Bir Barış Bıçakçı Başlangıç Kitabı: Baharda Yine Geliriz

8 ocaktan itibaren raflara çıkacak Seyrek Yağmur’u bekleyeduralım, bu süre içerisinde bir başlangıç kitabı önermesiyle Baharda Yine Geliriz’i konuşalım dedik.

 

Dingin, aydınlık ve buna rağmen karmaşık ve bulanık metinlerin yazarı Barış Bıçakçı. Gerek üretim yoğunluğu, gerek özgün bir biçimde inşa edebildiği üslubu gerekse pek dışa kapanık ve çekingen profiliyle okuyucularının gözünde ayrıksı bir yer edinebilmiş çağdaş bir yazarımız.

Bıçakçı, “Herkes Herkesle Dostmuş Gibi” adlı ilk bireysel çalışması ve hemen ardından gelen “Veciz Sözler” ile edebiyat ortamımıza sessiz sakin bir giriş yaptı. Zaman geçtikçe üretim yoğunluğunu ve niteliğini düşürmeyen Bıçakçı, günümüzde yedi cilde sığdırdığı öykü ve romanlarıyla geniş bir okuyucu kitlesine sahip. Öyle ki gelecek hafta raflara çıkacak son kitabı “Seyrek Yağmur”, daha şimdiden kapak tasarımı nedeniyle tartışma konusu oldu.[1] 8 ocaktan itibaren raflara çıkacak Seyrek Yağmur’u bekleyeduralım, bu süre içerisinde bir başlangıç kitabı önermesiyle “Baharda Yine Geliriz”i konuşalım dedik.

Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte yayımladığı iki şiir kitabından sonra Bıçakçı öykü ve roman üzerine bireysel çalışmalara yöneldi. İlk zamanlar pek dikkat çekmeyen yazarın zaman içerisinde kalıplaştırdığı kendi kurgu atmosferi onu geniş kitlelerce tanınır hale getirdi. 2004 yılında yayımlanan ve okuyucular tarafından büyük bir beğeniyle karşılanan “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” adlı romanı, genç yaşta kaybettiğimiz yetenekli yönetmen Seyfi Teoman tarafından 2011 yılında beyaz perdeye uyarlandığında Barış Bıçakçı ülke genelinde tanınan ve takip edilen bir yazardı.

[supsystic-gallery id=’30’ position=’center’]

Bıçakçı’nın metinleri genellikle aynı atmosferin içerisinde dolanan ortaklıklara sahip karakterlerle bezelidir. Yazarın değişmeyen coğrafyası, aynı zamanda yaşadığı kent olan Ankara’dır. Kimi zaman bir metro istasyonu, kimi zaman çoğaldıkça eskiyen aparmanlar, kimi zaman bir askeriyenin yatakhanesi kimi zamansa bir köy. Ama ya Ankara’nın içerisinde barınan ya da onun biraz dışarısında bir gözü Ankara’ya dönük mekânlardır bunlar. İnsanların ortaklığı ise sıradanlıklarıdır. Adım attığımız nefes aldığımız her yerde, hatta aynanın tam karşısında gördüğümüz o sıradan insanın günlük telaşları, sıkıntıları, neşe ve endişeleri. Bu duygular içerisinde hareket eden sıradan insanların tüm karmaşasını yine aynı sıradanlığın getirdiği sakinlikle metne işleyebilmiştir Bıçakçı. Baharda Yine Geliriz’in sonlarına doğru yazarın kendi satırlarından da okuyabiliyoruz onun yazarlığını;

“Eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığında bir matematiği var. Sıradanlık bu olmalı: Bütün karşıtlar birbirini götürüyor. Başka ne söyleyebilirim ki size?” [s.109]

Baharda Yine Geliriz, alışageldiğimiz beklediğimiz Bıçakçı atmosferi ve karakterleriyle bezeli bir öykü kitabı. Yazarın satır aralarından okuyucu zihninde derin gedikler açmak üzere haykıran cümlelerle dolu kısa öyküler barındırıyor içerisinde. İlk satırla birlikte çoktan başlamış bir süregelmişliğe kaptırıp bırakıyoruz kendimizi; “Durakta Mahir’e rastladım. O da sarhoş. Son otobüsü kaçırmışız.” [s.11] Bitmekte olan güne ve yaşananlara dair hiçbir şeyin önemi yoktur artık. İki tanıdık insanın (belli ki) evlerine ulaşma çabalarıdır tek göreceğimiz.

Bu sakinlik içerisinde seyreden öykülerin ardından bir Şehir Rehberi çıkar karşımıza. İki öykü de bir Şehir Rehberi başlığıyla yazılmış kısa metinler kitabı bir nevi bölümlere ayırır. Adı geçmese de farkındayızdır Ankara’dan bahsedildiğinin. “Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü?” [s.15] sorusuyla başlayan rehber parçaları okuyucu gözünü irili ufaklı şehir manzaralarına çevirir ve metinler arasındaki seyrini yavaşlatır.

Henüz Barış Bıçakçı okumamışlar yahut şu hengameli kış günlerinde biraz zihnini dinlendirmeyi düşünenler için Baharda Yine Geliriz iyi bir başlangıç kitabı. İyi okumalar.

Kirkor Cezveciyan

 

Buradan indirebilirsiniz.

42. Uluslararası Silifke Kültür Haftası etkinlikleri başladı

silifkede-kultur-haftasi-basladiMERSİN’in Silifke İlçesi’nde 42’inci Uluslararası Silifke Kültür Haftası etkinlikleri coşkulu başladı. Bu yıl “Göksu Yılı” adı altında 42’si düzenlenen etkinlikler 26 Mayıs’ta son bulacak. Etkinliğin açılışında renkli görüntüler oluşurken, sanatçı Bengü büyük ilgi gördü.

Uluslararası Silifke Kültür Haftası etkinlikleri, okulların ve yurt dışından gelen misafirlerin oluşturduğu festival kortejinin halkı selamlamasıyla başladı. Halk Eğitim Merkezi önünde devam eden kutlamalara Silifke Kaymakamı Şevket Cinbir, Belediye Başkanı CHP’li Mustafa Turgut, CHP Mersin Milletvekilleri Aytuğ Atıcı, Ali Rıza Öztürk mülki amirler ve çok sayıda vatandaş katıldı. Silifke Belediye Başkanı Mustafa Turgut festivalin geçmişi hakkında bilgi verdi. Silifke Kültür Haftası’na 2000 yılından itibaren Silifke’nin kültürünü ve özelliklerini yansıtan isimlerin verilmeye başlandığını belirten Başkan Turgut şunları söyledi:

“Bildiğiniz gibi geçen yılı “Yörük Yılı” olarak isimlendirmiştik. Bu yılı ise “Göksu Yılı” olarak adlandırdık. Neden Göksu? Çünkü Göksu Silifke’mizin var olma sebebidir. Büyük İskender’in komutanı Selefkos Nikator, Göksu gibi Dicle ve Asi nehirleri etrafında da kendi ismiyle kentler kurmuştur. Bunlar içinde günümüze kadar gelebilen sadece Göksu etrafında kurulan Silifke’miz olmuştur. Göksu Deltası 15 bin hektar alana sahip olup, dünya çapında sulak alanların korunması için, 1971 yılında Ramsar’da imzalanan sözleşmeyle koruma altına alınmıştır. Deltada bu güne kadar 332 kuş türü tespit edilmiştir. Bu Türkiye’deki sulak alanlar arasında en büyük sayıdır.”

BENGÜ COŞTURDU

42’inci düzenlenen Silifke Kültür Haftası etkinliklerinin sunuculuğunu Vatan Şaşmaz yaparken, ilk gün Romanya Halk Oyunları ekibi, Mersina grubu ve Silifke Belediyesi Halk Oyunları ekibinin sahnede gerçekleştirdiği folklor gösterileri büyük alkış aldı. Festival programının ilk gecesine şarkıcı Bengü damgasını vurdu. Yaklaşık 2 saat sahnede kalan şarkıcı birbirinden güzel şarkılarını hayranları ile birlikte seslendirdi. Bengü, yoğun katılım karşısında memnuniyetini gizlemedi ve kendisini dinlemeye gelen herkese teşekkür etti.

