Şunun için etiket arşivi: ödev

”… Finlandiyalı çocukların okul yaşamı, Finlandiya’nın bizzat uygulamakta olduğu gençlik ve eğitim politikalarının sonucudur; PISA testlerinin değil. Fin eğitim sisteminde okuma becerileri, bilim ve matematik okur yazarlığı kadar sosyal bilimler, görsel sanatlar, spor ve pratik becerilerin geliştirilmesi de önemli. Finli çocuklar anaokul ve ilkokul hayatları boyunca oyun oynar ve zevk alarak öğrenirler. Finli öğretmenler de, ebeveynler de matematik ve ya fen derslerindeki soyut kavramları öğretmenin en iyi yolunun müzik, drama ya da spor uygulamaları olduğunu düşünür. Akademik ve akademik olmayan öğrenme biçimleri arasında kurulan bu denge çocukların okuldaki mutluluğunu sağlamanın büyülü formülüdür. PISA testleri, okul yaşamının çok önemli olan bazı kıstaslarını değerlendirme dışında bırakıyor.”  diyor  Pasi Sahlberg.

finlandiya ve eğitim

 

Düşük maliyetler, kısa okul saatleri, ile yüksek akademik başarıyı; bireyselliğe, bağımsızlığa önem veren, öğrencilerine kendi eğitim programını kendi düzenleme sorumluğunu yükleyen eğitim anlayışıyla bol boş zamanı, eğlenerek öğrenmeyi birleştiren Fin eğitim sistemi hala eğitimin rüya ülkesi olmaya devam ediyor.

İşte size Fin eğitim sistemiyle ilgili 9 şaşırtıcı gerçek.

finlandiyada ders

 

-1-

Finlandiya’da zorunlu okula başlama yaşı 7.

Yaşları ne olursa olsun, çocuklar okula kendileri yürüyerek ya da bisikletle gidiyor.

Fin kültürü çocukların bağımsız yetişmesini önemsiyor. Çocuklarını okula getirip götüren, ders çalıştıran ebeveynler diye bir şey yok.

-2-

Fin eğitim müfredatı basit ve genel bir çerçeve tanımlamaktan ibaret.

Öğrenciler, kendi ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda kendi eğitim-öğretim programlarını şekillendirme haklarına sahipler. Öğretmenler de öyle.

-3-

Finli öğrencilere eğitim hayatlarının ilk altı yılında hiçbir şekilde not verilmiyor. Sekizinci sınıfın sonuna kadar not verme zorunluluğu yok ve öğrenciler standardize edilmiş bir sınav sistemine tabi değiller. Sadece 16 yaşlarındayken ülke genelinde bir sınava giriyorlar.

-4-

Öğretmenler gün boyu sınıfta ortalama dört saat ders veriyor. Haftada iki saati ise mesleki gelişimleri için eğitimlere katılmak için ayırıyorlar.

İlk okulda öğrencilerin ders dışı/teneffüs olarak geçirdikleri zaman toplam 75 dakika. Amerika’da bu oran 27 dakikaya kadar düşüyor. Türkiye’de ise ortalama 45 dakika.

-5-

Tüm öğretmenlerin en az master derecesi var ve üniversite başarısı en yüksek %10’luk dilim arasından seçiliyorlar. Öğretmenlik toplum gözünde statüsü en yüksek mesleklerden biri.

Finlandiya öğretmenleri başarılı-başarısız olarak yargılamayan bir kültüre sahip. Eksikleri bulunan öğretmenlerin, yeni eğitim-öğretim programlarıyla kendilerini geliştirmesinin önü açılıyor. Hiçbir öğretmenin performans nedeniyle işten atılma korkusu yok.

-6-

Öğrencilere ödev verilmiyor çünkü öğrenmenin yeri okuldur.

Her çocuğa bir birey olarak değer veriliyor. Çocuklardan biri yeterince iyi öğrenemiyorsa öğretmenleri bunu hemen fark ediyor ve çocuğun öğrenme programını onun bireysel ihtiyaçlarına göre düzenliyor. Aynı şey, okula uyum göstermeyen, sıkılan ya da öğrenim durumu programın ilerisinde olan çocuklar için de geçerli.

Öğretmenlerin yüksek eğitim düzeyi, çocukların her türlü gelişimini gözlemleyebilmelerini ve esnek çözümler yaratabilmelerinin en önemli nedeni. İstatistiklere göre çocukların ortalama %30’u eğitim hayatlarının ilk dokuz yılında özel programlarla destekleniyor.

