinin 2012’de geri dönmesi ve organizasyonun kulaktan kulağa yayılma sürecinin hızlanması kalıyor.

 Malatya Film Festivali’nden örnek bir kaç film:

1-Sevmek Zamanı

2-Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild)

3-Yalnız Kovboy (Lone Star)

4-Çocuklar (Djeka)

5-Azrail’i Beklerken (Poulet aux Prunes)

6-Barbara

7-Tepenin Ardı

8-Savaşın Gölgesinde (Lore)

9-Elena

10-Tepelerin Ardında (Dupa Delauri)

11-Yas (Soog)

12-Amigo

13-Alois Nebel

14-A Better Life

15-Savaş Cadısı (Rebelle)

16-Yük

17-Devir

Kaynak : [-]     Haber : Kerem AKÇA

 

06 Kasım 2012/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2012/11/3_malatya_uluslararasi_film_festivali1.jpg 311 590 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2012-11-06 12:46:342012-11-06 12:46:34Malatya " 3. Uluslararası film Festivali " 9 Kasım'da başlıyor
admin

1453 Fetih Filmi için Basın Gösterimi yapılmayınca ne oldu ?

Sanat Haberleri


Eğer bir sinemacı filmine basın gösterimi yapmıyorsa, bunun çok net bir anlamı var: “gelecek ilk yorumlardan çekiniyor” demektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türk Sineması’nın en pahalı yapımı diye tanıtılan Fetih 1453’e basın gösteriminin yapılmaması ve eleştirmenlerin, Perşembe günü 14.53’te gerçekleştirilecek ilk seansta filmi izlemeye davet edilmesi SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyelerini zora soktu. 

Sinemamuzik.com’un haberine göre; hafta sonu ekleriyle, Cuma günü yayımlanan film eleştiri köşelerinin teknik olarak daha önce hazırlanması sonucu bu hafta Fetih 1453 gibi iddialı bir yapıtla ilgili görüşlerini yazamayacak olan kalemler, yönetmen Fatih Aksoy’un (Recep İvedik´i de basına önceden göstermedi) bu kararıyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürdü. Bir bölüm eleştirmen, Aksoy’un filmin ticari şansını riske sokmamak için böyle davrandığını iddia ederken, diğerleri de yönetmenin istediğini yapma özgürlüğünün bulunduğunu, ancak eleştiri müessesinin de işlemesi gerektiğini söylüyor.

Filmin basın tanıtımını üstlenen Filiz Öcal ise yönetmenin filmin uğrunu bozmamak için basın gösterimi düzenlemediğini, daha önce Mahsun Kırmızıgül’ün New York’ta Beş Minare’de yaptığı gibi SİYAD üyelerine bir tavrın söz konusu olmadığını belirtti.

Fetih 1453 Filminin Fragmanı

İşte, SİYAD üyelerinin Faruk Aksoy’un kararıyla ilgili değerlendirmeleri: 

ALİ ULVİ UYANIK: ‘ Türkiye´nin en büyük bütçeli filmi olduğu iddiasındaki “Fetih 1453″ün öyküsündeki odak tarih 29 Mayıs 1453 . Bu tür, tarihin dönüm noktası olarak kabul edilen büyük olayları konu edinen filmlerde yıldönümleri esas alınır. Mesela ticari anlamda risk alınarak 29 Mayıs 2012´de vizyona çıkarılabilirdi. Ancak vizyon tarihi 16 Şubat 2012 ve 1453 yılı saat 14:53 yapılmış (yani 14:53´te tüm sinemalarda başlayacak). Bu ´zorlama pazarlama buluşu´ tamamıyla anlamsız. Keşke salı günü gösterime çıkarılsaydı… Çünkü birazcık tarih bilgisi olan bilir ki, İstanbul fethindeki nihai gün olan 29 Mayıs 1453, salıdır…Ve salı günü, kimi Ortodosklar tarafından ´uğursuz gün´ olarak kabul edilir. Bunun dışında, filmin basında çıkacak taze yorumlardan kaçırıldığını düşünmüyorum.

BURAK GÖRAL : ‘… Tabi ki bir eleştirmen olarak her filmin bir ön gösteriminin olmasını ve yazdığımız mecralarda o filmi “zamanında” yazmayı isterim. Ama bir yapımcının da filmini eleştirmenlere erkenden gösterip göstermemesi konusunda özgür olduğunu düşünüyorum. Benim için önemli olan yapımcının bu kararını üslupsuzca veya saldırganlıkla uygulamayıp bundan bile promosyon çıkartmaya çalışıp çalışmadığı… “Fetih 1453″ün yapımcısı da doğrudan gişeye oynadığı filminin alabileceği herhangi bir negatif eleştiriyi daha ilk günden basında görmek istemeyebilir… Ya da bunu bir “totem” yapmış da olabilir. Ama sosyal medyanın çok hızlı ve etkili bir şekilde çalıştığı bir çağdayız. Sanırım yapımcıların artık bu ‘kişisel medya gücü’nün de farkına varıp stratejilerini yeniden düzenlemeleri gerekiyor…

CUMHUR CANBAZOĞLU: ‘ Yönetmenin yarattığı sanat eserini nasıl insanlara aktaracağı ya da tanıtacağı, pisasanın dayattığı bir takım kurallara ne kadar uyacağı tamamen kendi tekelinde. Ancak, Fetih 1453 gibi, aylardır her platformda tanıtımı yapılan, son derece iddialı sloganlarla pazarlaması gerçekleştirilen bir eserin, iş eleştirmenlerin izlemesine gelince ‘uğru kaçar’ diye saklanmasının profesyonel bir davranış olmadığı kanısındayım´.

CÜNEYT CEBENOYAN: Filmlerin basına gösterilmemesi kötü; işimizi yapmamızı engelliyorlar bu şekilde. Kamuoyunun bilgilenmesinin engellendİğini düşünüyorum açıkçası’.

ERKAN AKTUĞ: ‘ Elbette yapımcı basın gösterimi yapmak zorunda değildir, yapmama hakkı vardır ama bu durum uygar dünyada şık durmaz . İlk bakışta filmi sinema yazarlarından kaçırmak, kötü eleştirilerin önüne geçmek için basın gösterimi yapılmıyor izlenimi doğsa da ‘filmi köşe yazarlarına göstermek’ gibi başka özel gösterimler de yapılmadığı için bana daha çok bir pazarlama stratejisi gibi geliyor. Merak duygusunu iyice körükleyerek filmi ilk etapta milyonların izlemesi hedefleniyor bence. Ama istedikleri kadar basın gösterimi yapmasınlar, biz Radikal olarak filmi ilk seansta izeyip iyi ya da kötü bilmiyorum eleştirisini yayımlayacağız.’

MEHMET AÇAR: ‘Basın gösterisi ya da gala, yapımcıların tasarrufudur. Yaparlar ya da yapmazlar, bu onların bileceği bir iştir. Kimse karışamaz. Basın gösterisi sinema yazarlarının işlerini kolaylaştırır. Yazılarını erkenden yazar ve filmin gösterime girdiği güne rahatlıkla yetiştirirler. Filmlerini eleştirmenlerden uzak tutmak isteyenler basın gösterisi yapmamayı tercih edebilir. Ama “Fetih 1453” gözlerden uzak tutulabilecek bir film değil. Fetih 1453´ün basında yazan herkesin görüş bildireceği filmlerden biri olacağı kesin. Sonuç olarak, gala ve basın gösterisini kaldırıp direkt seyirciyle buluşmayı tercih etmesi, yapımcının en doğal hakkıdır. Bunun tek sonucu, bizim yazılar, yorumlar ve görüşler biraz gecikecek.’

MURAT ERŞAHİN: ‘ Eleştirmenlerin önemsenmediğini düşünüyorum. Aynı zamanda ‘yaratıcılık içermeyen’ bir seçim olarak değerlendirebiliriz’.

MURAT ÖZER : ‘”Bir filme basın gösterimi yapılmaması, bir eleştirmen olarak hiçbir zaman onaylayacağım bir durum değil. Ama işin bir de başka bir boyutu var ki, o da ´eser´ (ya da ürün) sahibinin onu istediği biçimde değerlendirme hakkı. Filmine güvenmiyor olabilir, filminin eleştirmenlerce sevilmeyeceğini düşünüyor olabilir ya da filmin ulaşmasını beklediği kitle için ´eleştirmen görüşü´nün gerekli olmadığını hissediyor olabilir. Anlayacağınız, birçok sebebi olabilir filmi eleştirmenlere göstermemesinin. Sonuçta, eleştirmenin görevi de o filmi izleyip yazmak olduğuna göre, bu ´engel´e rağmen görebilir filmi ve eleştirisini yapabilir, bir-iki gün gecikmeyle de olsa. İşin doğrusu, her filme basın gösterimi yapılması, eleştiri kurumunun yolunun açık tutulması tabii ki. Ama bazı filmlere basın gösterimi yapılmadı diye de karalar bağlamanın anlamı yok.”