Festival alanında kurulu Yörük çadırları ve stantlar da ziyaretçi akınına uğradı.

muzik-ogretmeni

Müzik dalında “iyi bir eğitmensiniz ve iş mi arıyorsunuz?” Buldunuz!

muzik-ogretmeniHem iddialısınız, hem işinizi iyi yaptığınızı düşünüyor, hem  enerji dolusunuz, hem de… Siz hala kapitalist ve sömürgeci kolejlerde mi çalışıyorsunuz? Size yazık! İnanın doğru söylüyoruz yani, vallahi bak!

Ailemize 2015-2016 eğitim dönemi için Nar Sanatlar için; yeni (kullanılmamış veya az kullanılmış ya da en azından az yıpratılmış) sanat ile ilgili dallarda öğretmenler/eğitmenlere ihtiyaç var. Lütfen aşağıdaki nitelikleri taşıyan ve anlayanlar başvursun.

Bir bakalım alınacak arkadaşlarda neler arıyormuşuz?

-TERCİHEN İNGİLİZCE BİLEN (Demiyoruz, diyemiyoruz demeye çalışsak dahi anlamı yok!)

Ama “bir dil bir insandır.” sözünden yola çıkarak bir dil biliyorsanız sizin adınıza seviniriz bizim için çok önemli değil. Çünkü literatürü takip dışında yapacağınız işle bir ilgisi yok. Fakat bu sıra irili ufaklı sadece yurt içine çalışan dille ilgisi olmayan tüm firmalar dahi İngilizce bilen eleman arıyor. Bir bildikleri olmalı. Biz onlar kadar bilemeyiz değil mi?

ARAŞTIRMACI, ÖĞRENMEYE AÇIK (Mümkün müdür ki? Bizce mümkün.)
O kadar işin arasında sizi eğitecek ne paramız, ne de zamanımız var. Mesleğinizle ilgili gelişmeleri iş saatleri dışında kendiniz araştırıp öğrenmek zorundasınız. Yani onca yılda sanatınızı, işinizi öğrenemediyseniz zaten araştırmasanız da olur aslında, hayatı ve şansı fazla zorlamamak lazım değil mi?

İNİSİYATİF SAHİBİ (Bu çok önemli öyle demeyin. Söylerken insanın ağzında kalabalık oluyor, deneyin valla bak! “binaenaleyh” istiyoruz!) 

Üstlerinden habersiz iş yapabilecek, ancak başarısız olursa canına okunmasına katlanabilecek…(Kesin bilgi yayalım) Ha hiç bir şey  sahibi değilseniz ve “özel mülkiyete” karşıysanız zaten “inisiyatif” sahibi de olmayın canım ne var yani!

SİSTEM OLUŞTURABİLEN (kendine ait bir sistem oluştur bize yeter)
ISO çalışmalarına başladık. Yazılacak 88 adet prosedür var. (Kağıda boğacağız sizi)(yok yok şimdilik şaka) yeter ki iş sistematiğiniz olsun. (Var değil mi?)

SORUMLULUK ALABİLEN
Vergi, sigorta müfettişleri bir usulsüzlüğü yakaladığında! “Valla üstlerimin bu işlemlerden hiç haberi yoktu, onlara danışmadan kendim yaptım…” diyebilecek, saflıkta olan demiyoruz, diyemiyoruz ama demek istiyoruz ki demeyeceğiz. Sanat ve vergi, sigorta usulsüzlük hımm bu maddeyi kimse yemez ama olsun. (olmaz deme hayatta her şey mümkün)

ERKEK ADAYLARIN ASKERLİĞİNİ YAPMIŞ OLMASI (Asker selamı veremiyorsanız sanat yapamazsınız!)
Kadınsanız askerlik yapmış olmanız gerekmiyor yani.( Ne! İsrailli misin?Olur olur tabü!) Tamam tamam askerlik yapmamışsa da olur ısrar etmiyoruz.

BİLGİSAYAR KULLANABİLEN 
Valla geçen gün müdür dersliklere bilgisayar koysak mı demişti, ya koyarsa.(Tedbirli olmak lazım, hem ders esnasında sosyal medyayı boş bırakmaya gemez muhakkak bir şeyler paylaşmak lazım. Değil mi?)

KARİYER OLANAKLARI SUNAN ŞİRKETİMİZ

Başlangıç ücreti olarak piyasanın altında veriyoruz(!)-sahi alt neresi , üst neresi?-, ama burada gece yarılarına kadar çalışıp yöneticilerin de gözüne girerseniz sizi terfi ettirebiliriz.  ( Mesela gitar telinden sorumlu gitar eğitmeni, Keman yaylarından sorumlu yaylanmayan keman şefi gibi)

SEYAHAT ENGELİ OLMAYAN 
Altınıza bir araba vereceğiz, o şehir senin, bu kasaba benim deli dana gibi dolaşacaksınız. Evliyseniz sorun olabilir, isterseniz eşinize bir danışın.Ya da hiç danışmayın, bu sizin için iyi bir fırsat olabilir. Artık ona siz karar verin. Çünkü şehir, hatta inanın ülke dışından bile arayıp sanat dersleri isteyenler var inanmıyorsanız gelin çalışanların telefon ile yaptıkları konuşmaları dinleyin. Tüm ihtimali düşünerek seyahat engeli falan olmasın hem havası var dedik. Kötü mü yaptık yani?

B SINIFI –Olmazsa A-Z arası herhangi bir sınıfta olabilir– SÜRÜCÜ BELGESİNE SAHİP (neyi nerenize süreceksiniz vallahi bizde bilmiyoruz!) 

Size araba vereceğiz ama şoför veremeyeceğiz en kötü ihtimalle araba lastiği veririz (Yani bunu da hatırınız için veririz, sanat eğitimiyle araba isteğiniz yan yana şık durmaz mı?). Uzun yola alışıksınızdır umarız. Malum kurum dışında önümüze gelene sanat eğitimi veriyoruz, bakkala falan gönderiyoruz. Olur mu olur!

İNSAN İLİŞKİLERİNDE BAŞARILI 
Şirketimizde herkes birbiriyle kavgalı, kimse kimseyle geçinemiyor. Bir de sizle uğraşmayalım. Üst yönetimin hoşuna gidebilecek şeyleri yapabilen, yalakalık becerileri gelişmiş. Dedikodunun dibine vuran kişilere acayip ihtiyacımız var. he vallahi hee!

İKNA KABİLİYETİ OLAN 
Öğrenci ve velilerimiz kalitesiz ve seviyesiz sanat eğitimini daha pahalıya almaya razı ettikten sonra derslikte hiçbir şey yapmayıp yayılacak ve sosyal medyanın dibine vuracak hatta dersteyken yaptığı skorları veli ile paylaşacak onu bunu beğenecek, (burada sosyal medya uzmanlığı devreye giriyor) dersten çıkınca veli ve müdürü bu konuda ne kadar iyi eğitim verdiğine ikna edebilecek kadar ikna kabiliyeti şart. ( Bu madde BİLGİSAYAR KULLANABİLEN maddesiyle de ilişkili galiba)

ANALİTİK DÜŞÜNEBİLEN 
Ne bütçeyi tutturabiliyoruz, ne de muhasebe hesaplarını. Her şey arap saçına döndü. Biri bizi bu durumdan kurtarsın. Bu da olsa olsa sanat eğitmenleridir zaten. Hadi şimdi analitik düşünelim fakat önce … unuttum!

TERCİHEN YÜKSEK LİSANS, DOKTORA VE ÜSTÜ, KONUSUNDA EN AZ 20 YIL DENEYİMLİ 30 YAŞINI AŞMAMIŞ. ”  (Süperman neredesin?)
Oha demeyin! Aslında ne istediğimizi biz de tam bilmiyoruz, bu özelliklere sahip aday bulabilir miyiz onu da bilmiyoruz. Ama müdürümüz yazın havası olur “dedi. Ama bak vallahi  ilan havalı oluyor. Yalan mı ha, yalan mı?

GENEL KONULARI DA EKLEYELİM…

Tercihen muhasebe bilen, finansal analiz, istatistik, CAT, proses, kaynak,demir doğrama,  reanimasyon,MS Project, PMP Sertifikasına sahip, kalıpçı, amuda kalkabilen, CNC Router, Frezeci,  olursa off ki off dadından yenmez !)

