Şunun için etiket arşivi: Osmanlı İmparatorluğu

Fatih Sultan Mehmet ile Bizanslı Anna’nın imkansız aşkını konu edinen, 2008 yılında yaşamını yitiren ünlü soprano Leyla Gencer’in yakın dostu olan Pier Luigi Pizzi tarafından sahnelenen opera, büyük beğeni topladı. İtalyan operasında Romantik dönemin öncülerinden Rossini’nin, prömiyerinin yapıldığı Napoli San Carlo Tiyatrosu için hazırladığı ‘II. Mehmet Operası’, Roma’daki tarihi Opera Tiyatrosu Costanzi sahnesinde yeniden hayat buldu. Rossini’nin 28 yaşındayken bestelediği ve dram eserlerinden ‘en karmaşık’ ve ‘yenilikçi olanı’ diye tanımlanan II. Mehmet, Türklerle ilgili operalar içinde en önemlilerinden biri kabul ediliyor. Libretto (sözet) yazarlığını Cesare della Valle’nin yapmış olduğu ve 28 Mart’ta Romalı sanatseverlerle buluşan söz konusu esere başarılı isimlerin eli değerken, orkestra şefliğini Roberto Abbado, rejisörlüğünü ise Pier Luigi Pizzi üstlendi.

FATİH SULTAN MEHMET’İ CANLANDIRMAK ZOR

İtalya-da Bir-Türk-Il-Turco-In-Italia

Sanat tarihine 40’a yakın opera eseri kazandırmış olan Rossini, hem orkestra, hem de solistler için hazırladığı zor besteleriyle tanınıyor. Bu eseri yöneten şef ve Fatih Sultan Mehmet’i canlandıranların sayısının az olması da biraz buna bağlanıyor.

Rejisör Pizzi’nin sahnesinde 2’nci Mehmet rolünü, bas Mirco Palazzi ile bas Roberto Tagliavini dönüşümlü olarak üstlendi. Basın mensuplarına açılan gösterimde sahnede yer alan ve 2009 yılında yine Rossini’nin ‘İtalya’da Bir Türk’ (Il Turco In Italia) adlı eserindeki Türk genci Selim’i canlandıran 38 yaşındaki Tagliavini, beğeni topladı.

Tagliavini’nin, halkının gururuna layık güçlü bir komutan, sultan figürünü, aynı zamanda gerçek aşk hissini tatmaya çalışan insan olarak harmanlamayı başarması, beğenilerin nedeni oldu.

ESERİN DEĞERİ 194 YIL SONRA ANLAŞILDI

Gerçekte böyle bir aşk hikayesinin var olup olmadığı bilinmese de, bir sultanı kendisine meftun eden Anna’yı, sopranolar Marina Rebeka ve Carmela Remigio, onun babası rolündeki Venedikli komutan Paolo Erisso’yu ise Arjantinli tenör Juan Francisco Gatell ile Giulio Pelligra dönüşümlü olarak oynadı. 3 Aralık 1820 tarihinde Napoli San Carlo Tiyatrosu’nda ilk kez ve daha sonra revize edilerek Venedik’te 1922’de yeniden sahnelenmiş olan eser, fiyaskoyla sonuçlandı. Bundan ötürü Rossini bu eseri, 1926 yılında yeniden elden geçirerek, ‘Korinthos Kuşatması’ adı altında yapılandırdı.

20’nci Yüzyıl’ın sonlarına doğru; 1985 yılında Pesaro kentinde yeniden sahnelenene kadar adeta unutulan II. Mehmet operasının o dönemde beğenilmeyen ilk versiyonu, artık sanat çevrelerinde Rossini’nin şaheserlerinden biri olarak anılıyor.

ROMA’DA İLK KEZ SERGİLENMESİ TEPKİ ÇEKTİ

II. Mehmet operası, Osmanlı İmparatorluğu’nun 7’nci padişahı; Fatih Sultan Mehmet ile Venedik hakimiyetindeki Eğriboz (Negroponte) Kuşatması sırasında (1470) aşık olduğu Bizanslı Anna’nın hikayesini anlatıyor. Gerçek kimliğini bilmeden II. Mehmet’e aşkının karşılığını veren Venedikli Anna, daha sonra aşk ile yurt sevgisi arasında gidip gelen bir kadının içinde debelenip durduğu çelişkiler yumağını ele alıyor.

Rejisör Pizzi, Rossini’nin iki ayrı son hazırladığı eseri sahnelerken, yasak aşkı vurgulamak için trajik olanı, yani Anna’nın intihar etmesini tercih etmiş. Sultan Mehmet Anna’yı öldürmek istese de, Anna bu zevki ona, yani düşmanına yaşatmıyor.

LEYLA GENCER MÜZESİNİ O HAYATA GEÇİRDİ

Bu eseri sahneye koyduktan sonra övgü dolu sözlerle karşılaşan 83 yaşındaki ünlü opera rejisörü, sahne ve kostüm tasarımcısı Pier Luigi Pizzi, 2008 yılında vefatına kadar Milano’daki La Scala Tiyatrosu’nda opera sanatçıları için kurulan akademide sanat yönetmenliği yapan ünlü soprano Leyla Gencer ile de yıllarca çalışma fırsatı bulmuştu.