NİL KURAL: “Bir filmin basın gösterimini yapıp yapmamak, tabii ki filmin ekibinin alacağı bir karar. Ancak daha önce de yaşadığımız benzer sorunlarda da olduğu gibi bu bizim meslek grubu olarak işimizi zamanında yapmamızı, film gösterime girdiği hafta yayınlanacak yazıların önünü kesiyor. Bunun da meslek görevleri açısından hoş bir tavır olmadığını belirtmekte yarar var.”

OKAN ARPAÇ: ‘Bu kadar reklamı yapılan, büyük paralar dökülen bir film, zaten eleştirmenler ne yazarsa yazsın gişeleri sallayacak. Ön gösterimi bu kadar ´mantıksız´ bir gün ve saatte yapmak, neyle açıklanabilir? Kopya mı yetişmiyor? Film eleştirmenlerine ihtiyacımız yok mu deniyor? Gelebilecek negatif eleştirilerden mi korkuluyor? Oldu olacak son gün de yapmasalardı o gösterimi… Elbette yönetmenin, yapımcının vs. takdiridir… Olumsuz herhangi bir şey belki filme uğursuzluk getirir diye düşünüyorlardır? Peki ya teknik bir aksilik olur da, film tam 14:53´te perdeye yansımazsa yine ´bir uğursuzluk olduğu´na mı inanacaklar? Bu arada umarız bir sonraki filmleri fütüristik bir bilimkurgu olmaz. Örneğin 2453´te geçen bir filmi, gece yarısı 24:53´te izlemekle; 1453 – 14:53 mantığı arasında herhangi bir fark yok çünkü…

OLKAN ÖZYURT : ‘ Eğer bir sinemacı filmine basın gösterimi yapmıyorsa, bunun çok net bir anlamı var: Filmi sinema yazarlarına ve basın mensuplarına önceden göstermek istemiyor, gelecek ilk yorumlardan çekiniyor demektir. Çünkü bu ilk yorumların kamuouyu nezninde bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Farklı nedenlerden dolayı geçmişte basın gösterimi yapmayan sinemacılar oldu. Ama nedenleri ne olursa olsun, basın gösteriminin sinema sektöründe olağan hale geldiğinden dolayı bu tavır ´hoş´ gelmiyor bana. Ki böyle durumlarda gereksiz yere çeşitli spekülasyonlar ortaya çıkıveriyor. 1453 sezonun merak edilen, iddialı filmlerinden biri. Bu merakın nedenlerinden biri aylardır yapılan PR çalışmaları. Şimdi sinema sektörü için PR çalışmasının önemini kavrayıp buna uygun şekilde yol alırken, sektörün bir diğer olağan uygulaması olan basın gösterimini yapmamak bir tutarsızlık örneğidir. Ama bu filmin garip bir kaderi var. Bir taraftan Hollywood ile ilgili haberlerini okuyorum diğer taraftan haciz haberleri…

SELİN GÜREL : ‘ Sinema yazarlarına gösterilmeyen filmler, genel olarak iki ihtimali akla getiriyor: Ya film, dağıtımcısı tarafından yeteri kadar önemsenmiyor ya da filmin vizyona girdiği gün çıkacak eleştirilerin izleyiciler üzerinde olumsuz bir etki yaratmasından çekiniliyor. Fetih 1453 için ikincisi geçerli. Ancak işin içinde başka hesaplar da var. Faruk Aksoy belli ki haftalardır tanıtımını yaptırdığı filmine çok güveniyor. Filmin teknik açıdan büyük bir iddiası var ve asıl arzu edilen, izleyicinin filmi bu açıdan takdir etmesi. Ayrıca Osmanlı ruhunu gündelik hayatın bir parçası yapan popüler bir TV dizisi de Osmanlı sempatisinin altyapısını zaten kurmuş durumda. Dolayısıyla yaratılan bu illüzyonun bozulmaması için izleyicinin kafasında hiçbir önyargıya yer açmaması gerekiyor. Sinema yazarlarının bu noktada tehlike arz ettiği düşünülmüş olmalı. Ancak bu korkuyu alt etmenin yolu basın gösterimi yapmamak değil.

SERDAR AKBIYIK: ‘ Yapımcıların vizyona çıkacağı filmler için basın gösterimi yapmamasını kaçamak bir tavır olrak algılıyorum. Fetih 1453 özelinde ise bütün gösterimlerinin perşembe günü 14.53 te başlatmak gibi bir tercihi var. Film çok para harcanmış bir yapım bu anlamda eleştirmen seyreder yazısıyla filme zarar verir düşüncesinin fazla etkili olduğunu düşünmüyorum. Ama yine de basın gösteriminin yapılması daha etik olurdu filmin yapımcıları adına…’

ŞENAY AYDEMİR: ‘ Bir fimle basın gösterimi yapıp yapmamak yapımcının bileceği iş tabii ki. Bunu çeşitli gerekçelerle yapabilirler. Kimisi filmini ´eleştirmenlerin önüne atmak istemez´, kimisi de ´uğur yapar.´ Ama böyle bir hakka sahip olmak, bu eylemin ´şık´ olduğu anlamına da gelmez. Sonuçta eleştirmenler de bir tür ´kamu hizmeti´ yapıyorlar. Yani o haftanın filmleri hakkında okura bilgi vermekle yükümlüler. Onların bu görevlerini yapmalarına bir tür ´engel´ çıkarmak da doğru bir yöntem olmasa gerek. Asıl sorun, filmini medyadan kaçıran yapımcıya karşı, medyanın filmden kaçma şansının olmaması. Yani yapımcı filmini kaçırma hakkına sahipse, medyada da o filme sayfalarını ayırmama hakkına sahip olmalı. Ancak ´ilan-reklam´ dengesi ve bir türlü anlamadığım ve sanırım asla anlayamayacağım ´medyadaki rekabet ahlakı´ yüzünden bu hiç gerçekleşmeyecek. Başka gazetelerde olmayan haberi aramak yerine, her yerde olacak haberi çalıştığımız gazeteye koyabilmek için çırpınıp duracağız!’

 

 

 

Kaynak : http://www.sabah.com.tr

15 Şubat 2012/11 Yorumlar/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2012/02/fetih-1453.jpg 288 410 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2012-02-15 13:12:202012-02-15 13:21:081453 Fetih Filmi için Basın Gösterimi yapılmayınca ne oldu ?
admin

Fotoğrafın kısa tarihçesi

Sanat Haberleri

“Geleceğe anılarınızı nasıl bırakmak istersiniz ?” sorusuna büyük çoğunluğumuz genelde “fotoğrafla” cevabı verir. “An”ın ölümsüzleştirilmesi veya detayların yakalanması ya da bir haberin aktarılmasında ya da gündelik hayatta her zaman karşılaştığımız ama olağan üstülüğüne dikkat etmediğimiz olay, renk  ve  beklide duyguları aktarma, haberleşme ve sanatlaştırma yöntemlerinden biride elbette  fotoğraf çalışmalarıdır. Kimlik kartımızdan tutunda geleceğe anılarımızı bırakmaya kadar  pek çok açıdan hayatımıza dahil olan bu yöntemin sanat olup olmadığından öte” hangi fotoğrafın” sanat olduğunu tartışmak daha doğru gibi.

Durum böyle olunca artık fotoğraf çekme imkanlarının bu kadar gelişken hale gelmeden önceki durumunu merak ettiğiniz olmadı mı? Aşağıdaki yazımızda fotoğrafın geçmişini bulacaksınız…

Yazıyı okuduktan sonra eğer sizde fotoğraf  konusunda eğitim almak veya aldığınız eğitimi pekiştirmek ve bir ileri düzeye çıkartmak istiyorsanız sizleri de bekliyoruz. Yeni dönem Fotoğraf kursuna ön kayıt yaptırın (Lütfen Tıklayın) ve sizlerde  Nar Sanat Ailesine katılın.. Elbette aldığınız eğitim sonunda M.E.B. Onaylı sertifikanızı da alacaksınız. 

 Fotoğrafın Kısa Geçmişi

 

ilk fotoğraf makinası nicephore 1816-22

Fotoğraf makinesinin öncüsü   sayılabilecek karanlık kutu (Camera Obscura) Rönesans devri sanatçıları tarafından bulundu. Bunun temeli ise Sümerler’den beri bilinen şu ana ilkeye dayanıyordu :  Karartılmış bir odanın duvarında küçük bir delik açılırsa, dışarıdaki görüntü karşı duvara ters olarak düşer. Onyedinci yüzyılda ressamlar bu buluştan yoğun olarak yararlanmaya başladılar. Camera Obscura geliştirildi ve görüntünün arkadaki buzlu cam üzerine düşürülmesi sağlandı. Amaç, gözle görüleni doğru olarak kağıda aktarmaktı.

Sonraları deliğe mercek takılarak, bir ayna yardımıyla da görüntü, yukarıya alınan buzlu cama yansıtıldı. Ondokuzuncu yüzyıla ulaşıldığında Camera Obscura gelişmiş ve yaygın olarak  kullanılan  bir araçtı.