Şimdi bunları niye istiyoruz diye bir sorun hele! Çekinmeyin sorun yaa! Sizi tam olarak nerede kullanacağımızı veya bunları neden istiyoruz muhasebe ne alaka pmp nedir CAT n’oluyor biz de bilmiyoruz. Ne kadar çok vasfınız olursa o kadar iyi… Hele bir siz işe başlayın. Gerisini sonra düşünürüz. Ha unutmadan büro makinelerini ve inşaat makinelerini da kullanırsa bi dalda biz alırız yani!

Daha yazardık ama yer kalmadı şimdilik bunlarla idare edelim.

Haydi bakalım bu şartlar dahilinde

Not: M.E.B.’a  Bağlı olmamızdan  dolayı (biliyorsunuzdur fakat biz yine de yazalım) elbette ilgili okul mezunu olunması gerekmektedir.

  • Sahne sanatları
  • Görsel sanatlar
  • Müzik dallarında

Öğretmen/Eğitmenlik için hemen başvurun ama sadece lütfen e-mail ile. 

Mail adresimiz:  [email protected]

Kulaktan Kulağa Dilden Dile Öyküler Yarışması

kulaktan kulağa dilden dile öyküler afişTürk Kulak Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Derneği tarafından düzenlenen “Kulaktan Kulağa Dilden Dile Öyküler Yarışması” açıklandı.

YARIŞMA KURALLARI

  1. Yarışma herkesin katılımına açıktır. Her yaş ve meslek kümesinden konuya ilgi duyanlar yarışmaya katılabilir.
  2. Öykülerin konusu her türlü kulak, burun ve boğaz hastalıklarıyla ilgili olmalıdır.
  3. Yazılacak öykü bir hikâyenin temel unsurlarını (Olay, yer, zaman ve kişi) içermelidir.
  4. Yarışmaya katılan öyküler hiçbir yerde yayımlanmamış ve ödül almamış olmalıdır.
  5. Başvuru için öykü ve kimlik dosyası olmak üzere elektronik ortamda iki dosya [email protected] adresine gönderilmelidir. Başvurular sadece elektronik ortamda kabul edilecektir.
  6. Öykü dosyası: Öyküler Microsoft Office Word programıyla A4 kağıt boyutunda, bir buçuk satır aralığıyla, 12 punto, Times New Roman karakteriyle beş sayfayı geçmeyecek şekilde yazılmalıdır. Gönderilecek öyküyü içeren MS Word dosyasının adı öykünün adı olmalıdır.
  7. Kimlik dosyası: Öykü yazarının “adı-soyadı, yaşı, cinsiyeti, mesleği, telefon numarası, e-posta adresi, posta adresi ve yaşadığı il” bilgilerini içermelidir.
  8. Yarışmanın son başvuru tarihi 1 Eylül 2015 tarihidir.
  9. Sonuçların resmi duyurusu 28 Ekim-1 Kasım 2015 tarihlerinde yapılacak olan 37. Türk Ulusal Kulak Burun Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Kongresinde ilan edilecek ve ödüller verilecektir.
  10. Kişiler sadece bir öykü ile yarışmaya katılabilirler.
  11. Ödül olarak:
  • Birinciye: 2.500 TL
  • İkinciye: 1.500 TL
  • Üçüncüye:  1.000 TL

değerinde çek verilecektir.

  1. Şartnameye uymayan katılımcıların eserleri değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır.
  2. Yarışmaya katılan öyküler, gerek görüldüğü takdirde, telif hakları Türk Kulak Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Derneğinde olmak kaydıyla yazarın adıyla yayımlanabilecektir.
  3. Yarışmaya katılan yazarlara (Yayınları bastırılıp çoğaltılmış olsa da) telif ücreti veya ücret yerine geçecek herhangi bir karşılık ödenmeyecektir. Yalnızca öyküleri kitaplaşanlara, kargo bedeli tarafımızca karşılanmak kaydıyla, üç adet kitap hediye edilecektir. Yarışmaya katılan yazarlar eserleriyle ilgili telif haklarını Türk Kulak Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Derneğine devredeceklerdir.
  4. Değerlendirme jürisinde görev alan kişiler, bu kişilerle birinci dereceden kan bağı olanlar ile onların yakınları yarışmaya katılamazlar.
  5. Eserlerin yazımında Türk Dil Kurumu (TDK) Yazım Kılavuzu’na uyulmalıdır.
  6. Eserler milli ve manevi değerlere, genel ve evrensel ahlak ile insanlık ilkelerine uygun olmalıdır.
  7. Yarışmaya katılan eserlerin, intihal (çalıntı) olması, suç unsuru içermesi vb. durumlarda (yayınların) içindeki tüm bilgilerin hukuki ve cezai sorumluluğu yazarlarına ait sayılacaktır.
  8. İhtilaf halinde Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri yetkilidir.
  9. Yarışmaya katılanlar yukarıdaki şartları kabul etmiş sayılacaktır.
  10. Yarışmayla ilgili her türlü duyuru www.kbb.org.tr adresinden ilan edilecektir.

” En iyi sanat eğitimini” siz mi veriyorsunuz? Madem öyle gelin birlikte çalışalım!

Demek iddialısınız ve dalınızda en iyisi sizsiniz! O zaman neden bize hala başvurmadınız ki?

Siz hala kapitalist ve sömürgeci kolejlerde mi çalışıyorsunuz? Size yazık! İnanın doğru söylüyoruz yani, vallahi!

Solfej_ve_Nota_Bilgisi

Ailemize 2015-2016 eğitim dönemi için ve yeni şubelerimiz için yeni (kullanılmamış veya az kullanılmış ya da en azından az yıpratılmış) öğretmenler/eğitmenler arıyoruz siz de bizi arıyorsanız lütfen aşağıdaki nitelikleri taşıyan ve anlayanlar başvursun.

Bir bakalım alınacak öğreten/eğitmende neler arıyor, neler aramıyor muşuz?

TERCİHEN İNGİLİZCE BİLEN (Demiyoruz, diyemiyoruz demeye çalışsak dahi anlamı yok!)

Ama “bir dil bir insandır.” sözünden yola çıkarak bir dil biliyorsanız sizin adınıza seviniriz bizim için çok önemli değil. Çünkü literatürü takip dışında yapacağınız işle bir ilgisi yok. Fakat bu sıra herkes İngilizce bilen eleman arıyor. Bir bildikleri olmalı.

ARAŞTIRMACI, ÖĞRENMEYE AÇIK (Mümkün müdür ki?)
O kadar işin arasında sizi eğitecek ne paramız, ne de zamanımız var. Mesleğinizle ilgili gelişmeleri iş saatleri dışında kendiniz araştırıp öğrenmek zorundasınız. Yani onca yılda sanatı öğrenemediyseniz zaten araştırmasanız da olur aslında, hayatı ve şansı fazla zorlamamak lazım değil mi?

İNİSİYATİF SAHİBİ (Bu çok önemli öyle demeyin. Söylerken insanın ağzında kalabalık oluyor, deneyin valla bak!

“binaenaleyh” istiyoruz!) 

Üstlerinden habersiz iş yapabilecek, ancak başarısız olursa canına okunmasına katlanabilecek…(Kesin bilgi yayalım)

SİSTEM OLUŞTURABİLEN (kendine ait bir sistem oluştur bize yeter)
ISO çalışmalarına başladık. Yazılacak 88 adet prosedür var. (Kağıda boğacağız sizi)(yok yok şimdilik şaka)

SORUMLULUK ALABİLEN
Vergi, sigorta müfettişleri bir usulsüzlüğü yakaladığında! “Valla üstlerimin bu işlemlerden hiç haberi yoktu, onlara danışmadan kendim yaptım…” diyebilecek, saflıkta olan demiyoruz, diyemiyoruz ama demek istiyoruz ki demeyeceğiz. Sanat ve vergi, sigorta usulsüzlük hımm bu maddeyi kimse yemez ama olsun. (olmaz deme hayatta herşey mümkün)

ERKEK ADAYLARIN ASKERLİĞİNİ YAPMIŞ OLMASI (Asker selamı veremiyorsanız sanat yapamazsını)
Kadınsanız askerlik yapmış olmanız gerekmiyor yani.( Ne! İsrailli misin?Olur olur tabü!)