Milano’daki evinin bütün eşyaları İstanbul’da sergilenmeye başlanan Gencer, müzenin yerleştirmesini de ölümünden önce “Beni ve evimi kimse senin kadar iyi tanımıyor” sözleriyle yakın dostu Pier Luigi Pizzi’ye vasiyet etmişti.

“II. Mehmet operası, gerçekten mükemmel bir yapıya sahip. Rossini’nin aceleci, ama parlak şöhretinin bir ürünü” diyen Pizzi, aynı eseri 2005’te de Venedik’teki Teatro La Fenice’de, aynı kostümlerle sahnelemişti. Pizzi, Roma’dakinde trajik bir sonu seçmesine karşın, Venedik’te mutlu sonla bitirmeyi uygun bulmuştu.

Pizzi, eseri değerlendirirken “Bu, her şeyden önce büyük bir aşk hikayesi. Anna, allak bullak olmuş bir kadın; ilk aşkı, babası ve vatanına karşı olan sorumlulukları arasında hesaplar yapıyor” dedi. Pizzi, Fatih Sultan Mehmet’i ise, “Aşık, genç bir lider, bir fatih olmasından ziyade büyük insani bir karakter” diye nitelendirdi.

Pizzi, kültüre olan katkılarından dolayı geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano tarafından ‘Şövalye’ unvanı ile ödüllendirildi.

Dramı destekleyen sade ve gri bir sahne tasarımıyla göze çarpan, 2 perdeden oluşan opera, 8 Nisan’da son kez Romalı sanatseverlerle buluşacak.

SULTAN ABDÜLMECİT’TEN ROSSİNİ’YE NİŞAN

Opera sanatının ana yurdu olan İtalya’da, II. Mehmet’in sanat dünyasına kazandırılmasının üzerinden yaklaşık 200 yıl geçmesine karşın ilk kez Roma’da sahnelenmiş olması ise bazı opera uzmanı yazarların tepkisini çekti. 1830’dan sonra opera bestelemeyi bırakmasına rağmen Rossini’nin, Sultan Abdülmecit’e 1853 yılında iki marş bestelediği ve bu nedenle Mecidiye Nişanı’yla ödüllendirildiği de geçen yıllarda ortaya çıkmıştı.

Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.

32 kitap fuarıBundan yüzyıllarca önce Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nda Türklere seslenmiş, “Çin’e gitme… Çin seni yutar!” diye uyarıda bulunmuştu. Çok sonraları Napolyon da benzer yaklaşımla, “Bırakın uyusun. Çin uyanırsa yer yerinden oynar!” demişti ama Batı, 19. yüzyılda tüm gücüyle son kez üzerine çullandığı Çin’in 20. yüzyıldaki uyanışını ve büyük silkinişini önleyemedi. Uyuyan dev çoktan uyandı, ayağa kalktı ve artık iyice belli oldu ki Çin’den kaçış yok.

Çin, yayılıyor… Aklınıza hemen dünyanın ikinci büyük ekonomisi ya da ticaret hacmi vb. kavramlar gelmesin. Örneğin denir ki Çin’deki ve yeryüzünün dört yanındaki tüm Çinliler, bir gece aynı anda evlerinin dışında yemek yemeye karar verse, dünyada hepsinin oturabileceği kadar çok sayıda sandalyeye sahip Çin lokantası mevcuttur… Dünyanın tartışmasız en zor dili olan Çincenin ABD ve Avrupa’daki çoğu lise ve üniversitede İspanyolcayı geride bırakıp birinci seçmeli dil dersi haline gelmesinden sayıları her kıtada giderek çoğalan Konfüçyus Enstitüleri’ne kadar, siyasi ve ekonomik alanların yanı sıra kültürel olarak da her geçen gün daha fazla hissedilen bir “Çin ağırlığı” söz konusu. Anlayacağınız, artık Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.

Edebi ilişkiler güçlendirilmeli

Asya’nın en doğusundaki Çin ile batı ucundaki Türkiye arasında kurulan kültürel köprü, 2012’nin “Çin’de Türkiye Yılı” ve 2013’ün “Türkiye’de Çin Yılı” olarak kutlanmasıyla biraz daha sağlamlaştırıldı. Öte yandan Çin’in, bu yıl 32. kez düzenlenen TÜYAP İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi olarak belirlenmesiyle iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkiler zincirinin halen en zayıf halkalarından biri niteliğindeki edebiyat-yayıncılık alanında da çok ciddi bir adım atılmış olduğuna hiç kuşku yok. Türk edebiyatını 1970’li yılların başlarında Aziz Nesin öykülerinin çevirileriyle tanımaya başlayan (bu öyküler sonradan Nasılİntihar Ettim? başlıklı bir derleme haline getirildi) Çin’de, 1980’lerde de Yaşar Kemal ( İnce Memed ), Sabahattin Ali ( Kürk Mantolu Madonna ), Reşat Nuri Güntekin ( Çalıkuşu ) çevirileri yapılmıştı.