19. yüzyılın hemen başlarında Thomas Wedgewood, beyaz bir deriyi gümüş nitrat eriyiğine batırarak üzerinde siyah mürekkep olan bir camın altına yerleştirdi. Işık gümüşü karartarak, negatif bir görüntü oluşturdu. Ancak Wedgewood reaksiyonu durduracak, gümüşün kararmasını önleyecek bir yol bulamamıştı.

 

 

ilk fotoğraf View_from_the_Window_at_Le_Gras,Joseph_Nicéphore_Niépce

 

Alman bilim adamı Johann Heinrich Schulze, günümüzdeki karanlık oda tekniklerine yakın bir teknikle, duyarlı tabaka üzerine koyduğu yarı saydam maddelerin izlerini elde ederse de, o da bunların kararmasına engel olamamıştır.

Optik ve mekanik yollarla elde edilen görüntülerin kimyasal yöntemlerle saptanması, ilk olarak Fransız Joseph Nicephore Niepce tarafından 1826 (kimi kaynaklar bu tarihi 1827 olarak yazar) yılında gerçekleştirilmiştir. Niépce, üzeri katran türevi bir madde ile kaplanmış pirinç levha üzerinde litografi malzemelerini kullandı. Sekiz saatten fazla bir süre pozladıktan sonra sertleşmemiş bölgeleri lavanta yağı içerisinde yıkayarak çıkardı. Elde edilen kalıptan yapılan litografi baskısı sonucu çıkan ilk görüntü ise tarihe geçti. Sonuçta Niepce bir görüntü elde etti.

Tonlar çok kötü değildi ama iyi bir ayrıntı alınamamıştı. Fotoğraf tarihinin bu ilk örneği bir çok el değiştirmiştir Niépce tarafından 1827’de Londra’daki Royal Society’nin üyesi Dr. Bauer’e teslim edilen eser yüzyıl içinde iki kez açık artırmayla satılır. 1898’de Londra’da sergilendikten sonra, elli yılı aşkın  bir süre ortadan kaybolur. Görüntü bu dönemde  Londra’da emanete verilmiş bir sandıkta unutulmuştur.  Ancak Fotoğraf tarihçisi ve koleksiyoncusu Helmut Gernsheim’ın araştırmaları sayesinde, sonunda unutulduğu  yerden çıkarılır. Gernsheim , eseri 1964’te Texas Üniversitesi’ne bağışlar.

 

ilk fotograflardan

Niépce’in bu araştırmalardan o tarihe doğru haberdar olan Daguerre, dioramalarını geliştirirken yararlandığı karanlık odada elde edilen görüntüleri sabitlemeyi yıllardır düşlemektedir. İki adamın 1827’de tescillenen ortaklığı Niépce’in 1833’de ölmesiyle son bulur. Bunun üzerine Daguerre çalışmalarını tek başına sürdürür ve Eugene Hubert adında genç bir mimar 1836’dan itibaren onun asistanlığını üstlenir. Daguerre, Niépce’in aksine görüntüyü çoğaltmaktan çok netleştirme alanına yönelir.

1837’de yöntemi son biçimini almıştır: Yuda bitümüyle duyarlı kılınmış bir bakır plaka kullanmakta, karanlık odada üzerine ışık düşürülen bu plakadaki gizli görüntüyü daha sonra cıva buharıyla açığa çıkarmakta ve ayrıntılarda çok büyük bir inceliğe ve kesinliğe sahip bir görüntü elde etmektedir.  Ürünü piyasaya sürme konusundaki ilk girişiminde başarısızlığa uğrayan Daguerre, resmi çevrelerden destek almaya çalışır: 1838’de temas geçtiği François Arago, bu yöntem karşısında coşkuya kapılır

Arago’nun 1839’un hemen başında duyurduğu haber, tarihi inanılmaz biçimde hızlandırır. Görüntülerin üretiminde kullanılan  yöntem hakkında hiçbir bilgi sızdırılmaması her türlü spekülasyona kapı açar.  Bazıları sihirden söz ederken, karanlıktaki köşelerinde çıkan kimileri de kendilerini tanıtıp Fotoğraf çekme yöntemini Daguerre’den daha önce bulduklarını iddia ederler; bu durum Daguerre’in icadının çağın havasına ne denli uygun olduğunu ve onu nasıl yansıttığını göstermektedir.

İtirazların en kayda değeri İngiltere’den gelir; William Henry Fox Talbot, 31 Ocak tarihinde Londra’daki Royal Society huzurunda kendi geliştirdiği kağıt üzerine Fotoğraf yöntemini tanıtır. Daguerre ile aynı tarihlerde çalışmalarını sürdüren İngiliz William Henry Fox Talbot, görüntü elde etmede negatif – pozitif yöntemini ortaya çıkararak, aynı görüntünün birden çok baskısının yapılmasını sağlamıştır. İcat ettiği sisteme Latince Calos(Güzel) dan gelen Calotype adını veren Talbot’un yönteminde ise kağıda gümüş nitrat eriyiği emdiriliyor, sonra kamera içine yerleştirilip bir dakika kadar pozlandırıldıktan sonra, tekrar aynı eriyik içinde görüntü güçlendiriliyor ve hiposülfat içinde sabitleştiriliyordu. Talbot’un elde ettiği görüntü ters ve negatifti. Aynı yöntemle duyarlılaştırılan başka bir kağıda günışığı yardımıyla görüntü aktarılıyordu. Bu şekilde sayısız pozitif görüntü elde edilebiliyordu. Talbot’un sistemi Daguerre’inkine göre daha az yaygınlaşabildi. Çünkü kağıt negatifin yapısı, ayrıntıyı yok ediyordu. Elde etmeyi başardığı görüntülerle Fotoğraf tarihinin ilk sergisini açan Talbot, 1842 yılında da ticari amaçla çalışan ilk Fotoğraf stüdyosunu kurmuştur.

 

ilk portret

Ve Daguerre, nihayet 19 Ağustos 1839’da buluşunu tüm dünyaya “Daguerreotype” adıyla duyurdu. Gümüş iyodür kaplı bakır levhayı karanlık kutu içinde objeden yansıyan ışıkla pozlandırıp, cıva buharıyla geliştiriyor ve reaksiyonu durdurmak için ise, tuzlu eriyik içinde yıkıyordu. Bunun  sonucunda oluşan görüntü tek kopya olarak elde edilmekteydi. Eğer Fotoğrafçı özel aynalı bir kamera kullanmıyorsa, Fotoğraf sağ-sol yönünde ters bir şekilde oluşuyordu.

Daguerre, Niépce ile bir ortaklık anlaşması imzaladıktan sonra Chalon’a gelir. Artık Niépce’in  heliografi adını verdiği buluş, ikisinin ortak malıdır. Bu ortaklığa Daguerre olanak  ve ününü koyarken, Niépce buluşunu koymaktadır.  Yine  de Daguerre, Niépce’yi pek yavaş anlayıp desteklemektedir. Halk daha çok Daguerre’in adını anmakta ve buluşu ona maletmektedir.1822’de  Fotoğraf elde edilmişti ve Niépce  1833’de  öldü. Niépce’in ölümü üzerine oğlu, kontratın hukuki ortağı olur. Fakat Daguerre, Isidore’un mali yöndeki zaafından istifade ederek meseleyi halleder. Ayrıca birçok bilgin, bu endüstri çağının  yeni doğan  çocuğuna  ilgi duyarlar. Ocak 1839’da  Daguerre  tekniğini geliştirmiştir. İlk levhalarını Arago’ya gösterir. Yazar Jules Janin, “L’Artiste” dergisinde milletlerarası

tartışmalara yol  açan garip  açıklamalar  yapar. Fakat halk henüz  shiçbir “görüntüyle” karşılaşmamıştır. Aynı dönemde İngiltere’de Fox Talbot, Niépce’ in  heliografilerini  görmüştür ve kağıt  üzerinde  çalışmalarına devam etmektedir. Her ne kadar Daguerre ve Talbot gizlilik içinde çalışıp, bröve peşindilerse  de, başka bilim adamları Fransız  Faraday ve İngiliz Herschal fikirlerini açıklamaktadırlar. Herschal sodyum hiposülfiti tavsiye edip Fotoğrafçılara bu fiksatörü hediye eder.  Bu  sıralarda  Fransız  Hyppolite  Bayard  kağıt  üzerinde çalışmaktadır.

19 Ağustos 1839’da, Paris’de Louis Daguerre’in Fotoğrafik  yöntemini açıklaması herşeyin başlangıcı oldu.

Kısa bir süre sonra kentteki bütün  mağazalar Fotoğraf çekim malzemelerini  ısmarlayan  müşterilerle dolup taştı. Evet, bu sadece bir başlangıçtı. Fotoğrafçılığın popülaritesi o kadar arttı ki, 1847’de, yani on yıldan daha kısa  bir süre içinde, sadece Paris’te 2000 kamera ve yarım  milyondan daha fazla Fotoğraf klişesi satıldı. 1853’de 10.000 Amerikalı  daguerreotypist üç milyon Fotoğraf üretti. Londra’lı  Fotoğrafçılar,  Fotoğraf çekmek için mekanlar ve  onları  geliştirmek için  karanlık  odalar kiraladılar. Londra  Üniversitesi  1856’da müfredatına  Fotoğrafçılığı da ekledi. Böylece yeni bir uğraş  ve yeni bir sanat doğmuş oldu.