BİLGİSAYAR KULLANABİLEN 
Valla geçen gün müdür dersliklere bilgisayar koysak mı demişti, ya koyarsa.(Tedbirli olmak lazım)

KARİYER OLANAKLARI SUNAN ŞİRKETİMİZ

Başlangıç ücreti olarak piyasanın altında veriyoruz, ama burada gece yarılarına kadar çalışıp yöneticilerin de gözüne girerseniz sizi terfi ettirebiliriz.  ( Mesela gitar telinden sorumlu gitar eğitmeni, Keman yaylarından sorumlu yaylanmayan keman şefi gibi)

SEYAHAT ENGELİ OLMAYAN 
Altınıza bir araba vereceğiz, o şehir senin, bu kasaba benim deli dana gibi dolaşacaksınız. Evliyseniz sorun olabilir, isterseniz eşinize bir danışın.Ya da hiç danışmayın, bu sizin için iyi bir fırsat olabilir. Artık ona siz karar verin. Çünkü şehir, hatta inanın ülke dışından bile arayıp sanat dersleri isteyenler var inanmıyorsanız gelin çalışanların telefon ile yaptıkları konuşmaları dinleyin. Tüm ihtimali düşünerek seyahat engeli falan olmasın havası var dedik. Kötü mü yaptık yani?

İNSAN İLİŞKİLERİNDE BAŞARILI 
Şirketimizde herkes birbiriyle kavgalı, kimse kimseyle geçinemiyor. Bir de sizle uğraşmayalım. Üst yönetimin hoşuna gidebilecek şeyleri yapabilen, yalakalık becerileri gelişmiş. Dedikodunun dibine vuran kişilere acayip ihtiyacımız var. he vallahi hee

İKNA KABİLİYETİ OLAN 
Öğrenci ve velilerimiz kalitesiz ve seviyesiz sanat eğitimini daha pahalıya almaya razı ettikten sonra derslikte hiçbir şey yapmayıp yayılacak ve sosyal medyanın dibine vuracak hatta dersteyken yaptığı skorları veli ile paylaşacak onu bunu beğenecek, dersten çıkınca veli ve müdürü bu konuda ne kadar iyi eğitim verdiğine ikna edebilecek kadar ikna kabiliyeti şart.

ANALİTİK DÜŞÜNEBİLEN 
Ne bütçeyi tutturabiliyoruz, ne de muhasebe hesaplarını. Her şey arap saçına döndü. Biri bizi bu durumdan kurtarsın. Bu da olsa olsa sanat eğitmenleridir zaten hadi şimdi analitik düşünelim.

TERCİHEN YÜKSEK LİSANS MEZUNU, İNGİLİZCEYİ ANA DİLİ GİBİ KONUŞABİLEN, KONUSUNDA EN AZ ON YIL DENEYİMLİ, ASKERLİĞİNİ YAPMIŞ, 30 YAŞINI AŞMAMIŞ.”  (Süperman neredesin?)
Oha demeyin! Aslında ne istediğimizi biz de tam bilmiyoruz, bu özelliklere sahip aday bulabilir miyiz onu da bilmiyoruz. Ama müdürümüz yazın havası olur “dedi. Ama bak vallahi  ilan havalı oluyor. Yalan mı ha yalan mı?

B SINIFI SÜRÜCÜ BELGESİNE SAHİP (neyi nerenize süreceksiniz vallahi bizde bilmiyoruz!) 

Size araba vereceğiz ama şoför veremeyeceğiz en kötü ihtimalle araba lastiği veririz (Yani bunu da hatırınız için veririz sanat eğitimiyle araba isteğiniz yan yana şık durmaz mı?). Uzun yola alışıksınızdır umarız. Malum kurum dışında önümüze gelene sanat eğitimi veriyoruz, bakkala falan gönderiyoruz. Olur mu olur!

TERCİHEN MUHASEBE VE / VEYA İNGİLİZCE BİLEN ( şimdi şöyle İngilizceyi önceki maddede ve daha yukarıda yazdık ama bir de muhasebe olursa off ki off dadından yenmez !)
Şimdi bunları niye istiyoruz diye bir sorun hele! Çekinmeyin sorun yaa! Sizi tam olarak nerede kullanacağımızı veya bunları neden istiyoruz muhasebe ne alaka bizde bilmiyoruz. Ne kadar çok vasfınız olursa o kadar iyi… Hele bir siz işe başlayın. Gerisini sonra düşünürüz. Ha unutmadan büro makinelerini ve inşaat makinelerini da kullanırsa bi dalda biz alırız yani!

Daha yazardık ama yer kalmadı şimdilik bunlarla idare edelim.

 

Haydi bakalım bu şartlar dahilinde

  • Sahne sanatları
  • Görsel sanatlar
  • Müzik dallarında

Öğretmen/Eğitmenlik için hemen başvurun ama sadece lütfen e-mail ile. 

Mail adresimiz:  [email protected]

Piyano Hakkında Bilinmeyenler

piyano-kursuPiyano aslında sanat ve müzik dünyasının en önemli enstrümanlarından birisidir. Sanatın tüm dalları ile ilgilenen kişilerin sözel, davranışsal, duygusal, ruhsal ve sosyal davranışları diğer kişilere oranla daha etkileyicidir.

Enstrümanlar içinde ana enstruman diyebileceğimiz Piyano hakkında bilinmeyenleri sizler için derledik.

  • Hiç bir solo çalgı piyanonun gücüne sahip değildir. Piano, parmağın dokunuşuna anında yanıt verir.
  • Geniş ton aralığından ötürü piyanoya “Enstrümanların Kralı” denir.
  • Bir piyanonun klavyesi 88 tuşa sahiptir.
  • Satılan en pahalı piyano 1,2 milyon dolara satılan Steinway Grand’dir.
  • Birçok müzik okulunda ana enstrüman olmasa bile piyano zorunlu bir çalgıdır.
  • Bir piyanist, ister tek başına, ister bir orkestra eşliğinde olağanüstü bir müzik gerçekleştirebilir. Henüz keşfedilmemiş bir yetenek.
  • Piyano’nun verebildiği en kalın ses ‘La’ sesidir ve bütün piyanolarda bu sesi veren telin boyu 2 metre kadardır.
  • Piyanoda ses, tellere vuran çekiçler sayesinde ortaya çıkar.
  • Asıl adı “Piyano e forte” olan piyanoyu Floransalı Bartolomeo Cristofori 1711 yılında icad etmiştir.
  • Piyano 220-230 telden oluşur ve her tel 76 kilo ağırlığı çeker. Tüm teller toplamda 18-20 ton çekebilir.
  • Piyano 12.000’e yakın parçadan oluşur ve bunların 10.000 tanesi ses çıkarmak için hareket eder.

Piyano Kursumuza 4 yaşından itibaren herkes katılabilmektedir. Piyano dersleri hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Sanatın tüm dalları hakkında akademik bilgilere ulaşabilmeniz de mümkün. Tıklayınız.

Piyano hakkında size yol gösterecek bir kaç bilgi. Tıklayınız.

Piyano Kursu Öğrencilerimizin Piyano Sınıfında Çalışmalarından Örnekler. Tıklayınız.

Çocuklar için Piyano Eğitimi nedir ne değildir? Tıklayınız.