Son yıllarda ise Benim Adım Kırmızı ’nın 2006’da Çin’de Yılın En İyi Romanı seçilmesiyle başlayan süreçte Orhan Pamuk’un diğer kitaplarının ve Ahmet Hamdi Tanpınar ( Huzur ), Can Dündar ( Sarı Zeybek ), Orhan Kemal ( Bereketli Topraklar Üzerinde , Cemile , Avare Yıllar ), Tuna Kiremitçi ( Dualar Kalıcıdır ), Barış Müstecaplıoğlu ( Korkak ve Canavar ), Ahmet Ümit ( Patasana ) çevirileriyle Çinli okurların edebiyatımızı tanıma fırsatları çoğaldı ama bu tablo tabii ki yeterli sayılmamalı. Tabloyu daha da renklendirmek açısından, ajans ve yayınevlerimizin Çin’deki uluslararası kitap fuarlarının önemini biraz gecikerek de olsa anlamaya başlamaları sevindirici. Öte yandan başkentin merkezindeki Xidan semtinde bulunan, Asya’nın en büyük kitabevi niteliğindeki ve dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de metrekareye düşen insan sayısının en fazla olduğu yerlerden biri “Beijing Books Building”in beş katının herhangi bir koridorunda herhangi bir rafın Türk edebiyatından çeviri eserlere ayrılması, biraz daha zaman alacak gibi.

Çinceden çevirmen ihtiyacı

Benzer durum, Çin edebiyatı ve kültürünün Türkiye’deki yansıması açısından da az çok geçerliyse de Çinli okurlar bize göre daha şanslı sayılabilir. Yazarlarımız Çinceye doğrudan Türkçeden çevrilirken biz Çin edebiyatını çok büyük oranda İngilizce, Fransızca ya da Almanca üzerinden yapılan çevirilerle tanımak zorundayız. Türkçeye edebi düzeyde hâkim “yeterince” Çinli çevirmen varken, Ankara Üniversitesi DTCF Sinoloji Bölümü’nün ünlü hocalarından Prof. Dr. Muhaddere Nabi Özerdim’in 1950’li yıllardaki kimi çevirileri ya da aynı bölümün günümüzdeki anabilim dalı başkanı Prof. Dr. Bülent Okay’ın çalışmaları dışında, Çince çevirmen eksikliği hissettiğimiz çok açık. Elias Canetti’nin Körleşme ’sinin ünlü kahramanı Prof. Kien gibi olmasa da hayatını Çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış bilim ve sanat insanlarımızı artırmaktan başka çaremiz yok.

Beden diliyle anlaşamayız!

Kitapların, bir ülkeyi ve insanını, kültürünü, tarihini, düşünme sistemini tanımak açısından, gezip görmek ve yerinde incelemek kadar verimli kaynaklar olduğuna kuşku yok.

Ancak söz konusu ülke Çin olunca iş biraz zorlaşıyor doğrusu, çünkü beden dilinin en basit örneklerinin bile evrensel olmadığını kanıtlayan, kimi sembollerin, mimiklerin, günlük davranış kalıplarının alabildiğine özgün kaldığı bir ülkeyle karşı karşıyayız. Şöyle söyleyeyim; örneğin iki elinizin avuç içlerini birkaç kez birbirine sürtmek Türkiye’de “İşler çok iyi” demekken, Çin’de “İflas ettim, işler çok kötü” anlamına geliyor! Dolayısıyla bir şiirin, romanın, şarkının ya da filmin içeriğinin tamamıyla anlaşılmasının dünyanın geri kalanı için nerdeyse imkânsız bulunduğu bir ülkeyle karşı karşıyayız. Batılılar boşuna “Çin’de hiçbir şey göründüğü gibi değildir!” demiyor ve Çin sinemasının ünlü temsilcilerinden Chen Kaige, “Çin’le ilgili konuların derinine inemezsiniz, yoksa yabancılar anlamaz. Hong Kong ve Tayvan’dakiler bile anlamıyor!” demekte çok haklı.

cin-li-edebiyatcilar-istanbul-kitap-fuari-ndaİlim Çin’de de olsa…

Yine de uzun yıllardır yalnızca kitaplar aracılığıyla tanıdık ve daha yakın kıldık Çin’i. Kanuni döneminde Çin’e gönderilen birkaç elçi dışında Osmanlı-Çin ilişkilerinin yok denecek kadar az olduğu söylenebilir. 17. yüzyılda Katip Çelebi’nin Cihannüma ’da Çin’e ayırdığı sayfaların dışında entelektüel-edebi ilgiye de hemen hiç rastlanmıyor. Başta İngiltere olmak üzere belli başlı Avrupa hükümetlerinin 1898’in yaz aylarında ülkede yaşanan sömürgecilik karşıtı ünlü Boxer İsyanı’ndan şaşırtıcı biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmalarının dışında, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1971’de Birleşmiş Milletler’e kabulü ve Türkiye tarafından da tanınmasının öncesinde karşılıklı ilişki, her anlamda son derece zayıf. Ama bir yandan da “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” gerçeği var ve bu da günümüzde çok daha geçerli hale gelmiş durumda.