Fotoğraf teknik olarak, pek  çok nesnenin  sınırsız  şekilde görüntülenmesi, anların yakalanmasıydı. Bütün meslek alanlarına açıktı.  Herkesin oynayabileceği  bir  oyundu.  Amatör  olarak  başlayan  bir   çok Fotoğrafçı hızla profesyonel oldu. Fotoğrafçılık bilimsel  buluşlarla ve teknolojik gelişmelerle yanyana giden bir sanattı.

Fotoğraf, bir ressamın yapabildiğini daha hızlı,  daha  ucuz ve daha gerçekçi olarak yapabilen  ilginç  bir teknikti.

Ressamların bir çoğu yeni sanatı hemen benimsedi, bazıları resimlerinin ön çalışmalarında kullandı. Bazıları da bu işten resimden  elde ettiğinden daha çok para kazandı. Ve bir çoğu da  bu yöntemin varlığından ürktü. Fotoğrafçıların  gelişiminden  en çok ürkenlerden biri de Maxime Du Camp’dı. Maxime Du Camp, gümüş  nitrat ve hiposülfit için parlak kırmızılarını, canlı renklerini terk eden ve karanlık odaya girmek için paletlerini atanlara “Acemi  ressamlar” diyerek onları küçümsedi.

ilk kadın portresi

Fakat sonuçta  Du  Camp’ ın kendisi de paletini atarak karanlık odaya girdi. Artık  bu tür değişimler  kaçınılmazdı. Sadece yeni sanatın  sağladığı sınırsız çeşitlilikler  değil , aynı zamanda Fotoğrafçılıktan elde  edilen gelir  de bu durumun belirleyicisi oldu. Portre,  Fotoğrafçılığın bir  çok branşından en çok kazançlı olan idi.  1849’da  yaklaşık 100.000 Paris’li Fotoğraflarını çektirdi. Bu yoğun ilgi  eleştirmen  Charles  Baudelaire’e şu sözleri söyletiyordu: “ Bizim  sefil  toplumumuz  bir parça metal üzerindeki  önemsiz  görüntüsüne bakmakta acele ederek Nearcissus gibi davrandı..”

Bütün  popülaritesine  rağmen daguerreotype on yıl  içinde seyrek  olarak kullanılmaya başlandı. Daguerre’nin  yeni buluşunu açıklamasından sadece 3 hafta sonra İngiltere’de  William Henry Fox Talbot bakır klişeler  yerine  görüntünün kalıcı olduğu  kağıtlar  bulduğunu açıkladı. Talbot, birçok deneyden sonra, calotype diye bilinen  yöntemi geliştirdi. Bu yöntem, daha önce de belirttiğimiz gibi modern Fotoğrafçılığın temeli olan  negatif pozitif  işlemini  oluşturdu. Calotype’in görüntüsü, daguerreotype kadar net değildi. Empresyonist resmin erken dönem karşılığı idi, fakat yarattığı yumuşak görüntü bir çekiciliğe sahipti. En önemli avantajı bir negatiften, istenilen sayıda baskı yapılabilmesiydi.

Her  bir daguerreotype sadece bir taneydi ve yeniden  üretilemezdi. Fakat calotype’da, negatifleri cam klişelerde yapmak için metodlar üretildiğinde geçerliliğini yitirdi. Cam negatiflerle daha hızlı baskılar ve belki de en önemlisi daha kısa ışıklama  süresi elde ediliyordu.

 

 

ilk renkli foto

1851’de  diğer  bir İngiliz, Frederick Scott  Archer,  cam üstünde  yayılabilen  ışığa  duyarlı  kimyasal  maddelerle  kaplı yapışkan  bir sıvı olan Collodion’u  buldu. Collodion  klişeleri, kısa  sürede  rutubetle  karşılaşmalı  ve  hemen   geliştirilmeli idi, çünkü  kuruduğunda, ışığa duyarlı olan kaplama  bozulurdu. Bu nedenle “Islak Klişe Yöntemi” diye adlandırıldı.

Bu buluşlar her yıl birbirini  izledi. Fotoğrafçılık  hala deneysel bir uğraştı ve bu işi üstlenen herkes tek başına bu  işi öğrenebilirdi. O  dönemde Fotoğrafçı, solüsyonlarını kendi  yapmak zorundaydı. Aynı zamanda  tozları  ezip  karıştırmak, objektifleri için merceklerini bulmak ve yerleştirmek zorundaydı. Kendi bakır, kağıt  veya cam baskısını kendisi  yapabilmeliydi. Çünkü Fotoğraf araçları  henüz  bir  bütün  olarak  bir  arada  bulunmuyordu. Bu şaşırtacak  kadar çok sayıdaki insan, zanaatkar  oldukları  kadar gerçek  birer sanatçıydılar. Fotoğrafçılığın estetik olanaklarını ve teknik potansiyelini de keşfettiler.

Fotoğrafın  ilk 20 yılında bugün Fotoğrafçıların  repertuarında olan her türden Fotoğraflar çekildi; manzaralar, natürmortlar, belgesel Fotoğraflar ve portreler.. Sonuçlar, şaşırtıcı  şekilde  başarılıydı. Manzaralar, genellikle Gustave Le Gray  tarafından görüntülendi ve Bisson kardeşler daha sonra yapılacak olan çalışmalar kadar dramatik ve çarpıcı Fotoğraflar çektiler.  Bütün bu  insanlar, kötü araçlar ve binbir güçlükle ulaşılan yeni  yöntemlerin zorlamasına rağmen zamanlarının en yüksek standartlarına erişti    1860  ‘lara girerken Fotoğrafçılar makineleriyle neleri yapabileceklerini artık  öğrenmişlerdi. Ve  artık “ne yapılması gerektiği” sorusuna yanıt aramaya  başlamışlardı.

en büyük fotoğraf makinalarından

 

 

Gelecek 20 yılda, Fotoğrafçılar bakış açılarını genişlettiler,  Fotoğrafçılığın  gerçek değerlerini ve  sınırlarını  tartıştılar. Gerçekten Fotoğrafçılığın dünyadaki rolü sorusunun doğrudan, açık ve basit bir cevabı yoktu. Sorunun cevabı, eline  kamerasını alan  her yetenekli insana göre değişiyordu.  Fakat  bu  dönemin uygulayıcıları dört kategoride çok başarılıydılar. Mimarlık, kent manzarası, olaylara tanıklık, portre ve resmi araştıran Fotoğraflar üretme sanat veya zanaatı.

Islak Klişe yöntemiyle mümkün olan daha kısa  ışıklama süresinin yardımıyla Fotoğrafçılar, hareketli konuların Fotoğraflanmasında daha fazla zorlanmayacaklardı.

havadan ilk fotoğraf

Daha fazla esneklik İngiliz fizikçi  Richard  Leach Maddox’ın 1871’de cam yerine jelatini kullanmasıyla  kazanıldı. Bundan sonra klişeler hem duyarlı hem de kuru olacaklardı.

Birçok Fotoğrafçı en iyi çalışmalarını Avrupa ‘da yapıları ve  heykelleri Fotoğraflayarak ortaya koydular. Bu kent  çalışmalarıyla bugün en fazla “şehir planlaması” öğrencilerinin  ilgilenebileceğini söylemek doğru olmasına rağmen bu çalışmaların, varlık ve yayılma dönemindeki Avrupa’nın yüksek yaşam tarzını ve tarihsel  doğruluğunu  kaydettikleri de bir gerçektir

 

Amerika’da  1861’de başlayan iç savaş, maceracı  Fotoğrafçıları,  iyi para getiren Fotoğraf stüdyolarından çıkarıp,  savaş alanlarına gitmelerine neden olmuştur. Bunların bir çoğu da portreci  Mathew B. Brady’nin  önderliğinde  toplanmıştır.  Görüntülü karanlık  oda vagonlarında gezinirken, bu  Fotoğrafçılar  dünyaya savaşın sert mücadelesini yakından izleme imkanını verdiler. Gerçek çatışmaları görüntülemeleri imkansızdı. Çünkü ıslak  klişeler bile olayları durduracak yeterli hıza sahip değildi. Fakat bu Fotoğrafçılar mücadeleyi anlamlı ve dokunaklı ifadelerle  gösterdiler. Terk edilmiş savaş alanlarını, kasabaları, ölüleri ve yaralıları, askeri suçluların infazlarını, her iki tarafın geçici ateşkes  süresince birbirlerini izleyen  askerlerini  görüntülediler. Savaşın zalim paradoksları (kahramanlık ve vahşet)  Fotoğraflarda doğrulukla ve tutkuyla gösterildi. Foto muhabirliği, İngilizcenin kelime dağarcığında henüz yer almıyordu, ama 1860’larda artık tamamıyla gelişmiş bir meslekti.

Birkaç duyarlı Fotoğrafçının ellerinde “portre”, Fotoğrafçılığın  en  etkili ve güncel şekli olduğunu  yeniden  doğruladı. Portre için oturmak birkaç yıl içinde daha kolay bir hale  geldi. Artık Fotoğrafçı, modeli hareketsiz kılmak için kafasına bir destek yaslamak zorunda değildi.