Tüm bu konularda bize ulaşmanız mümkün. Hemen arayın: 0212 570 8068 – 0530 880 71 80

 

 

 

Eflatun (platon)’a ait Aforizmalar

Bugüne yakışacak aforizmalar  Eflatun (platon)’a ait Aforizmalar. Buyrun size felsefe ve aforizma.

platon-eflatun

*    Akıllı adamlar söyleyecek sözleri olduğu için, aptallar illa konuşmak zorunda oldukları için konuşurlar.
*    Doğru düşünce bilgidir.
*    Bilginin elde edilmesi, bizi iyiye ulaştıracaktır.
*    Mutluluk bilgi ile kazanılır.
*    Boş bir kafa, şeytanın çalışma odasıdır.
*    Bilge insanlar konuşurlar çünkü söyleyecek bir şeyleri vardır. Aptal insanlar konuşurlar çünkü bir şey söylemek zorundadırlar.
*    Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekanın kullanılmasıdır.
*    Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır.
*    Bir insan tanrıların varlığına hiç inanmasa da, eğer aynı zamanda dürüst bir mizacı varsa, böyle kişiler insanlardaki kötülükten nefret eder; yanlışlıklara karşı olan nefretleri, onları yanlış işler yapmaktan uzaklaştırır; haksızlıktan kaçınırlar ve namuslu yaşarlar.
*    Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.
eflatun-platom*    Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür.
*    İnsanın kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür.
*    Kendini bilmek ruhunu bilmektir.
*    Gözlemle,dinle,sus,az yargıla,çok sor!
*    Yeryüzünde barışı sağlayacak sihirli değnek analarla öğretmenlerin elindedir. Eğitim demek, vücutta ve ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir.
*    Makamını kaybedersen üzülme! Güneş de her sabah doğar ve akşam batar.
*    Bir insanın akıllı olmasına bir şey dediğimiz yok. Yeter ki; aklını başkalarına kabul ettirmeye çalışmasın.
*    Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
*    Müziğini değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır.
*    Müziğin insanı götüreceği yer güzellik sevgisidir.
*    Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.
*    Kendini idare etmesini bilmeyenler, kendi yurttaşlarını yönetmek iddiasında bulunamazlar.
*    İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir.
*    Kendini yönetirsen dünyayı yönetecek gücü bulabilirsin
*    Bir zorba, ne zaman düşman ülkeyi işgalle veya anlaşmayla sustursa ve artık düşmandan korkacak bir şey kalmasa, tekrar bir başka savaşı başlatmalıdır ki insanlar bir lidere ihtiyaç duysun.
*    Şehir halkı huy ve tabiat itibariyle iyi olmadıkları zamanlarda istibdat idaresine ihtiyaç duyabilir. İdareci karakter itibariyle müstebitse istibdat ozaman kötülenebilir. Köleler ve kötüler için istibdat en üstün iyiliktir..Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s52
*    Devlet işleri, devlet içinde idare edenlerle idare edilenlerin yönetime katılmasıyla gerçekleşir. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s48
*    İnsanoğlu, bilgeliği sevenler siyasi gücü ellerine alana kadar veya siyasi gücü ellerinde tutanlar bilgeliği sevene kadar problemlerin bittiğini görmeyecek.(Sokrates haksız yere öldürüldükten sonra sarfettiği söz.)
*    Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.
*    Hak ve doğrulukla galip olan şahıs faziletli şahıs, hak ve doğrulukla galip olan şehir de faziletli şehirdir. Telhis 29
*    Oğullarım büyüdüğünde, dostlarım onları cezalandırmanızı istiyorum sizden; eğer servetini veya herhangi bir şeyi erdemden daha çok önemserlerse veya aslında hiçbir şey değilken bir şeymiş gibi davranırlarsa, hayatta göreceğiniz iş ne olursa olsun, erdem olmayınca elde edeceğiniz her şeyin, yapacağınız her işin sonunda utanç ve kötülük vardır.
*    Kötülüğün yolu yakındır kolay ulaşılır ona. İyiliğin önüne ise alınteri ve vicdanı koymuştur Tanrı.
*    Terbiyenin gâyesi, insanlarda bulunan kabiliyetleri geliştirmektir.
*    Beden terbiyesi ruhu eğitmek içindir. Bedenlerin doğrulup düzelmesi ruhun doğrulup düzelmesini sağlar. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s43
*    Güzel adetler kullanıldığı ölçüde pekişir, sağlamlaşır. şayet ihmal edilirse silinip gider. Gençler ve çocuklar bunu bilemez. Öyleyse bu onlara kabul ettirlip yaptırılır. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s39
*    İyi görüp beğenen yani düzgün insan kanuna sarılır. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s46
*    Kabilecilik ailecilik kanunsuzdur, fayda sağlamaz. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s46
*    Bir hüküm, bütün insanların aynı şekilde sarılması gereken şey değildir. Mesela ihtiyarın raksı gibi. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s40
*    Adet ve kanunlar iyilik ile kabul edilmelidir.İyilik ve fayda bundadır. Baskı ve kölelik yolu ile kabul ettirilmesi ile doğacak zarar sayılamaz.
*    Her şey de iyi kötü olabilir. Musıkide iyi olan; karakteri sağlamlaştıran, insanı cömertliğe ve cesarete, iyi ve faydalı ahlaka sevk eden musıki iyidir. TNE s.38
*    İnsana aklı kazandıracak olan şey yalnız ve yalnız edeptir.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s47
*    Edebini kaybeden kimse kötülükten zevk alır.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s47
*    Edep sahibi yalnızca iyiliklerden zevk alır.
*    Kanun sahibinin en önemli vazifesi; gayret gösterip edebi gerçekleştirmek ve yerleştirmektir.
*    Edep, devlet başkanları ve benzeri kişilerin tabiatına yerleşince bunu neticesi olarak iyilikler çoğalır, bunlar iyi olarak görülüp beğenilir. Böylece halk da bunların gerçek olduğuna inanır ve iyiliklerin kabulünde birleşir. İşte istenen istikamet budur.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s48
*    İdareciler edepli olmadıkları zaman hem kendi işleri hem de idareleri altında bulunanların işleri bozulur. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s48
*    Nefsin hastalığı kendisinde ilahi siyaset adabının bulunmamasıdır.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s48
*    İşlerin doğru düzgün yürümesi için şehrin halkına edepli bir başkan lazımdır.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s48
*    Devlet işleri içten gelen bir sevgi, edep ve kamil akıl ile yürütülmezse onun sonu ÇÖKÜŞ ve YOK OLUŞTUR.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s50
*    Hakikatte şehir bir yer veya insanlar topluluğundan ibaret değildir..Şehir olmanın gerekleri vardır.Bunlar:halkının kanun kabul eder olması gerekir.İlahi bir idarecisinin bulunması, halkınında  övülüp beğenilecek bir takım huyları bir takım adetlerini görülmesi, coğrafyasının halkın ihtiyaçlarını sağlayacağı zaruri şeylerin temininine imkan erecek elverişli tabiatı olmalıdır.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s51
*    Şehir halkı ne kadar iyi olursa , idarecileride o kadar çok ilahi vasıfta olur.Telhis-u Nevamis-ul Eflatun s52
*    Bilirken susmak bilmezken söylemek kadar çirkindir.
*    Her şeyin en mühim noktası, başlangıçtır.
*    Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
*    Görünen değişiyor, görünmeyen değişmiyor.
*    Felsefe, doğruyu bulma yolunda, düşünsel bir çalışmadır.
*    Beden ruhun mezarıdır…
*    Nefsinin öğretmeni, vicdanının öğrencisi ol.
*    Bir karenin kenarlarıyla köşegenlerinin rasyonel orantılı olmadığı gerçeğinden habersiz olan, insan sıfatına layık değildir.
*    Öğretmenlik her şeyden evvel bir tanrı sanatıdır.
*    Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın, yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.
*    Sadece ölüler savaşların sonunu görmüştür.
*    Bilinen bir şey hakkında araştırma yapmak gereksiz, bilinmeyen bir şey hakkında araştırma yapmak imkansızdır.
*    Eşcinsellik, barbarlar tarafından ve aynen büyük fikirleri kölelerinin öğrenmesi açıkça liderin işine gelmediği için felsefeyi sevmedikleri gibi, eşcinselliğin yaratma eğiliminde olduğu güçlü dostlukların ve ateşli aşkların da liderin işine gelmediği despot hükümetlerin yönetimi altında yaşayan insanlar tarafından ayıp karşılanır.
*    Nerede eşcinsel ilişkiye girmenin ayıp olduğu kaanati varsa, bunun suçlusu kısmen yasaların kötülüğü, kısmen yöneticilerin despotluğu ve kısmen yönetilenlerin korkaklığıdır.
*    Dost hem iyi görünen hem de iyi olan insandır.
*    Sorgulanmayan bir hayat, yaşanmaya değmez.

* İyi insanlar sorumlu davranmak için yasalara ihtiyaç duymazlar, kötü insanlar ise yasaları bir şekilde aşar.