Romanlardaki Çin, savaş, devrim

Türk okuru, Çin gerçeğiyle öncelikle romanlar sayesinde tanıştı. Binlerce sayfa arasında çıkılacak bir “uzun yürüyüş”, çoğu klasikleşmiş bu romanların önemlerini günümüzde de koruduklarını, bu uzak ülkeyle yakınlaşmak açısından halen işlevsel olduklarını ortaya koyuyor.

Çinli baba ile Belçikalı anneden doğan Han Suyin’in 1955’te William Holden ve Jennifer Jones’lu bir Henry King filmine de dönüştürülmüş olan Aşk Güzel Şeydir romanı, 1956 yılında Altın Kitaplar tarafından sunulmuş okurlarımıza. Çin Devrimi’nin fırtınalı yıllarında Hong Kong’ta evli İngiliz erkek ve âşık olduğu Çinli kadının ilişkileri etrafında gelişen bir aşk öyküsü anlatan roman, yazarın yaşamından gerçeklikler de barındırıyor.

2012’de 86 yaşında ölen Han Suyin’i gene Çin dekorunda geçen Aşka Vakit Yok (Halk Kitabevi, 1967) romanı ve önce Hürriyet, sonra da Berfin Yayınları’nca yayımlanan, iki ciltlik çok başarılı bir Mao Zedung biyografisi olan Sabah Tufanı ’yla da tanımıştık.

Bir Çin köyünü ve kocası kaçıp gidince üç çocuğu ve ihtiyar kaynanasıyla kalan gencecik bir köylü kadını anlatan Pearl S. Buck romanı Ana (Remzi Kitabevi, 1943); devrim öncesinde savaş ağalarının talan ettiği köyünden kaçıp Pekin’e gelen bir çekçekçinin öyküsünün aktarıldığı Çekçek (Konuk Yay., 1975); Japon işgali ve sonrasındaki Kuomintang dönemi ile devrimi, Pekin’deki bir kukla ustasının gözünden öyküleyen enfes Paul Tillard romanı Kuklacı (Cem Yay., 1975), Agnes Smedley’den ünlü Çin Savaşıyor (Bora Yay., 1975), Luo Kuang ve Yang Yi’nin yazdığı, ülkemizde de bir kuşak üzerinde çok etkili olmuş Kızıl Kayalar (Aydınlık Yay., 1978), Attilâ İlhan çevirisiyle okuduğumuz müthiş Andre Malraux romanı Kanton’da İsyan (Yazko, 1981) ya da Bernardo Bertolucci’nin sinemaya da aktardığı, Çin’in sonradan bir yurttaş-bahçıvana dönüşen son imparatoru Pu Yi’nin anıları Son İmparator (Afa Yay., 1988), Çin’in yakın tarihini, Japon işgali, iç savaş, devrim ve Kültür Devrimi dönemlerini ele alarak anlatan yapıtlar olarak öne çıkıyorlar.

Eva Siao’nun Çin: Hayallerim, Hayatım (Afa Yay., 1994) başlıklı sarsıcı anıları da bu kapsamda mutlaka okunması gerekenlerden.

Nobelli iki yazar

Daha yakın dönemlerde, 1990’dan bu yana Fransa’da yaşayan 1972 Pekin doğumlu Shan Sa’nın, Çin tarihindeki tek kadın imparator Wu Zeitang’ın korkunç yaşamını ve 7. yüzyılda Yasak Şehir’de işlerin nasıl döndüğünü son derece etkileyici şekilde anlattığı İmparatoriçe (Doğan Kitap, 2003) ve gene aynı yazarın kaleme aldığı, 1930’larda Japonların işgali altındaki Mançurya’daki direnişçi bir genç kızın öyküsünü anlattığı Go Oyuncusu (Doğan Kitap, 2004) gibi romanlar da Çin tarihi ve kültürünü tanımak için zengin malzeme sunuyorlar.

Parisli bir gazeteci, Teksaslı bir edebiyat profesörü ve Alman bir Sinolog’un Pekin’de çok gizli bir elyazmasının peşine düşmelerini anlatan, Kolombiyalı yazar Santiago Gamboa’nın kaleminden çıkan, özellikle Pekin’i tanımak açısından yararlı Düzenbazlar (Doğan Kitap, 2002) ve “Çin’in yüksek yemek kültürünün gizli dünyasına bir yolculuk” öneren, “Gelenek ve modern dünya arasında sıkışmış bir ülkenin harika bir resmi olarak” nitelendirilebilecek Nicole Mones romanı Son Çinli Şef de (Doğan Kitap, 2007), aşk, yemek ve dostluk üzerine, günümüz Çin’inden çarpıcı kesitler aktaran keyifli bir roman olarak yer alıyorlar listemizde.

Dipnot Yayınları’nın küçük okurlar için hazırladığı masal dizisinin Çin Masalları (2008) durağına da uğrayalım ve kitapta yer alan 19 masalın çok şey anlattığını vurgulayalım.