-7-

Fin okullarında spora bol bol yer var ama spor karşılaşmaları yapacak takımlar yok. Rekabet, üstünlük kazanmak Fin kültüründe değer verilen bir şey değil.

-8-

Finlandiya’da özel okul yok ve eğitim harcamalarının tümü devlet tarafından destekleniyor.

Finlandiya’da okullar birbirleriyle rekabet etmiyor, aksine dayanışıyor. Okulların hemen hemen tümünün başarı düzeyi aynı. Bu yüzden okulun bir diğerine göre ayrıcalığı yok.

Eğitim “herkes için eşit imkanlar sağlamak” demek. Eşitlik kavramına olağanüstü değer veriliyor. Tüm çocuklar zeka ve becerileri ne olursa olsun aynı sınıflarda okuyor.

-9-

Pek çok Avrupa ülkesi ve Amerika’yla karşılaştırıldığında Finlandiya’da eğitime ayrılan bütçenin daha fazlası sınıf ortamına yansıyor. Çünkü öğretmenler de, yöneticiler de hemen hemen aynı maaşı alıyor. Bu yüzden Finlandiya’da eğitim maliyetleri çok daha düşük.

Ancak 15 yıllık kıdemli bir öğretmen ortalama bir üniversite mezunundan daha iyi kazanıyor.

Kaynak: Eğitimpedia

Aşağıda okuyacağınız yazı her ne kadar Türkiye odaklı olarak yazılmasa da süreçte ve sonuçta yaşanan ortak sorunları dile getirmiş. Daha ana okulu arayışındayken, çocuğunu yazdıracağı okula üniversite sınav başarısını soran bir millet olduğumuzu düşünürsek, yazının bitiminde eğitimde neleri atladığımıza dair bir fikir oluşabilir….

eğlenceli çocuklar

Jonathan Swift, 1729 yılında İrlandalılara çocuklarını yemelerini önerdiğinde, üç problemi birden aynı anda çözebileceğini iddia ediyordu: Aç kitleleri doyurmak, şiddetli bir ekonomik kriz döneminde nüfusu azaltmak ve restoran işini hareketlendirmek. Bu, Swift’in hicivlerinden biri olsa da, çocuk merkezli kültürlerde – Amerika gibi – kulağa oldukça itici ve korkunç geliyor. Ama aslında Amerika, bu öneriye düşündüğünüzden çok daha fazla yaklaşmış durumda.

Eğer eğitimcilerle ve politikacılarla daha fazla zaman geçirirseniz (hatta sadece yazdıkları eğitim makalelerini bile okumanız yeterli), şu kelimeleri bolca duyarsınız: “Standartlar”, “sonuçlar”, “beceriler”, “kendini kontrol etme”, “sorumluluk” ve benzerleri. Geçtiğimiz günlerde “etkili” oldukları iddia edilen bazı yeni okulları ziyaret ettim. İrade ve kendini kontrol etmeyi öğrenmek için ilgili sloganlardan oluşan şarkılar söyleyen çocuklara, sınıf ödevlerini bitirdikleri zaman jelibon veriliyordu ya da onlardan yerlerinde hareketsiz oturamadıkları zaman sıralarının arkasında ayakta durmaları bekleniyordu.

Bu okullara gittiğimde aklıma hemen Charles Dickens’ın Zor Zamanlar romanı gelir. Kitapta bir okulun müdürü olan Wackford Squeers, kendinden gayet emin bir şekilde şöyle der: “Şimdi, benim tek istediğim şey ‘kesin veriler’. Bu çocuklara sadece ve sadece kesin verileri öğretin. Hayatta istenen tek şey verilerdir. Başka hiçbir şey ekmeyin, geri kalan her şeyi kökünden söküp atın. Muhakeme becerisi olan hayvanların zihinlerini sadece veriler üzerine inşa edebilirsiniz. Onlara asla başka bir şey sunulmayacak…”

Romanda Squeers, öğrencilerinin, ne pahasına olursa olsun yetişkin dünyasına “hizmet edebilir” olmaları gerektiği bilgisiyle mezun olmalarını istiyor. Bugün de durum pek farklı değil. Herkes, üniversiteye girmek, iyi işler bulmak, büyük bir firmaya girmek ve yeni ticari bilgileri takip etmek için çocukların gerçekten öğrenmeleri gereken şeyleri öğrenip öğrenmediklerinden endişe ediyor. Ülkenin tüm bir okul sistemi, büyük ölçekli ekonomik sıkıntıları çözmeye ve geleceğin çalışanlarını üretmeye yönelik gibi görünüyor. Kesin olan tek şey, hiçbir şekilde çocuklara yönelik olmadığı. Hatta genel görüş, eğer öğretmenler öğrencilerin keyif almalarına çok fazla odaklanırlarsa bir şekilde ahlaksız bir vurdumduymazlığı ve tehlikeli bir hedonizmi teşvik edecekleri yönünde.