Amerika ve Avrupa’da Brady, Nadar ve Etienne Carjat objektiflerini  zamanın en iyi tanınan insanlarına  çevirdiler. İngiltere’de Julia Margaret Cameron Fotoğrafçılık tarihinin en sıradışı figürü, Viktorya döneminin kapris ve romans tadı veren allegorik manzara ve portrelerini üretti. Bu Fotoğraflar,  tarzından dolayı yağlı boya portrelere benzetildi. Fakat sadece Fotoğraftılar,  resim değil.. Fotoğrafçılık ve resim arasındaki ilişki  karışık  bir  yapıdaydı. Her iki taraf da, karşı tarafın  dost  mu, düşman mı olduğundan emin değildi. Ressamlar, çalışmalarına  katkıda  bulunması için hızla Fotoğrafçılığa yöneldiler. Bir  model, bir  seri  Fotoğraf  için kısa bir süre  poz  veriyordu.  Böylece tekrarlanan  yorucu ve belki de pahalı çalışmalar  önlenmiş  oluyordu. Fransız ressam Edgar Degas kamerayla özel açılar ve  perspektifler elde edebileceğini buldu ve yeni buluşunu  resimlerinde uyguladı. Fakat birçok ressamın kafasında Fotoğrafçılık, bazı durumlarda Fotoğrafçıların da onayladıkları gibi, en iyi  anlatımla yüksek  bir  çağrışıma yardımcı olan mekanik bir yöntem  ve  üvey evlat  gibiydi. Britanya’da bir grup, resim sanatını körü  körüne kameralarını kullanarak taklit ettiler. Sonradan  adlandırılacakları gibi (pictorialistler) resimciler kendi dünyalarını stüdyolarda  yarattılar. İdeal oluşumları resim gibi görünen,  iyi  bir sahnede yaratılan Fotoğraflardı. Halk masalları gibi  allegoriler popüler motifleriydi. Bazen 30 kadar farklı negatif tek bir baskı için  bir araya  getiriliyordu. Bitirilmiş çalışmalar  ise,  tıpkı resim gibi yaldızlı çerçeveler içinde galerilerde sergileniyordu. Bu tip Fotoğraflar, amaçlarının ne olduğu sorgulanmaksızın, hala güçlü bir çekiciliğe  sahiptir. Bunları üreten sanatçılar detayla ilgilenirler ve estetiğin kurallarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ve bu  çalışmalarının  Fotoğrafçılığı yücelttiğine insanları ikna etmeye  çalışmışlardır. Fotoğraflarını, onun yapay doğasını yalanlayan bir büyüyle yüklediler. Bu yöntem yaklaşık 20 yıl süresince başarılı olmuş, diğer yöntemler gibi, gelecek kuşak sanatçılar için temel çalışmalarında örnek temsil etmiştir.

1880’lerde bir gurup Fotoğrafçı gerçekliğin araştırılmasını gündeme getirdi. Üçü İngiliz olan bu Fotoğrafçılar, Fotoğrafı resim gibi göstererek sanat çalışmalarına sokmaya çalışmış öncellerine tepki gösteriyorlardı. Yeni gerçekçiler, dünyayı olduğu gibi gösteren Fotoğraflar yaratarak bütünü ile eski resimsel yaklaşımı kötülediler. Bunu tam anlamıyla başaramadılar. Her iki yaklaşımın da diğerine göre göreli yararları hakkında yapılan tartışmalar yıllarca gündemde kaldı. Stüdyolarda özenle  yaratılmış olan görkemli, şık çalışmalarla  engellenmiş olan realizm gibi güçlü bir akımı yeniden kurdular. Aynı dönemde Amerika’da vahşi batının karmaşık  ve heyecan verici devrini açıkça ifade eden  çalışmaların arayışına  giren üç Fotoğrafçı, (H.Jackson,  C.E. Watkins ve A.C.Vroman)  farklı bir gerçekliğe ulaşma yönünde çalışıyorlardı.

Batıya  giden bu Fotoğrafçılar, sınır  bölgelerine  giderek ulusça sabitleşmiş bir düşünceye yanıt veriyorlardı. Genç insanlar bu yeni ülkeye altın, arazi ve macera aramak için, gidiyorlardı. Batı özellikle ilk dönemlerde gerçekten tam bir efsane  ülkesiydi. Kırsal alanların, insanların, boş kasabaların Fotoğrafları hala çok az bulunuyordu. Dedikodular ve söylentiler bu bölge hakkındaki  tek bilgi kaynaklarıydı. Fotoğrafçılar bu durumu  değiştirdiler. Efsane asla ölmeyecekti. Fakat Henry Jackson,  Carleton Eugene Watkins ve Adam Clark Vroman bunu gerçeğe dönüştürmeye çalıştılar. Bu çabalarında Fotoğrafçılar birçok engellerle  karşılaştılar. Bu yeni ülke, insanın aklını başından alacak derecede güzeldi. Fakat atlı arabalarla bile gezmek zordu.  Kızılderililer büyüleyiciydiler fakat dostça davrandıkları söylenemezdi. Kameralar ağır ve hantaldı. O zaman baskı yöntemleri kullanışlı  değildi, bu nedenle geniş hacimli Fotoğraf klişeleri manzaranın ihtişamını yakalamanın  tek  yoluydu. Islak  Klişe ile yapılan  Fotoğrafçılık  için yeterli alet takımı hemen hemen yarım tona yaklaşan  bir ağırlığa sahipti. Fakat  bu   engellerin  üstesinden   gelindi. Bu  sonuca ulaşılmasında  Fotoğrafçıların birbirleriyle rekabet  etmelerinin rolü büyüktü.

Zayıf  fakat güçlü bir adam olan Jackson, ağır  ekipmanlarını katırlarla taşırdı. Fakat panoramik bir çekim yapmak istediğinde, ağır aletlerini sırtına yükleyerek kayalıklara tırmanırdı. Hiç  suyu kalmadığında, negatiflerini geliştirmek için  eritilmiş kar suyu kullanır, trenlerde mürettebatın Fotoğraflarını  çekerek demiryoluyla ücretsiz seyahat ederdi. Watkins’in ve  Jackson’ ın çektiği Fotoğraflar bu bölgelerin ulusal parklara dönüştürülmesinde Kongre’nin kararını etkilemiş ve böylece Batı korunmuştur.

Vroman’ın  Kızılderili kültürünü yansıtan  Fotoğrafları  o dönemde genellikle onaylanmamış, fakat önemli bulunmuştur. Bu harika  topraklarda yüzyıllardır barınmış olan kabileler  kendileri için ayrılmış olan topraklara itilmişlerdi. Kültürleri ve  bölgeleri yeni yerleşenlerin acımasız baskısının altında ezilip, yok edildi. Vroman, Kızılderililerin kaybolan dünyalarında tarihlerini ve diğer  ziyaretçilerin fark edemedikleri yanları yakalayarak  onların yaşam tarzlarını Fotoğraflarla belgeledi.

Aynı  dönemde üç ingiliz Fotoğrafçı, Peter Henry  Emerson, John Thomson ve Paul Martin günlük yaşamın tadlarını kendi  yurttaşlarına tanıtıyorlardı. Emerson bir  liderdi ve  günlük yaşamın sıradan  görüntülerinin  yorulmaz  sözcüsüydü. İyi  eğitim  almış biriydi  ve aldığı eğitimlerin arasında tıp doktorluğu da  vardı. Emerson  ,  aynı  zamanda  optik bilimin  teorisini  de  çok  iyi öğrenmişti.  Fakat en büyük inancı, sanatın ilk ilkesinin  “doğa” olduğu  fikriydi  ve kendi bilgisini o kadar zeki ve  ustaca  bir yolla uyguladı ki, Fotoğrafları insan karakterinin aldatıcı tarzda basit bir dışavurumu olarak ortaya çıktı.

İnsanlığı  yalın ve dürüst olarak  yorumlayan  Fotoğraflarıyla Malaya Yarım Adası’na, Kamboçya ‘ya, Siam Adasına, Tayvan’a ve Çin’e seyahat etmiş olan Thomson’da aynı bakış açısına sahipti.

Üçlünün  bir  diğer  üyesi olan  Paul  Martin,  kamerasını ustalıkla gizleyerek, İngiliz kıyı şeridine yaptığı kısa  gezilerinde yeni tarz bir Fotoğrafçılığın öncülüğünü yaptı.

Bu   Fotoğrafçılar   ve  onları   izleyenler   20.yüzyılın başlangıcına, realizmi canlandırarak geldiler. Onlara ve stüdyo Fotoğrafçısı  olmayanlara  göre  çektikleri  doğal  Fotoğraflarla modern Fotoğrafçılık önemli bir konuma ulaştı.