2012’de Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Mo Yan’ın, 1987’de Zhang Yimou tarafından beyazperdeye aktarılan, bir ailenin üç kuşağının öyküsünü anlatarak 1923-1976 arasında Çin’deki önemli toplumsal-siyasi olayları öykülediği Kızıl Darı Tarlaları da (Can Yay.) Çin edebiyatının zorlu lezzetini tatmak isteyenler için iyi bir fırsat.

Çin’e belirgin bir merak, heyecan ve sempatiyle yaklaşan bu örneklerin yanında, 1949’dan bu yana iktidarda bulunan Çin Komünist Partisi’ne açık bir nefretle yaklaşanlar da var. Rejim karşıtlarından, romanları 1989’dan bu yana yasaklı, Fransa’da yaşayan Nobel ödüllü (2000) Gao Xingjian’ın Doğan Kitap’tan çıkan Ruh Dağı (2002) ve Yalnız Bir Adamın Kitabı (2003) ile Anchee Min’in Madam Mao Olmak (Everest Yay., 2005) romanlarının da Çin’e eleştirel-muhalif yaklaşımlarıyla geniş yankı buldukları söylenebilir.

Şiirler ve ideogramlar

Eray Canberk’in titiz bir çalışmayla Türkçeleştirdiği Mao Zedung şiirleri (Cem Yay., 1976) ya da Celal Üster çevirisiyle yayımlanan Mao’nun Kültür Sanat ve Edebiyat Üzerine ’si (Aydınlık Yay., 1978, Berfin Yay., 2005),Klasik Çin Şiirinden Seçmeler (Çev: Erdem Kurtuldu, YKY, 2010), François Cheng’in Boşluk ve Doluluk: Çin Resim Sanatının Anlatım Biçimi (İmge Yay., 2006), “Çince, kaligrafi için yaratılmış dil. Esinli yolu izleyen, esinli yolu ortaya çıkartan dil” diyen Henri Michaux’nun Çince İdeogramlar ’ı (Norgunk Yay., 2010), Roland Barthes’ın 1979’da gittiği Çin’e dair “dağınık” notlarını bir araya getiren Çin Yolculuğu Defterleri (YKY, 2012) gibi kitaplar da Çin sanatının değişik boyutlarına derinlemesine dalan çalışmalar olarak zengin ve öğretici birikim oluşturuyorlar.

Öte yandan bu kapsamda üzerlerinde ayrıca durulması gereken, Çinlilerin nasıl düşündüğünü 5 bin yıllık bir tarih ve kültürün incelikleri üzerinden anlatan Çin Simgeleri Sözlüğü , Savaş Hileleri: Stratagemler veKadim Çin’in Askeri Klasikleri ’nin önemlerini vurgulamadan geçmeyelim.

Çin usulü sosyalizm

Çin’e yönelik genel ilgi her geçen gün biraz daha artmakla beraber, bilgi ve araştırma eksikliğinin en fazla görüldüğü alanın “sosyalizm tartışmaları” olduğu söylenebilir. 1949’un ardından 1966-1976 arasındaki Kültür Devrimi’yle de dünyayı etkileyen Çin, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e teorik katkılarıyla birlikte 1970’lerin sonunda ortaya atılan ve Deng Siaoping tarafından geliştirilen “Dört Modernleşme” (tarım, sanayi, bilim, savunma) hareketiyle bugünlere kadar geldi ve uzay çalışmalarına kadar dayanan inanılmaz bir gelişme gösterdi. Çinli teorisyenler, başından beri, her şeyden önce bir geçiş süreci olan sosyalizmin her ülkenin kendi koşullarına göre yaşanması gerektiğini belirtiyor ve ısrarla “Çin Usulü Sosyalizm”e vurgu yapıyorlar. Başta yoksul ve açlık çeken nüfusun azaltılması olmak üzere, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bugünkü Hindistan seviyesinde olan bir ülkenin kaydettiği mucizevi başarıya tanıklık etmemizi sağlayan çok sayıda araştırma-inceleme-anı kitabından söz edilebilir.

Öncelik, efsaneleşmiş kitapların… Edgar Snow’un her ikisi de 1975’te Koral Yayınları’ndan çıkan Çin Üzerinde Kızıl Yıldız ve Uzun Devrim ’inden Alain Peyrefitte’nin Cemal Süreya çevirisi Çin Uyanınca (E Yayınları, 1975) ve M. Antonietta Macciocchi’nin Çin Deyince ’sine (1976), Jan Myrdal’ın Çin Raporu ’na (ABC Yay., 1977) kadar 70’li yıllarda yayımlanan çok sayıda “kızıl kitap” var bize Çin’i anlatan. Mao Zedung sonrası Çin sosyalizminin gidişatı konusunda ise ÇKP 11. Merkez Komitesi Genel Toplantısı tutanaklarını içeren Bugünkü Çin Hangi Yolu İzliyor? (Aydınlık Yay., 1980), özellikle son 30 yıla ışık tutması bakımından, en kısa tanımla temel kitap niteliğinde.