 

Kaynak : narteks.net

Her çocuk özeldir. – (Taare Zameen Par) – Disleksi-

“Aptal çocuk, bunu bile mi anlayamadın, hiç kafan basmıyor senin”. Bu sözler size tanıdık geldi mi? Eminim bu yazıyı okuyanların bir çoğu evde ya da okulda bu veya buna benzer gurur kırıcı, utanç verici sözlere defalarca maruz kalmışlardır. Peki hiç düşündünüz mü ya o çocuk gerçekten aptal değil de sadece ona öğretme biçimimiz hatalı ise…

disleksili çocuk

Her çocuk özeldir ve her çocuk mutlaka öğrenir. Başarısızlığın sorumluluğu çocukta değil, onu kalıplara sığdırmaya çalışan okul, öğretmen ve hatta ağırlıklı olarak ebeveynlerdedir.

Evet eğitim sorunlarından bahsetmeyi severiz ve başarısızlığın nedenleri irdelenirken nedense kendimizde hiçbir sorun görmeden işin kolay tarafından okullara yüklenmeyi seçeriz. Zaten daha ne yapabilirdiniz ki, anaokulundan itibaren okul yükünü çektiniz, hatta belki de özel okulda okuttunuz, yetmedi özel dersle takviye aldırdınız, yetmedi dershaneye gönderdiniz…Bir kamyon yüküyle para harcadınız ama içinde yok çocuğun okumuyor zaten sistem kötü, ama sizin vicdanınız rahat…

Peki şimdi bir durup düşünün bakalım, kaçınız çocuğunuzun gerçek yeteneklerini keşfettiniz, öğrenmede yaşadığı zorlukların altında yatan temelleri araştırdınız. Farklı olmasınlar sakın. Onlarca çocuğun derdi olan ve arada kaynayıp giden bir hastalıktan bahsedeceğim size: Disleksi

Önce aşağıdaki yazıyı okumaya çalışınız. ..

disleksisiniz

 

Zorlandınız değil mi, o zaman sorun yok siz disleksi değilsiniz ama bu toplumun % 5 ile 7 arası yani ortalama 30 kişilik bir sınıftaki 2-3 öğrenci bu sorunla boğuşmakta.

Disleksi; okuma, yazma, akıl yürütme, dinleme, konuşma ve matematiksel becerilerin kazanılmasında kendini gösteren bir öğrenme bozukluğu olarak tanımlanmaktadır ve bu hastalığa sahip olanlara ‘dislektik’ denir. Yunanca kökenli bir sözcük olan disleksi  ‘kelime kullanımında yaşanan güçlük’ anlamına gelmektedir. Dislektik olan, yani öğrenme güçlüğü çeken kişiler harfleri birbiriyle karıştırır, okuyamaz, yazamazlar. Okuduklarını kısa süre sonra unutabilir, harflerin seslerini telaffuz etmede güçlük yaşarlar.

Bu çocuklar ve ebeveynleri eğitim hayatlarının ilk anlarından itibaren öğretmenlerinden, “Aslında çok zeki ama…” diye başlayan cümleleri defalarca dinlerler, hatta sıklıkla yaramazlık ve dikkatsizlikle eleştirilirler.

disleksi11

Disleksi, zihinsel bir yetersizlik değildir ve zeka ile ilişkisi yoktur. Hatta zeka düzeyi çok yüksek çocuklarda da görülmektedir. Disleksiklerin zeka düzeyleri  düşük olmadığı gibi özel yeteneklere de sahip olabilirler.

Hepimizin çok yakından tanıdığı Albert Einstein, büyük deha, okulda başarılı ama okuldan nefret eden bir çocuk. Bir disleksi olan Einstein’ın dediği gibi “Aslında herkes zekidir. Fakat bir balığı bir ağaca tırmanma kabiliyetine göre değerlendirirseniz tüm hayatını aptal olduğunu zannederek geçirir.”

Usta bir ressam, desinatör, bilim adamı ve düşünür olan Leonardo Da Vinci’de disleksiden muzdaripdir. Yazıyı tersten, aynadan görünüş imajıyla, yani sağdan sola doğru yazması ve el yazısının karmaşıklığı  ile bilinir. Bunun solak olan dislektiklerin çoğunda rastlanan bir davranış biçimi olduğu öne sürülür. Bitirdiği projelere yeni baştan başlaması da dislektiklerin karakteristik özellikleri arasında sayılmaktadır.

Sadece bu iki isim değil tabi ki, okuma öğrenme güçlüğü çekenler:

*Mozart
*Wright Brothers
*Cher
*Tom Cruise
*Walt Disney
*John Lennon
*Winston Churchill
*Henry Ford
*Stephen Hawkings
*Jules Verne
*Alexander Graham Bell
*Woodrow Wilson
*Hans Christian Andersen
*Nelson Rockefeller
*Thomas Edison
*Agatha Christie
*Whoopi Goldberg
*Rodin
*Dustin Hoffman
*Robin Williams
*Louis Pasteur
*Werner von Braun
*Dwight D.Eisenhower
*F. Scott Fitzgerald-Yazar
*Mariel Hemingway
*George Bernard Shaw
*Beethoven
*Carl Lewis
*Magic Johnson
*Sylvester Stallone

Şaşırtıcı bir liste değil mi, çoğu dahi olarak tanımlayabileceğimiz, başarılı insanlar…

Biraz bilgi ve çokça ilgi ile bu çocukları erken yaşta keşfetmemiz onlar ve toplum için çok şey değiştirebilir.

Taare Zameen Par

 

Evet yazının başlığı “Taare Zameen Par” 2007 yapımı bir filmden alınma. Harfleri sayıları algılama problemi yaşayan ve bu nedenle ailesi ve çevresi tarafından aptal muamelesi gören Ishaan adlı 8 yaşında bir çocuğun, doğru öğretmenle tanışana kadar yaşadığı mutsuzluğu ve çöküşünü anlatan, çocuğu olsun olmasın herkesin seyretmesi gereken ve bazen bir kişinin bile hayatını değiştirmenin karşılığının paha biçilmez olduğunu bize anımsatan bir film.

Yazıyı Ishaan’ın resim öğretmeni olan Ram Shankar Nikumbh ile İshaan’ın sert mizaçlı ve başarı odaklı babası arasında geçen bir replikle bitireyim…

“İlgi çok önemlidir. İyileştirme gücüne sahiptir. Acıya merhem olur. Çocuk ilgilenilmeyi ister. Kucaklamak, sevdiğinizi göstermek için yanağına kondurduğunuz bir öpücük. Oğlum seni seviyorum diyebilmek. Korktuğu zaman size sığınabilmesi. Kaydığı zaman, düştüğü zaman sizi yanında bulabilmesi güven verici. İlgilenmek.”

Yazan:  Sibel Çağlar

Kaynak : Dünyalılar

“Salaklık Bulaşıcı mı?” Evet mi Hayır mı?

Cevabı anlamak için mi buradasınız? Bir dakika bu konuya geçmeden durumu anlatayım size.Kitap incelemelerini okurken farklı bir isimle farklı bir konuyu işleyen bir kitaba rast geldim. Elbette henüz kitabı okumadım ama farklı sitelerden açıklamaları okuyunca ilginç budum ve sizlerle paylaşmaya karar verdim. İyi okumalar …

bulaşcı salaklık

 

İnsanın tarihi ilk insandan beri vardır. Tarihin ortaya çıkması insanlığın ortaya çıkmasıyla aynıdır. Neden bir tarih cümlesi kurarak yazıya başlama gerekliliği hissettim bunu daha sonra açıklayacağım. İnsanlığın tarihi, toplumların tarihi, susmanın tarihi, sözün tarihi… Bu gün her şeyin tarihinden biraz bahsedebilirsiniz. Çünkü ilk insandan bu güne çok insan gelip geçti ve herkes dünyada bir iz bırakarak kültür denilen olguya katkıda bulunarak uygarlıklar inşasına koyuldu. Bu gün hem kültürden hem de uygarlıktan bahsediyorsak; bireyselden toplumsala doğru bir inşa süreci geçirdiğimizin epifanik ifadesidir bu. Birey kendini kurdu ardından topluma girdi, toplumun yemeğini yedi, suyunu içti. Kendinden sonra toplumların kurulmasına yardımcı oldu. Uygarlıklar da bu toplumlar sonucunda büyüdü gelişti, serpildi. Kendini tarih sahnesine yerleştirmeyi başardı. Buna eklemlenme süreci dersek bu eklemlenme sürecini sade ya da normal seyrinde gerçekleştirmedi. Kendisiyle birlikte farklı durum ve olguları da getirdi. Her insanın bireysel özellikleri farklı olduğu için topluma entegre olması da farklılık gösterir. Toplum sonuçta bireylerin bir ara gelerek oluşturduğu bir yapıdır. Bu yüzden de bireylerden kısmi de olsa bir iz taşır.