Yeni   yüzyılın  ilk  yıllarında  Fotoğrafçılık   hakkında insanların kafasında herhangi bir sorun kalmamıştı. Teknik temelleri  kurulmuştu. Çok sayıdaki usta Fotoğrafçı  artık  yaptıkları sanatla  gurur duymaya başlamıştı. George Eastman’ın Kodak  kameraları  Fotoğraf çekmeyi sıradan insanlar için bir hobiye  dönüştürdü. Fakat herkes Fotoğraf çekerse, Fotoğraf sanatçıları ne yapacaktı? Dönemin önemli Fotoğrafçılarından biri olan Alvin Langdon Coburn, bu konudaki  şikayetlerini şöyle ifade  ediyordu; “ Şimdi her  aceminin bir Brownie makinesi var. Fotoğraf bir kutu  kibrit kadar yaygın bir hale geldi. Fotoğraf, rastgele çekimler  yapılabilecek  kadar çok kolaylaştı. Ve sonunda küçümsenmeye  başlandı. Sanatımıza saygınlık kazandırmak için neye ihtiyacımız var? “

Alvin yalnız değildi. En iyi amatörlerin ve profesyonellerin bir çoğu, Fotoğrafın ne olduğu veya olabildiği konusunda  çelişkiye  düştüler. Hepsinin ortak bir düşüncesi  vardı:  Fotoğraf resim  sanatının  kötü bir taklidi ve yaşama  tutulmuş  bir  ayna değildi… O zaman Fotoğraf neydi?

Bu belirsizliği aşma adına ortaya çıkan insanlardan birisi Alfred  Stieglitz  ‘di. Stieglitz, 19.yüzyıl sanat geleneği  ile yetişmiş fakat bu eğitimin gerisinde kişisel tarzını da yaratmıştı. Diğerlerinden farklı olarak Stieglitz, resmin ve heykelin sanatın yasal formları olduğunu fakat Fotoğrafın bu yasallıktan nasibini  almadığını savunan eleştirmen ve  sanatçıların  yarattığı aşağılık  kompleksini yok etmeyi başardı. Fotoğraf sanatının  hak ettiği  yere  gelmesi için verdiği savaşta,  modern  sanat  adına  Amerika’da zaferler kazandı.

Bütün yaptığı işlerde Stieglitz hem sanatçıları desteklemiş hem de kendi özel Fotoğraf çalışmalarında , deneysel  yöntemlerin doğruluğuna olan inancını geleneksel yöntemlerin genel  tatlarına ve  yapısına karşı savunmuş ve sonunda  kazanmıştır.

Yeni yüzyılın değişim için en uygun zaman olduğu ve  bütün sanat dünyasının olgunlaştığı bir gerçektir. Stieglitz’in başarısına  ulaşmak zordu, ama yine de birkaç Fotoğrafçı  yoğun  olarak kişisel  tarzlarını ön plana çıkararak çalışmışlardır.  Bunlardan biri  Clarence H.White’dı. White, etkileyici görüntüler  üzerinde deneysel  çalışmalar yaparak Fotoğraf sınırlarını metodik  olarak genişletti. White’ın ilgilendiği tarzda Stieglitz ve çağdaşı Alvin Longdon Coburn’da çalışmıştı. Bunlar, resmin çekici  niteliklerinin farkındaydılar, ancak resimleri taklit etmek gibi bir  niyetleri yoktu. Bunun yerine, taklitler yapmadan, sanatsal  değerleri olan Fotoğraflar yapmak amacıyla sanatın estetik değerlerini kullandılar. Başarılı çalışmaları bu dönemin ürünleridir.

Aynı dönemde Avrupa’da Fotoğrafla ilgilenen bir grup,  Fotoğrafı  ve resmi oldukça farklı bir yolla birleştirmeye  çalıştılar. Peter Henry Emerson’ın önderlik ettiği natüralist  Fotoğrafçılar resime benzetilmiş Fotoğrafa büyük bir darbe  indirdi. Fakat Robert Demachy’nin liderliğinde bir çok Fotoğrafçı, negatifleri ve baskıları arasına kendi çalışmalarını  koyarak diğer  görsel sanatlarla rekabet edecek farklı  yaklaşımlar araştırmaya  başladılar. Yeni teknikler bularak veya  eski  baskı tekniklerini canlandırarak, dokular ve son baskıların imajlarını bile  değiştirdiler. Demachy ‘nin çalışmalarında olduğu gibi,  bu tarz  Fotoğraflar o güne değin üretilmiş olanlar kadar  grafiksel açıdan karmaşık ve ayrıntılıydı.

Bu  dönemin  bütün Fotoğrafçıları  sanatla  açıkça  ilgili değildi. Eugene Atget ve Lewis W.Hine çevrelerindeki dünyayı  Fotoğraflamak üzere yoğunlaştılar ve yalnızca resimsel kayıtlar olmayan  belgesel Fotoğraflar yaptılar. Atget,  yaşamını  bütünüyle Paris’i  Fotoğraflamaya adamış, katı bir yaşam süren  farklı  bir insandı.  Fotoğrafları, kenti ve kentin insanlarını, sonraki  kuşakların benimsediği belgesel Fotoğrafçılığın yalın ve temiz  örnekleridir.

Hine, endüstrileşmiş  Amerika’da  düşük   ücretle    kötü koşullarda  işçi çalıştıran yerlerdeki göçebelerin  özellikle  de çocukların   ve  işçilerin  sömürülmesini    göstermek   amacıyla Fotoğraflar çekti. Hine, oldukça fazla seyahat eden, yaşamı sorgulayan bir insandı. Fotoğrafçıların sosyal bir eleştirmen olduğunu savunan geleneğin kurucularından biri idi.

Bu gelenek, 1930’ların ekonomik buhran döneminde  Amerika’ nın  en  iyi Fotoğrafsal yorumunu üretti. Aynı  zamanda  sanatsal birçok  kriter Hine’a rehberlik etti;  kompozisyonlarını  formun, çizginin ve dengenin katı ilkelerine göre düzenledi. Fakat  Hine’ ın Fotoğraflarının zorlayıcı gücü klasik sanata olan  bağlılığından  kaynaklanmaz. Aksine Fotoğrafçının konularına olan  sempatisinden kaynaklanır. Benzer duygular ve çalışmalarındaki entelektüel kontrolün yardımıyla, bu dönemin en iyi Fotoğrafçıları,  Fotoğraf sanatını 20.yüzyıla güvenle taşıdılar.

1920-40  döneminin başlarında ve sonunda,  dünya  savaştan yorulmuş ve yıpranmıştı. Bu yıllar arasında, dünya anarşiyi, hayal kırıklığını, yanlış amaçlar ve son olarak savaş için  silahlanma yarışını  yaşıyordu. Bu yirmi yılın en iyi Fotoğrafçılarının  sevimli  görüntülere, resim taklitçiliğine, yapaylığa ve  çelişkili olarak harfi harfine uygulanan realizme karşı gelmeleri şaşırtıcı değildir.

Fotoğrafçılık  bu dönemin başlamasından çok kısa bir  süre önce o sevimli görüntülerden uzaklaşmıştı. Amerikan sanat Fotoğrafçılığının büyük ustası Alfred Stieglitz, bütün bunları  reddetti. Philedelphia’daki Wanamaker sergi salonundaki 1.100  Fotoğraftan  55’ine  ve uzlaşmaz bir realist olan Paul  Strand’e  iki önemli  ödül  verildi. Stieglitz, bu konuyla  ilgili  düşüncesini şöyle ifade etmişti: “Gerçeği aramak benim vazgeçilmez  düşüncemdir.”

Amerika Birleşik Devletleri ordusunda hava Fotoğrafçısı  olarak  görevlendirilmiş olan Edward Steichen, 1.Dünya  Savaşı’ndan geri  döndüğünde bütün Fotoğraflarını yaktı. Kendini yalın  Fotoğrafçılığa  adadı ve o yaz tam bir realizme erişmek  ve  mükemmel  bir  kontrol düzeyini yakalamak için, siyahtan beyaza  derecelendirilmiş  tonların yer aldığı beyaz bir fincan ve tabağı  1.000′ den  fazla  sayıda Fotoğrafladı.

Edward Weston “soft focus”(yumuşak netlemeli) çekim tekniği ve çarpıcı tonal etkiyi yaratan  yıldız  adaylarının portrelerini de  çekerek  bir  hayli yüksek ücretler alan varlıklı bir Fotoğrafçıydı,fakat özel efektlerden  ve rötuşlardan bıkmıştı. Weston “Uzlaştım ve kendimi  sattım” diye yazmıştır. Başka bir zamanda şöyle yazmıştı; “Ben  yalnızca rolümü oynamak için donandım.” Bir gün Weston sahip  olduklarını bir kenara atarak Mexico’ya gitti.

Devrim  sadece Amerika’da değil bütün dünya  Fotoğrafçılığında yaşanıyordu. Almanya’da 1920’lerde   Albert  Renger-Patzsch şöyle diyordu: “Eğer Fotoğraflar gerçekle ilgili nesnel değerler taşımıyorsa hiç bir şeydir.”