Son birkaç yılda yayımlanan, Çin’in Megatrendleri: Yeni Bir Toplumun Sekiz Dayanağı (Optimist Yay.), Çin’in ünlü milli lideri Sun Yat-sen’in Halkçılık Üzerine (Sadık Usta, Kaynak Yay.) gibi çalışmalar da aslında pek çok açıdan “bize benzeyen” bu ülke ve insanları konusunda bakış açımızı ve ufkumuzu genişletmemize yardımcı oldular hiç kuşku yok ki.

Evet, İtalyan sinemacı Marco Bellocchio’nun 1967 yapımı filmi “La Cina e vicina”nın Türkçe çevirisinde dendiği gibi, Çin yakındır! Kitaplarla ise çok daha yakın!

Türkiye’de Çin’i düşünmek

Kitaplığımızda yer bulan son inceleme-araştırma, Selçuk Esenbel, İsenbike Togan, Altay Atlı tarafından hazırlanan Türkiye’de Çin’i Düşünmek: Ekonomik, Siyasi ve Kültürel İlişkilere Yeni Yaklaşımlar (Boğaziçi Üniversitesi Yay.) oldu.

Tunca Arslan

Kaynak : []

29 Ekim Cumhuriyet Bayramının İşte Google Logosu!

Pazarlama kaygısı olsa da her ülke için farklı dahi olsa,  yerli pek çok kurumun hatta “yerli hükümetin” (!) bile ihmal ettiği bir günü uluslar arası bir şirketin anımsayıp sürpriz yapması bizleri mutlu ediyor(!)

cumhuriyet bayramı 2013

cumhuriyet bayramı için google’ın doodle’ı 2013

Cumhuriyet Bayramı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta[1] kutlanan bir millî bayramdır.

Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı ülkelerde 28 Ekim öğleden sonra ve 29 Ekim tam gün olmak üzere bir buçuk gün resmî tatildir. 29 Ekimlerde stadyumlardaşenlikler yapılır, akşam ise geleneksel olarak fener alayları düzenlenir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku’nda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.

Osmanlı Devleti, hüküm sürdüğü 624 yılda 36 padişah tarafından yönetilmiştir.

Padişah, şah, kral, hakan, imparator, sultan gibi tek kişiye dayalı yönetim sistemine “mutlakiyet” adı verilmiştir. Mutlakiyet yönetiminde egemenlik kayıtsız şartsız, tek bir kişidedir.

Mutlakiyetle yönetilen ülkelerde ülkeyi yöneten kişiye yardımcı olması için meclis kurulurdu. Meclis üyeleri halkın isteklerini yöneticiye duyurur, yasatasarısını hazırlardı. Bu yasa taslakları yönetici tarafından benimsendiğindeyasalaşırdı. Bu yönetim biçimi ise “meşrutiyet”tir. Meşrutiyette meclisin yetkileri sembolik düzeyde olabileceği gibi bir cumhuriyetteki kadar geniş de olabilir. Osmanlı Devleti’nde 1876 ve 1908 yıllarında olmak üzere iki kez meşrutiyet ilan edilmiştir.

İkinci Meşrutiyet’in ilanından 6 yıl sonra, 1914’te I. Dünya Savaşı başlamıştır. Dört yıl süren savaş, İttifak Devletleri ile birlikte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yenik sayılmasıyla sonuçlanmış ve Osmanlı toprakları İngiltere, Yunanistan, Fransa, İtalya gibi devletler tarafından işgal edilmeye başlamıştır.

 Cumhuriyetin ilanı

Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Osmanlı hükümeti tarafından, bölgede düzeni sağlaması için devletinin bir gemisi ile Samsun’a gönderilmiştir. Ülkenin çoğu ilinde kongreler düzenlemiş ve “Tek bir egemenlik var, o da milli egemenliktir. Milletin egemenliğini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ilkesiyle, yurdun her tarafından gelen ulus temsilcilerini 23 Nisan 1920 günü Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde toplamıştır. Meclis Mustafa Kemal Paşa’yı ’Meclis Başkanı’ seçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Büyük Millet Meclisi, Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Halk ve düzenli ordular düşman kuvvetlerine karşı savaş vermiş, omuz omuza mücadele etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır. Padişah Vahdettin, ’vatan haini’ ilan edilmiş ve yurdu terk etmiştir.

24 Temmuz 1923 günü İsviçre’nin Lozan şehrindeki Lozan Üniversitesi’nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileri ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atılmış fakat devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemiştir.

İkinci dönem Büyük Millet Meclisi, 11 Ağustos’ta ilk toplantısını yapmıştır ve 13 Ekim’de Ankara, başkent ilan edilmiştir. Bu dönemde Atatürk, egemenliğin ulusa dayandığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Atatürk 28 Ekim akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz,” demiştir.

29 Ekim günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermiştir. Meclis önergeyi kabul etmiştir ve böylece Türkiye Devleti’nin yeni yönetimi biçimi Cumhuriyet, yeni ismi “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak belirlenmiştir. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Halk da cumhuriyetin ilanını sevinç ve coşku ile karşılamıştır.