Bugünlerde çoğu sınıfta neler olup bittiğine kısa bir bakış atmak, şunu çok net olarak ortaya koyuyor: İnsanlar eğitim hakkında düşünürken çocuk olmanın nasıl bir his olduğunu düşünmüyorlar ya da neden çocukluğun kendi içinde yaşamın önemli ve değerli bir evresi olduğunu. Bence bu, neden ziyaret ettiğim okulların çoğunun daha çok Dickens romanından fırlamış gibi göründüğünü açıklıyor.

mutsuz okulluluk

Ben üç çocuklu bir anne, bir öğretmen ve bir gelişimsel psikoloğum. Yani çok sayıda çocuğu gözlemleme şansım oldu. Konuşurken, oyun oynarken, tartışırken, yemek yerken, ders çalışırken… Ve sonunda şunu anladım: Çocukları yetişkinlerden ayıran şey, ne onların bilgisizlikleri ne de becerilerinin eksikliği. Aradaki fark, onların muazzam keyif alma kapasiteleri. 3 yaşındaki bir çocuğun banyo küvetinde neleri batırıp neleri batıramadığını keşfetmenin zevki içinde nasıl kaybolduğunu düşünün. 5 yaşında bir kızın en iyi arkadaşıyla birlikte anlamsız kelimeler dizilerini bir araya getirmekten duyduğu heyecanı ya da 11 yaşında bir çocuğun elindeki çizgi romana kendini nasıl tamamen verdiğini düşünün. Bir çocuğun kendini bir şeye tamamen verme becerisi ve bundan yoğun bir zevk alması, yetişkinlerin yaşamlarının geri kalan kısmını bunu tekrar hatırlamaya çalışarak geçirdiği bir şeydir.

mutsuz okul

Bir arkadaşım bana şöyle bir hikaye anlatmıştı: Bir gün 7 yaşındaki oğlunu futbol antrenmanından almaya gittiğinde, oğlu onu mahzun bir yüzle ve morali bozuk bir şekilde karşılamıştı. Antrenörü onu antrenmana dikkatini vermediği ve odaklanmadığı için azarlamıştı. Küçük çocuk okuldan arabaya, başı öne eğik ve omuzları sarkık bir şekilde yürümüştü. Çok üzgün görünüyordu. Ama tam araba kapısına gelmişti ki aniden durdu, kaldırımın üzerindeki bir şeye dikkatle bakmak için çömeldi. Yüzünü iyice yere yaklaştırdı ve sonra müthiş bir coşkuyla bağırdı: “Baba, buraya gel. Bu hayatımda gördüğüm en acayip böcek! Sanki bir milyon tane ayağı var. Şuna bak. Bu muhteşem.” Kafasını kaldırıp babasına baktı. Yüzünden enerji ve sevinç fışkırıyordu. “Burada bir dakika daha kalamaz mıyız? Bütün bu ayaklarla neler yaptığını anlamak istiyorum.”

Bu tür anlara yönelik geleneksel bakış açısı şudur: Genç olmanın verdiği sevimli ama yersiz hareketler… Azim, yükümlülük ve pratiklik gibi daha önemli niteliklere yer açmak için bir kenara itilmesi gereken şeyler… Oysa bunun gibi anlar, yetişkinlerin hayatlarının kalan yıllarını arayarak geçirdikleri, kendini bir şeye yoğun olarak verme ve keyif alma anlarıdır. Sigmund Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları isimli “başyapıtında” çocukluğu şöyle tarif ediyor: Zevke ulaşmak için ilkel dürtülerini dengelemenin ve bir grubun parçası olmanın artan ihtiyacı ile acıyı engellemenin dönemi. Freud’un bu denemesinden sonra yapılan her araştırma, onun haklı olduğunu gösterdi. İnsan hayatları, keyfi deneyimleme arzusuyla yönetiliyordu. Eğitimli olmak, keyiften vazgeçmeyi gerektirmemeli, aksine yeni şeylerden keyif almayı sağlamalıydı: Örneğin küçük oyuncaklarla oynamak yerine roman okumak, banyo küvetine kaseleri batırmak yerine deneyler yapmak ve saçma kelimeleri peş peşe dizmek yerine ciddi konular hakkında tartışmalar yapmak. Okullar çocuklara, keyfin sürekli kaynakları olan şeyleri yapmanın yeni ve daha yetişkin yollarını bulmalarına yardım etmeli: Sanat çalışmaları yapmak, arkadaş edinmek, karar vermek.