Bu dönemde yeni geliştirilen minyatür kamera, farkedilmeyecek derecede küçük, her koşulda Fotoğraf çekilecek kadar hızlıydı. Bu  kameralar, konularını poz vermeden yakalayan Erich Salomon’a foto muhabirliğin  tekniklerine öncülük etmesinde yardımcı  oldu.  Sıkıntı vermeden ve sıklıkla gizlice çalışarak diplomatik  konferansları, devam  eden mahkemeleri, Birleşik Devletler  Anayasa  Mahkemesini bile görüntüledi. Sanatsal değeri olmayan ancak doğal ve  değerli belge Fotoğrafları çekti.

Başka bir grup Fotoğrafçı savaşa isyan etti ve  yeteneklerini,  kalıplara sık sıkıya bağlı olan realizmi rezil  etmek  ve esrarlı  göstermek için kullandılar. Man Ray ve Laszlo Moholy  Nagy kamerayı  bir org gibi kullandılar, bunu çift ışıklamalar,  fotomontajlar, solarizasyonlar kullanarak yaptılar. Dünyaya karşı geliştirdikleri   küçümseyici  bakış açılarını ve onun  sahte,  yüzeysel  değerlerini Fotoğraflarında gösterdiler ve yetersiz  saygınlıklarını  abarttılar.  Yüzeysel görünüşün  altındaki  gerçeği göstermek için yeteneklerini sonuna kadar kullandılar.

 

Nikolay Lenin’in bir zamanlar gözlemlediği  gibi: Devrimler yıktıkları  kadar yaratırlar. Zamanla Fotoğrafik devrim de  kendi kurumlarını  oluşturmaya  başladı. Bunların en  özverili  olanlarından biri de “f/64” grubudur. Bu grup adını bazı kameralarda bulunan en kısık diyafram açıklığından almıştır. Böyle bir diyafram açıklığı  doğal olarak maksimum netlik verir. Grubun  gerçeklikle eşit  saydığı hoş detaylar ve keskinlik bu diyafram açıklığı  ile mümkündü.

Sonraki birkaç yıl içinde ABD hükümeti Fotoğraf  kurumlarını oluşturdu. Ekonomist Roy  Stryker  kiracı  çiftçiler  ve  ürünleriyle borçlarını ödeyen çiftçilere yardım etmek için çağrıldığında, Fotoğrafların en iyi savunma yolu olduğuna karar verir. Stryker, aralarında Dorothea Lange, Walker Evans ve Ben Shan’ın da yer  aldığı  efsanevi Fotoğrafçıları, kırsal kesimin yoksulluğunu  Fotoğraflamak  için gönderdi. Bunlar çiftçilerin kötü  koşulları  ile ilgili  gerçekleri görüntülediler. Fotoğraflar gazete ve  dergilerde geniş bir ilgi uyandırdı. Sadece çiftlik programını  anlatmak  için değil, aynı zamanda diğer Fotoğrafçıların bu  bölgelere gidip gerçeği görüntülemelerine esin kaynağı oluşturmuşlardır.

Tinsel olarak Fotoğrafçılığın bu kuşağı oldukça başarılıydı. Bu insanlar maddi olarak çok az şey kazandı. Weston uzun süre yoksulluğun sınırında yaşadı. Weston’un günlüğü, insanın içini karartan cümlelerle doludur. ”26 Haziran 1927, Pazar, Çok şanssızım. Chandler  alışveriş için verdiğim 5 doları kaybetti. Bu bir  baskıdan  elde ettiğim 10 dolardan  arta kalan paraydı ve  beni  bir hafta idare edebilirdi.”

Andre Kertesz, Vogue, Harper’s Bazaar ve Town  and  Country dergileri için çektiği moda Fotoğrafları ile zenginleşti. Kertesz, iyi  bir gelir sağladığı dergileri bıraktı ve gerçekçi  Fotoğrafa geri döndü. Gerçekçiler, Fotoğrafta belirgin bir görev  duygusuna sahipti.  Dünyaya kendilerini olduğu gibi göstermek istediler  ve iki dünya savaşında olduğu gibi yansıtmakta başarılı oldular.

Louis  Daguerre’in  buluşunu dünyaya ilan  etmesinden  bir yüzyıl sonra, Fotoğraflarla karşılaşmadan geçen bir gün hemen hemen hiç yoktu. Fotoğraflar her yerdeydi. Dergilerin, gazetelerin, kitapların sayfalarında, müzelerin duvarlarında, otobüslerin  kenarlarında ve büyük ilan panolarında, yaşamdan daha parlak  renklerle  kullanılan Fotoğraf, artık yaşamın ayrılmaz bir  parçasıydı. Yüzyılın  ortalarında, İkinci Dünya Savaşını takip eden hızlı gelişme döneminde Fotoğraf makinesi üreten şirketler  milyonlarca doları  kameralara, filmlere, ışık ölçerlere, flaşlara ve her yıl artan oranlarda gelişmekte olan Fotoğraf makinelerine yatırdılar. 1954’de  Amerika’da 17.293 profesyonel Fotoğraf  stüdyosu  vardı. Aynı yıl amatör Fotoğrafçılar iki milyar Fotoğraf çekti.

Peki Fotoğraf sanatı ne durumdaydı? Ustalar neler yapıyorlardı?

Bazen  hiçbir şey kesin olarak yeni gibi görünmüyordu. Hiç bir ikon kırılıp parçalanmadı ve hiçbir yeni ilah ortaya çıkmadı. Çünkü  ana temalar zaten oluşturulmuştu. Şimdi, daha  önce  öncülük etmiş teknikleri  geliştirmek, sadeleştirmek  ve  ilk  yıllardaki buluşları kullanmak zamanıydı. Bu dönemin Fotoğraflarından  bazıları o güne kadar yapılmış olanların en iyilerindendi. Hiçbir fotomuhabiri  olayları anlatan anları Henry  Cartier-Bresson  kadar muhteşem bir şekilde yakalayamamıştı. Bresson, Erich Salamon ve Andre Kertesz tarafından açılmış olan yolda ilerliyordu. Arnold Newman  ve Philippe  Halsman gibi portreciler daguerreotype gibi eski  gelenekleri  devam ettirdiler, fakat bu yönteme yeni  psikolojik  bir derinlik ve teknik yeterlilik kazandırdılar.

Bununla birlikte, yeni şeyler oluşmaya başlıyordu. Bunlardan  biri  Fotoğrafçılığın farklı branşlarının  arasında  yapılan zengin bir çapraz üretimdi. Dergilerin sayfalarında hızla  gelişmekte olan fotomuhabirliği, Fotoğraflarında kişilikleri aktarmaya  çalışan  portre Fotoğrafçılarının yaklaşımını yoğun olarak  etkiledi.  Newman, sanatçıları kendi sanat araçları ile  görüntüledi; Bir  müzisyeni  piyanosuyla, bir ressamı resimleriyle…  Klasik portre ustası olan Yousuf Karsh bile Nikita Krushchev’i, Rus köylüsünün  ölümsüz sembolü olan kürk paltolarla sarıp  sarmalayarak çekti. Deneysel Fotoğraf ustalarından Man Ray ve  Moholy-Nagy’nin miras bıraktığı güçlü bir sürrealist etki, portrecilerin ve fotomuhabirlerinin çalışmalarına renk kattı. Halsman’ın çok  sayıdaki Salvador  Dali portresi, sanatçıyı fantastik, havada asılı  duran ürkütücü bedenlerden yapılmış kabusumsu ortamlarda gösterir. Bill Brandt, yaratıkların, bedenlerin garip ırmakları, Fotoğrafta akar gibi görünen, görsel olarak çarpıtılmış nü Fotoğraflar üretti.

Daha derin bir itici güç, birçok Fotoğrafçının  çalışmalarına egemen olmaya başlamıştı. Yıllardır yaptıkları çalışmalardan  daha bilinçli duygusal Fotoğraflar çektiler, Fotoğrafçılar  şimdi kameralarının önüne kendi duygularını aktaran konularını  yerleştirdiler. Sanatçının kişisel görüş açısı, her zaman muhteşem  Fotoğraflar yapmanın yolu olmuştur.

1930’larda özgün Fotoğrafçılık moda olduğunda Fotoğrafçılar genellikle  kendi  bakış açılarını  konularının seçiminde ifade ettiler; etkileyici bir manzara, aşıklar arasındaki sıcaklık, ekonomik buhranın sıkıntısını yüzünde yansıtan göçmen gibi..Fotoğrafçı seçimini yapınca, görüntüyü kaydetmek üzere  kamerasını kullandı. Aynı yöntemle fotomuhabirleri de nesnel haber Fotoğrafları  ürettiler. Fakat bazı Fotoğrafçılar köşe yazarları gibi kişisel yorumlarını sunmaya başlıyorlardı.

Brandt’ın belgesel Fotoğraflarını dolduran karanlık, kendi içine dönük ve inceleyici özelliği Fotoğraflarını görsel bir  şiire dönüştürüyordu. Başka bir fotomuhabiri de W.Eugene Smith’dir. Smith  insanlığın  kederlerini ve  mutluluklarını  Fotoğraflarken zorlandığından sözeder.