Cumhuriyette, Atatürk’ün de söylediği gibi, egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Ulus, kendini yönetme yetkisini, kendilerine temsil eden milletvekilleri aracılığı ile kullanır. Cumhuriyet yönetiminde, yurttaşın seçme ve seçilme hakkı vardır. Seçilen temsilciler, yasaları tasarlar ve yöneticileri ulus adına denetler. Ulus, seçimle yöneticileri seçebilir.

 Bayram kabul edilmesi

29 Ekim 1923’te TBMM, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası)’nda yaptığı değişiklikle, devletin yönetim biçimini cumhuriyet olarak ilan etmiştir. Aynı gece bu ilan, atılan 101 pare top ile kutlanmıştır. 1924 yılında ise cumhuriyetin ilanı şenliklerle kutlanmıştır.

2 Şubat 1925’te, Hariciye Vekaleti’nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim’in bayram olması önerilmiştir.[2] Bu teklif Meclis Anayasa Komisyonu tarafından incelenmiş ve 18 Nisan’da karara bağlanmıştır. 19 Nisan’da ise teklif TBMM tarafından kabul edilmiştir. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925’ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır

 

58- Eurovision Şarkı Yarışması’nda, İrlanda’yı temsil edecek şarkıyı belirlemek amacıyla yapılan yarışmada, 3 Türk ve 2 İrlandalı müzisyenden oluşan Inchequin adlı grubun seslendireceği “Son Kez” adlı şarkı, finale kalan 5 şarkı arasına girmeyi başardı.

Inchequin grubu Sinead Bradley, Hugh O’Neil ile Ayda Tunçboyacı, Tevfik Kulak ve Selin Türkoğlu’ndan oluşuyor.

İrlanda’dan Eurovision’a Türkçe şarkı: Son Kez

Şarkının adı Türkçe olsa da büyük bir bölümü İngilizce seslendiriliyor.

Buna karşılık şarkının nakaratlarında yer alan “Son kez, son kez” ve “Son kez yağmur yağacak”şeklindeki sözleriyse şarkıda bir çok kez tekrarlanıyor.

“Son Kez” parçası finale kalmayı başarırsa finalleri 14 ve 16 Mayıs’ta, büyük finali ise 18 Mayıs’ta İsveç’in Malmö kentinde yapılacak 58. Eurovision Şarkı Yarışması’nda İrlanda’yı temsil edecek.

Eurovision şarkı yarışmalarına ilk kez 1965’te giren ve 1983 ile 2002 yıllarında yapılanlar hariç tüm Eurovision şarkı yarışmalarına katılan İrlanda, bu önemli müzik etkinliğindeki en başarılı ülke.

İlk kez 1970’de birincilik elde eden İrlanda, 7 kez birinci olma başarısı gösterdi. Ayrıca İrlanda, 1992, 1993 ve 1994’te Eurovison şarkı yarışmalarında peşpeşe birincilikler elde ederek, şimdiye kadar yarışmaya katılan hiçbir ülkenin elde edemediği bir başarıya da imza attı.

Eurovison yarışmalarına genellikle İngilizce parçalarla katılan İrlanda, daha önce yalnızca bir kez, 1972 yılında İrlandaca bir şarkıyla sahneye çıktı.

Türkiye’de yaşamaya karar vererek, 2009’da Bodrum’un Gümüşlük beldesine yerleşen İrlandalı müzisyenler Bradley ile O’Neil’in, burada tanıştıkları Türk sanatçılarla bir grup kurmak istemeleri üzerine Inchequin grubu ortaya çıktı.

Önce Türk ve İrlanda folk müziğini harmanlayarak Bodrum’da çalışmalarını yürüten grup, halen bir Türk-İrlanda ortak filmi The Famine’in film müziği üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Film, 1845 yılında Osmanlı İmparatorluğu’ndan, yaşanan kıtlık nedeniyle İrlanda’ya gönderilen 3 gemi dolusu gıda yardımı ile 10 bin İngiliz sterlininden oluşan maddi yardımın hikayesi anlatılıyor.

Gruptaki Türk müzisyenler arasında yer alan keman sanatçısı Tunçboyacı, ünlü Türk müzisyen ve besteci Onno Tunç’un kızı.

Grubun diğer üyesi Türkoğlu ise asıl tutkusu şarkı söylemek olsa da, uzun yıllar televizyon sunuculuğu da yapmış bir sinema sanatçısı.

İrlanda ile de bağları bulunan Türkoğlu’nun üvey babası ile 2 üvey kardeşi İrlandalı.

Grubun son Türk üyesi trompet ve piyano sanatçısı Kulak ise İstanbul Devlet Orkestrası’nda yer almasının yanısıra, Diana Ross, Whitney Houston, Pavarotti, Jose Carreras, Montserrat Caballe and Sarah Brightman gibi müzik dünyasının önde gelen isimleriyle birlikte canlı müzik yapmış usta bir müzisyen.

Kulak, aynı zamanda “Son Kez” adlı parçanın aranjmanını da yapan isim.

Gruptaki İrlandalı müzisyenler olan Bradley ve O’Neil ise 19 yıldan bu yana çalan ve şarkılar yazan iki müzisyen. Dünyada 19’u aşkın ülkede geniş çaplı turnelere katılmış sanatçıların yaptıkları, orjinal şarkı ve ezgilerden oluşan 6 albümü bulunuyor.