Bir çocuğun keyif alma becerisini bir kenara itmektense, onu geliştirmek bu kadar da zor olmamalı. İhtiyacımız olan şey eğitim dünyasının zihniyetinde bir değişim yaratmak. Çocukların boyunlarını eğmeye çalışmak yerine neden onların anlamlı ve üretken aktivitelerden zevk almalarını sağlamaya odaklanmıyoruz? Örneğin bir şeyler tasarlamak, başkalarıyla birlikte çalışmak, fikirler keşfetmek ve problemler çözmek gibi. Tüm bunlar, zaten kolayca cazibesine kapıldıkları ve zevk aldıkları şeylerden çok da farklı değil.

Bu görüşü küçümseyip bir kenara atmadan ya da yoksulluğun, düşük akademik başarının ve yüksek okul bırakma oranlarının olduğu bir ülkede keyfin fazla pahalı bir zevk olduğunu söylemeden önce tekrar düşünün. Okul ortamları ne kadar ciddi olursa, eğitimde başarı kazanmak için keyif o kadar önem kazanır.

ödev sendromu

Öğretmenlerin verdiği ödevlerin ve koydukları kuralların çoğu, elbette yöneticilerinin baskısıyla, zevke ve keyfe genellikle yeterlik ve sorumluluğun düşmanı olarak bakarlar. Çocukların sınıfta konuşmaması gerektiği çünkü bunun sınıf içi çalışmayı böldüğü varsayımıyla hareket ederler. Onlara göre çocuklar keyfi ertelemeyi öğrenmeli, çünkü ancak bu şekilde üniversiteye gitmek gibi soyut hedeflere ulaşabilirler. Sıkılmaya tahammül etmeyi öğrenmeliler, böylece ileride sıkılma konusunda çok daha iyi olurlar.

Bu, çocuklara davranmanın sadece kasvetli ve korkunç bir yolu değil, aynı zamanda eğitimsel açıdan da tamamen anlamsız bir yoldur. Uzun yıllardır yapılan araştırmalar bize şunu gösterdi: Okulda beceri ve gerçek bilgi kazanmak için çocukların öğrenmeyi istemesigerekiyor. Bir çocuğu yerinde oturmaya, ödev yapmaya ya da küme  çalışması yapmaya zorlayabilirsiniz. Ama bir insanı dikkatli düşünmeye, kitaplardan zevk almaya, karmaşık bilgileri kavramaya ya da öğrenmeye karşı ilgi geliştirmeye zorlayamazsınız. Bunun olmasını sağlamak için çocuğun öğrenmeden zevk almasına ve okulu bir keyif kaynağı olarak görmesine yardım etmelisiniz.

Yetişkinler öğrenme hakkında sanki tıptan konuşur gibi konuşurlar: Tatsız ama senin için iyi ve gerekli bir şey. Neden öğrenmeyi sanki yemekmiş gibi düşünmeyelim ki? İnsanlar için o kadar değerli ki, onu zevk alınacak bir deneyime dönüştürdüler. Neden aynı şeyi öğrenme için de yapmayalım ki? Bırakın çocuklar öğrenmeyi çok sevdikleri için öğrensinler. İnsanların bilgiye olan açlığının ne kadar doğal olduğunu görmek istiyorsanız, iki yaşında konuşmaya çalışan bir çocuğa bakın. Ve sonra okulda, çocukların öğrenmeden duydukları bu doğal hazzı geliştirmelerine yardım edin.

Eğitim, çocukların keyif duygusunu yok etmemeli ya da okul sonrası hayata ertelememeli. Bir çocuğun yaşam koşulları ne kadar zorsa, o çocuk için sınıfında keyif duygusu yaşaması o kadar önemlidir. Keyif ya da zevk kötü kelimeler değildir. K12 eğitiminin hedeflerine karşı gelen ahlaki değerler de değildir. İşin aslı, eğitimin olmazsa olmazlarıdır.

Kaynaklar :

Yazının orjinali: www.theatlantic.com

Bu yazı ilk olarak www.egitimpedia.com internet sitesinde yayınlanmıştır.