Kuruluş olarak iki yere bakmamız lazım: birincisi toplumun bireyi kurması, ikincisi bireyin toplumu kurması. Birey toplumu kurarken kendinde olan özellikleri de topluma yaslar, toplum bireyi kurarken onda genelin istedi izlerin olmasını ister.

Salaklık Bulaşıcıdır

Bulaşıcı Salaklık Epidemiyolojisine Giriş isimli kitap “salaklık” kavramı üzerinden insanı sorgular ve getirdiği tanımlar dolayısıyla olaya bilimsel bir yaklaşım sergiler. Bulaşıcı Salaklık “zihinsel işlevlerde bozulmaya yol açan, hastanın ve hasta gurubunun doğal ve kültürel çevre içinde yaşamını sürdürme ve geliştirme yeteneğinin azalması ve/veya yitimiyle de sonuçlanabilen, kültürel temas yoluyla bulaşan, memetik kaynaklı bir zihin hastalığıdır.”(s.13) İnsanın kültür üretip toplumlaşma sürecinde uygarlığa eklemlendiğini ifade etmiştik. Bu eklemle bu yüzden masum bir eklemlenme değildir. Çünkü etki eden bir tepkimeye maruz kalır. “Benekler” denilen izler hem topluma hem de kendine nüfuz eder. Salaklık da bir çeşit benek olarak isimlendirilebilir. Bu daha çok “zihinsel işlevlerde bozulma” anlamında kullanılan bir benektir.

Salaklığın tanımı ve adı konusunda genel bir konsensüs yoktur. Akademik çevrelerce idiocity, sillinesgibi terimlerle karşılanırken Türkçe’de bu bir aşağılama sıfatı olarak kullanılmaktadır. Fevzi Demir, Tahsin Yücel’den yaptığı tanıma göre tipik bir salağın “önüne akan nehri akıp geçmesini beklemek” gibi bir tavrı vardır. Ona göre yine salaklık ” yanlış yapmak değil, yanlışa direnmek olduğundan kafatasının dar, kalın veya man olduğu ileri sürülmüştür.

Salaklık Kimlerde Görülür

Fevzi Demir bunu çok bilinen fakat çok fazla sorgulanmayan kavramlar üzerinden hareketle açıklar.
– “Salak doğdun, salak öleceksin“ci yaklaşım : buna göre insan dış ilişkilerle biçilendirilmeyendir
– “Bırakınız yapsınlar“cu yaklaşım : buna göre salaklık piyasada olan bir şeydir ve her malın bir alıcısı olur.
– “kızı keyfine bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya” tavrıdır. Bu düşünceye göre de salaklık öğrenilen bir şeydir ve davranışlarımızı oluşturan her şey zamanla öğrenilen şeylerdir.
Kitap için önemli bir kaynak Carlo M. Cipolla’nın Aptallığın Temel Yasaları’dır. Cipolla’ya göre dünyaya zekilerden çok salaklar yön vermiştir. Cipolla salaklığın kültürel dünyadaki durumuna ilişkin öngörüleri dikkat çekicidir. Salaklığın kimde görüldüğü konusu da çok geniş bir araştırma konusudur. Yaş, cinsiyet, meslek, ırk, renk ayrışmasında Cipolla’ya göre “aynı oranda” salak bulunmaktadır. Fevzi Demir ise bunu belli başlı başlıklar altında toplayarak kimlerde nasıl ve ne şekilde göründüğünü açık bir biçimde ortaya koymuştur.

Yaş başlığı altında salaklığın yaşa bağlı bir olgu olduğunu belirtmiş ve “Son araştırmalar salaklığın doğuştan değil, sonradan kültür içinde edinilen bir özellik olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu hastalık yetişkinlerce ve yetişkinlerin bulundukları ortamlarda çocuklara ve gençlere bulaşmakta ve bilinçsizce de olsa bulaştırılmaktadır.” s.32
Cinsiyet başlığında salaklığın cinsiyete göre de farklılık gösterebildiğini belirtmiş “son dönemdeki bilimsel araştırmalar ve özellikle feminist ve hatta bazı pos-feminist yaklaşımlar ise bu hastalığın eril uygarlığın bir ürünü olduğunu ısrarla ileri sürerek, fazlasıyla testesteron yüklü atmosfere dikkat çekmektedirler.” s.34

Medeni durumun bu hastalıktaki bağımlı-bağımsız değişkeni ise yazara göre “bekar, evli veya boşanmış olanların dışındaki bir kesimden bir değerlendirme alabilme olanağı teorik olarak mümkün olmadığından ve karşılıklı suçlama ve değerlendirmelerde her üç kesimde de yeterince salak bulunduğu anlaşıldığından medeni durumumuzun salaklık üzerinde doğrudan bir etki yaratmadığı söylenilebilir.”s.36

Milletlerdeki salaklık durumu ise “bu hastalıkla mücadele etme kapasitesine bağlı olarak değerlendirilir.”s.37 Ayrıca; din, şeytan, sınıf ve statü, rejim gibi alt başlıklarda salaklığın nerelerde ve kimlerde görüldüğü ayrıntılı bir biçimde sunulmuştur.

Bulaşıcı Salaklık bir eleştiriyi de içinde barındırır. Düzenlerin, sistemlerin, özellikle modern zamanların getirisi olan sözde “disipline edici” kurum ve kuruluşlarına eleştirel bir gözle bakarak bunların salaklığın üretim mekanizması olduğunu belirtmektedir. Çünkü modern devlet özgürleştirirken diğer yandan da disipline eder.

 

Devamı için kitabı alıp okumak lazım değil mi?

Bulaşıcı Salaklık
Epidemiyolojisine Giriş
Phoenix Yayınları
168 sayfa

İktidarın Yurttaş Kane Modeli | Ulus Baker & Ege Berensel

Yine sizler için araştırma yaparken daha önce paylaştığımız makalelerden adını tanıyacağınıza düşündüğümüz Ulus BAKER yazısına denk gelince yayınlamak istedim. İyi okumalar:  *Bu yazı 1999 yılı sonlarında Ulus Baker’le Yurttaş Kane filmi üzerine elektronik iletiyle yapılan tartışmalardan oluşturuldu. (Ege Berensell)

yurttaş-kane-afiş

 

1. İktidar ile “tutku” arasındaki bağın önemsizleşmesi Max Weber gibi birisini “rasyonelleşmenin”, iktidarın kimliksizleşmesinin modernlik sürecinin bir özelliği olduğunu varsaymaya götürmüştü. Michel Foucault da, aynı düşünceyi devam ettirerek “iktidarın deli ettiği” türün-den bir varsayımın “disiplin toplumlarının” ve “iktidar teknolojilerinin” yaygınlaştığı modern yaşamda artık tutulamaz olduğu fikrine varıyordu. Böylece kurumlar ve dayandıkları teknolojiler –fabrika, hastane, tımarhane, hapishane, kışla gibi yerlerde yoğunlaştıkları ölçüde—Michel Crozier’nin yerinde bir deyişiyle “artık insanların arzularına boyun eğmeyi bırakarak kurumların emrettiklerini yerine getirmeye başladığımız” iktidar çatılarına çoktandır dönüşmüş görünüyorlar.