Bradley gruba üflemeli çalgı, vokal ve mandolin ile katkı verirken baş vokalist O’Neil ise aynı zamanda elektro ve akustik gitar ve mandolin çalıyor.

Inchequin grubunun akıl hocalığını ise İrlanda’ya 1980 yılında birincilik kazandırmış “What’s Another Year” adlı parçanın bestecisi Shay Healy yapıyor.

Healy, “Son Kez” adlı parça hakkındaki görüşlerini şöyle dile getiriyor:

“Hemen her toplantıda söylenebilecek kadar sade bir şarkı arıyordum ve “Son Kez” bu amacı kusursuzca yerine getiriyor. U2’yi andıran gitar tıngırdamalarının olduğu açılışından, Türk ve İrlanda üflemeli çalgısı ve kemanlarının Riverdance tarzı hoş kombinasyonuna kadar şarkı dinleyicilere İrlanda ve Türk kültürlerinin en örneğini veriyor. Çok güçlü bir hikayesi olan sözleriyse şarkıya, hareketli bir İrlanda baladında olduğu gibi kolayca yayılan bir güç ve ritim kazandırıyor”

“Son Kez” parçası, 22 Şubat’ta İrlanda’da yapılacak finalde, Kase grubunun seslendirdiği “Kiss” , Aimée Marguerite Fitzpatrick’in seslendirdiği “Crashing Down” , ZoeAlexis Bohorquez’in seslendirdiği “Fire”ve Ryan Dolan’ın seslendirdiği “Only Love Survives” adlı parçalarla yarışacak.

 

Kaynak : [-]

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Kadıköy Süreyya Operası’nda sahnelediği “Hurrem Sultan” seyircilerden büyük ilgi görerek kapalı gişe oynadı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun süre tahtta kalan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın Hurrem Sultan’a duyduğu aşkı ve o dönemi anlatan ”Muhteşem Yüzyıl” dizisi gibi ”Hurrem Sultan”ınbalesi de seyircilerden yoğun ilgi gördü. Kadıköy Süreyya Operası’nda ekim ayında 5 temsille sanatseverlerle buluşan ”Hurrem Sultan” balesi, mayıs ayında tekrar sahnelenecek.

İlk defa 1977’de bale sanatının duayenlerinden Oytun Turfanda’nın koreografisi ve Nevit Kodallı’nın bestesiyle Ankara Devlet Balesi tarafından sergilenen ”Hurrem Sultan” balesi, 35 yıl aradan sonra Deniz Olgay Yamanus ve Oktay Keresteci’nin sahnelemesi ile İstanbul seyircisinin karşısına çıktı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi, geçen sezon ilk gösterimi yapılan ”Hurrem Sultan” balesini, Oytun Turfanda’nın 10. ölüm yıl dönümü anısına yeniden seyirciyle buluşturdu. Balenin, bu ay Kadıköy Süreyya Operası’nda gerçekleştirilen 5 temsili de kapalı gişe oynadı. Türk balesinin yapı taşlarından olan ”Hurrem Sultan” balesini sahneye koyan Deniz Olgay Yamanus, okul arkadaşı olan ve uzun yıllar birlikte çalıştığı Oytun Turfanda’nın eserlerinin varisi olduğunu belirtti.

“Hurrem Sultan” balesinin, ilk defa iki perdelik, Türk koreograf tarafından sahnelenen bir eser olduğunu belirten Yamanus, eserin bestecisi ile birlikte yapıldığını, var olan bir müziğin üzerine bale yapılmadığını anlattı. Eserin oluşturulmasının 4 sene sürdüğünü kaydeden Yamanus, “Şu andaki orkestra şefi de merhum Nevin Kodallı’nın oğlu. Eseri, çocukları ve arkadaşları devam ettiriyor” dedi.

Atatürk Kültür Merkezi’nin restorasyona alınmasının ardından eserleri biraz daha küçük olan Süreyya Operası’nda sahnelemeye başladıklarını anlatan Yamanus, ”Bu nedenle eserleri orkestrasız, banttan oynuyoruz. Ama bu eserin banttan oynanmasını istemedim ve ilk kez cesaret edip orkestra ile oynamaya karar verdik” dedi. ‘

”Hurrem Sultan”ın İstanbul’da ilk 1990 yılında sahnelendiğini belirten Yamanus, bu dönemde Kanuni Sultan Süleyman dönemini konu alan ”Muhteşem Yüzyıl” dizisinin de yayında olmasının avantajını yaşadıklarını belirtti. Balenin sadece Süreyya Operası’nda sahnelendiğini anlatan Yamanus, ”En büyük hayalim, balenin Topkapı Sarayı’nda oynamasıdır. Geçen sene girişimlerde bulunduk ama bazı nedenlerde oynayamadık ama bu yıl oynamayı düşünüyoruz” ifadesini kullandı. Yamanus, eserin mayıs ayında tekrar sahneleneceğini bildirdi.

Kaynak