1930’larda  Edward Weston ve Ansel Adams’ın kurduğu  Fotoğraf okulu f/64 grubunun ortaya attığı ilk  kavramdır. Amacı kendi özüne dönüşü anlatan, Fotoğrafların en titizi gibi görünen, dünyayı  teknik olarak mükemmel bir kameranın gördüğü gibi  ifade etmekti.  Fakat grubun üyeleri garip bir şekilde nesnel  olmayan, neredeyse  mistik ifadeler kullanmaya başladılar. Adams,  1948’de şöyle diyordu: “Fotoğraf sevginin ve gizli olanın açığa çıkarılmasının  aracıdır,  aynı zamanda yüzeyin altındakileri  görmeli  ve bütün herşeyde yaşayan insanlığı ve doğayı kaydetmelidir.”

Fakat,  belki en içteki duyguların  dışavurumuna,  dönemin diğer bir Fotoğrafçısı Aaron Suskind tarafından ulaşıldı. Suskind 1952’nin yazında çekilmiş yakın plan Fotoğrafları yorumlaması istendiğinde şöyle der: “Aslında kayalarla ilgilenmiyorum, ben kendimle ilgileniyorum.” Onlarca yıl önce hiçbir Fotoğrafçının yapmayı düşünmemiş olduğu bir açıklamaydı bu. Fakat 1970’lerde o ciddi Fotoğrafçılar bunu tamamen tuhaf olarak yorumladılar.

(Bundan sonraki aşamaları sizler için derleyip yayınlamaya çalışacağız*)

Hazırlayan : Cengiz Oğuz Gümrükçü

Kaynak: http://www.belgeselFotoğraf.com

*Nar Sanat Editör

Not : Yazının orjinalinde fotoğraflar olmayıp editörümüz tarafından yazıya fotoğraflar sonradan eklenmiştir.

 

 

12 Şubat 2012/28 Yorumlar/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2012/02/Joseph-Nicéphore-Niépce-1765-1833.jpg 235 360 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2012-02-12 17:18:182012-02-15 23:08:27Fotoğrafın kısa tarihçesi
admin

Farjad, Diyarbakır’da

Sanat Haberleri

”Kemanı ağlatan adam” unvanıyla dünya çapında tanınan İranlı keman sanatçısı Farid Farjad, ”Silahtan nefret ediyorum, çatışmaları da sevmiyorum” dedi.

 

Farjad, Diyarbakır’da vereceği konser öncesi Ninova Park Alışveriş Merkezi’de düzenlediği basın toplantısında, Diyarbakır’a ikinci kez geldiğini ve burada olmaktan gurur duyduğunu söyledi.

Toplantının yapıldığı alışveriş merkezini yeni gördüğünü ve ABD’deki alışveriş merkezleri ile rekabet edebilecek bir alışveriş merkezi olduğunu anlatan Farjad, bu modernleşmenin bundan sonraki gelişlerinde de devam ettiğini ve kentin her yerine yayılmasını istediğini söyledi.

Gelişme ve modernleşmenin önemine dikkati çeken Farjad, ”Aynı zamanda tarihimizi, geçmişimizi ve bizi buraya kadar getiren atalarımızı da unutmamalıyız. Her zaman onları korumamız gerekir, gençlerimize aktarmamız gerekir” diye konuştu.

İnsanların bir araya gelip konuşarak bütün sorunları çözebilmesi gerektiğini kaydeden Farjad, ”Silahsız, insanca bunu yapabilmeleri gerekir. Çocuklarımız, gençlerimiz için daha güzel bir gelecek bırakmamız gerekir, savaşarak değil, konuşarak anlaşarak” dedi.

Farjad, hükümetin bölgede yaşanan sorunların çözümü için çaba harcadığını ve bunun başarıya ulaşmasını temenni ettiğini ifade ederek, ülkesine gidemediğini anlattı.
”Memleketimde kadınlar ve birçok insan konuştuğu zaman kamçılanıyor, siyasi olarak içeri atılıyor. Anneler çocuklarına ninni söylemeye bile korkuyor. Avukatlar birilerini savunmaya kalkarsa onu bile hapishaneye atıyorlar” diyen Farjad, Türkiye’de insanların konuşabildiğini, insanların konuşma hakkının olduğunu söyledi.

Farjad, Diyarbakır’ı, Mersin’i, İstanbul’u çok sevdiğini kaydederek, ”Türkiye’nin kentlerini çok seviyorum. Çünkü insanlarını çok seviyorum. İnsanlar burada bana değer veriyor. Ben burada oturup konuşabiliyorum” dedi.

Gazetecilerin çeşitli sorularını da yanıtlayan Farjad, İran halkını sevindiremediğini, onları etkileyemediğini belirtti.

Türkiye’de yaşamak istediğini ve bölgede yaşanan olayları bildiğini, bunun kendisini kaygılandırmadığını ve kaygılandırmayacağını kaydeden Farjad, ”Buraya seve seve geliyorum. Benim sesim büyüklere gidiyorsa lütfen oturun bir yerde uygarca konuşun ve sorununuzu halledin. Silahtan nefret ediyorum, çatışmaları da sevmiyorum. İnşallah bütün bunlara silahsız bir çözüm bulunacak” diye konuştu.

Ninova Park Alışveriş Merkezi yatırımcı ortaklarından Orhan Erten de dünya çapında bir sanatçıyı Diyarbakır’da ağırlamaktan büyük memnuniyet duyduklarını ifade ederek, bunun Diyarbakır’ın tanıtımında büyük rol oynayacağını söyledi.

 

15 Ekim 2011/3 Yorumlar/tarafından admin
https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png 0 0 admin https://www.narsanat.com/wp-content/uploads/2020/03/nar-sanat-2020-logo.png admin2011-10-15 08:39:422011-10-17 14:45:15Farjad, Diyarbakır'da

Facebook'ta Nar Sanat

Popüler
  • Nerede Olursanız Olun; Sivas ‘ta, Bursa ‘da,...02 Şubat 2012 - 13:21
  • Sinema katliamı altında “31. İstanbul Film Festivali...06 Mart 2012 - 20:05
  • Egeliler İçin Sanat Dolu Günler Başlıyor30 Kasım 2011 - 09:08
  • İstanbul Çocuk Ve Gençlik Sanat Bienali’nin 2.’si...27 Haziran 2012 - 17:14
Yeni
  • Yeni Yıl Öğrenci ve Eğitmen Dinletimizin videoları...09 Ocak 2023 - 17:56
  • Kamera önü Oyunculuk Eğitimleri başlıyor03 Ocak 2023 - 18:20
  • GÜZEL KONUŞMA VE ŞARKI SÖYLEMEDE NEFES FONKSİYONU ve...20 Aralık 2022 - 10:37
  • Cansın KALECİ19 Aralık 2022 - 14:40
Yorumlar
  • […] Drama Eğitimi için ÖN KAYIT formunu [̷...18 Eylül 2021 - 13:08 tarafından Çocuklar İçin Yaratıcı Drama Derslerimiz Başladı
Etiketler
3 2015 ada ANKARA art At bakırköy Cumhuriyet dil dt E Ev eğitim Festival film Fotoğraf kaynak Konser kültür müze müzik Nar narsanat nar sanat oyun oyuncu P performans Piyano Resim sahne sanat sanatçı sanatçılar Sergi Ses Sinema Tiyatro Türkiye U yarışma Yazar zaman çocuk İstanbul

İletişim

Adres :  İncirli cad. Kartaltepe mah. Kıbrıs Sok. Okan apt. No:6/1 Bakırköy/İstanbul
( Eski Town Center’in Karşısı, Yaşar Hastanesi’nin yanındaki sokak )
Telefon:+90 212 570 80 68
Mobil: +90 530 880 71 80
Mail: [email protected]

Çalışma Saatleri

İnternet sitemizde bulunan formlar yardımı ile 24 saat bizimle iletişime geçebilirsiniz.

  • Pazartesi-Cuma: 09:00 - 21:00
  • Cumartesi: 09:00 - 21:00
  • Pazar: 09:00 - 21:00

Bağlantılar

  • Sanat Haberleri
  • Nar Sanat İstanbul Eğitim Ve Kültür Sanat Derneği
  • M.E.B. Sertifika Vermeye Yetkili Kurumlar
  • Site Haritası
  • Güncel Haberler
  • Yeni Yıl Öğrenci ve Eğitmen Dinletimizin videoları yayınlandı.
  • Kamera önü Oyunculuk Eğitimleri başlıyor
  • GÜZEL KONUŞMA VE ŞARKI SÖYLEMEDE NEFES FONKSİYONU ve DOĞRU NEFES ALMA
  • Cansın KALECİ
  • Aysu BAYRAM
© Telif Hakkı - Nar Sanat
  • Ana Sayfa
  • Kurslar
  • Kurumsal
  • Eğitmen KadromuzYapım Aşamasında
  • Basında BizYapım Aşamasında
  • Haberler
  • İletişimAdres : Kartaltepe Mah. İncirli Cad. Kıbrıs Sok. No:6 / 1-2 Bakırköy/İstanbul Telefon : +90 212 570 80 68 Belgegeçer : +90 212 542 57 72 Cep Tel: +90 530 880 71 80 Daha Büyük Görüntüle
Scroll to top