Foucault böylece açıklamalarını asla “deli” falan olmayan, tam aksine aklın ve bilginin bütün olanaklarından faydalanan bilgi-iktidar mekanizmalarının varlığına bağlamakta gecikmeyecektir. Belki de Foucault’nun, “iktidar” ile “tutkular” arasındaki bağın çoktan çözülmüş olduğunu varsayması kendine ait özel nedenlere bağlıdır: özellikle deliliğin ve tutkusal insanın “söndürülen sesini”, işitilmeyeni bulgulamak uğruna yaptığı yoğun araştırma böyle bir varsayımı zorunlu kılıyordu onun için. İktidarın “arzulanır” bir şey olduğu doğrultusundaki günlük, olağan düşünce kuşkusuz bir Yurttaş Kane modelini gözler önüne getirecektir. Belki de Foucault ile birlikte Welles’den daha da öteye geçerek tutkuyu zaten “arzunun iktidarı” olarak yeniden tanımlamamız gerekir. Oysa modern kapitalizm arzuları da denetlemekte, yönlendirmekte daha az iktidar sahibi değildir –tüketim toplumu ideolojilerinin, iletişim kolaylıklarının ve günlük yaşamı kontrol eden “arzu rejimlerinin” ışığında da düşünmek zorundayız. Yurttaş Kane, evet, iktidar “sahibi” olabilmiştir… Ama tutkuları onun üzerinde muazzam, kaçamayacağı bir egemenlik kurdukları ölçüde… Ama biraz daha ilerlemek ve Yurttaş Kane’in tutkularının da (psikanalitik terimlerin baskısından biraz uzakta durursak) modern, endüstriyel kapitalizmin gereklerince nasıl kurgulandıklarını tahlil etmeye girişebiliriz. Böylece birey üzerinde “yoksulluğun iktidarından”, “atomlaşmış bireyliğin iktidarından”, “arzulanır şeylerin aristokratik iktidarından” bahsedebiliriz. Psikanalitik çözümlemelerin genellikle pek değerli kıldığı şu “Rosebud” sembolünün önemini yadsımıyoruz. Ancak onun da ne ise o olarak, yani Orson Welles’in dehası sayesinde bahsettiğimiz üç dereceli iktidarlar sisteminin kristalleşmiş bir metaforu olduğunu söyleyerek tanımlanması mümkündür. Yurttaş Kane tutkuludur ve film boyunca Spinoza’nın “tutkular fenomenolojisinin” programını aynen takip eder: Her şey bir “sevilme talebi”yle başlar. Bu talep, ikinci safhada bir tutkuya dönüşür. Oysa Spinoza’ya göre yalnızca tutkularımıza bağlı olarak yaşamayı sürdürdüğümüz sürece sevdiklerimizin, bağlandıklarımızın da bizi sevmesini isteriz. Bu aynı zamanda bir dışlayıcılığı da içinde taşımaktadır: yalnızca sevdiklerimize bağlanmamız, başkaları karşısında kayıtsız olmamız, dolayısıyla onları “keyiflerine göre yaşamaya” geri göndermemiz sonucuna varacaktır. “İktidarın deli ettiği” söylenir –Foucault’nun bu varsayıma nasıl karşı çıktığını, iktidar teknolojilerinin modern aklın tezgâhıyla nasıl içiçe geçtiklerini betimlediğini bu noktada hatırlamak gerekir. Spinoza için “salt tutkulara bağlı olarak yaşamak” bir nevi delilik hali olduğuna göre, bu durumun iktidardaki öznellik için nasıl cereyan edeceğini iyice incelemek gerekiyor. Salt tutkularıyla yaşayan biri, son tahlilde, yalnızca tek bir kişiye bağlanacak, aradığı iyiliğin yalnızca onda bulunduğunu düşünecektir. Sadece tek bir kişiye bağlanmak, ötekileri “dışlamaktır”. Buna karşın, akla uygun yaşayan birisi, yalnızca tek bir kişide yoğunlaşmayı bırakacak ve herhangi birinin dostluğuna açık olacaktır. Buna Spinoza’nın honestas, onur ilkesi adını verebiliriz. Böylece onursuzluğun tanımı da ortaya çıkar: herhangi birinin dostluğuna elvermeyen kimselere onursuz derler. Böylece akla uygun yaşamak demek, kendine benzeyen herkese mümkün olduğu kadar yoğun ve fazla sayıda bağlarla bağlanmak, sosyal varlık olmak anlamına gelmektedir.

yurttaş kane

 

2. Gilles Deleuze Yurttaş Kane’le birlikte artık yeni sinemanın iki yönünün belirginleştiğini söyleyecekti: Birincisi, duyusal-hareket bağının (eylem-imaj), ve daha derinlerde, insanla dünya arasındaki bağın kopuşu. İkinci yön figürlerden, metaforlardan olduğu gibi metonimilerden vazgeçiş ve daha derini, sinemanın sinyal verme malzemesi olan iç monoloğun yerinden edilmesidir. Böylelikle, Renoir ile Welles’in kurdukları haliyle alan derinliği hakkında onun sinemaya artık “figüratif”, metaforik, hatta metonimik bile olmayan, ama daha beklentili, daha sıkıştırıcı, belli bir şekilde teorematik bir yeni yol açılmış oluyordu. Alexander Astruc’ün söylediği gibi: alan derinliğinin fiziksel olarak bir kar-kovma aleti etkisi vardır, kişileri enine boyuna değil kameranın alanına ya da sahnenin arka planına sokar, çıkarır; ama zihinsel bir teorem etkisi de vardır, filmin gidişatını artık imajların birbirine bağlanmasından çok bir teorem haline getirir, düşünceyi imaja içkinleştirir. Bizzat Astruc Welles’in dersini devralmıştır: kamera-kalem montajın metafor ve metonimisinin elinden kurtulur, aygıtın hareketleriyle, dalışlarla, karşı-dalışlarla, arkadan çekimlerle yazar bir inşaatı gerçekleştirir. Metafora yer yoktur artık, hatta artık metonimi de yoktur, çünkü imajın içindeki düşünce ilişkilerine özgü zorunluluk imajlararası ilişkilerin yanyanalığının (açı/karşı-açı) yerini almıştır. Sinemanın bu sayede artık imajla ilişkili olmayan (imajı metrik ve armonik ilişkilere tabi tutan eski sinemadaki gibi) ama imajın düşüncesine, imajın içindeki düşünceye yönelen gerçek anlamda bir matematik kesinliğe kavuşması mümkün müdür diye soracaktır Deleuze. Welles’in alan derinliği engellere ya da gizli saklı şeylere bağlı olarak değil, bize varlıkları ve nesneleri kendi opaklıklarının işlevi olarak görünür kılan bir ışığa bağlı olarak konumlanır. Tıpkı tanıklığın bakışın yerini alması gibi, “lux” “lumen”in yerini alır. Welles’in alan derinliği, düşüncenin görmeyle, ya da ışık kaynağıyla, düşünceyi sürekli olarak bizzat kendisinin, bilmenin, eylemin dışına atan yeni bir ilişkisini ifade eder. Alan derinliğiyle ilgili bir metninde Daney şunları yazıyordu: “Bu sahnelemenin sorduğu şey artık ‘arkada ne var acaba’ sorusu değildir. Daha çok, ‘her nasılsa, üstelik tek bir planda olup biten gördüğüme bakışıma katlanabilir miyim’ sorusudur.” Ne yaparsam yapayım görüyor olmam, işte bu, hoş görülemez olanın formülüdür.

citizen-kane

 

3. Welles’in Yurttaş Kane’de icat ettiği yeni bir sinematografik görme biçimi var: plan –sekans yani bir aksiyonun kurguyla bölünmeden tek bir plana zerk edilmesi. “Plan bilinçtir” diyecekti Gilles Deleuze, çünkü plan saf bir hareket-imajdır. Yeni bir plan biçimi icat etmek, sözgelişi yakın plandan plan-sekansa sıçramak, Hegel’in bilinç figürlerinden bahsettiği anlamda, yeni bir sinema bilinci de yaratmak demektir. Plan-sekansın yaratımında her ne kadar Yurttaş Kane’in görüntüsünü yapan Gregg Toland’ın bunda katkısını göz ardı etmesek de, Welles’in bir tiyatro adamı olarak mizanseni nasıl oyuncu merkezli yaparım sorusunun peşine düştüğü kesindir. Andre Bazin oyuncuyu dekorun içine yerleştiren, merkezine mıhlayan, kurguyu bir akılcılık (ifade özgürlüğü) veya bir dil yetisi olarak gören geleneksel anlatıların tersine imajın bir tür sakatlanması olarak adlandıran bir yöntemden filizlendiğini hayal etmenin zor olmadığını söylemişti. Welles’e göre oyunculuk sık sık montajla, dekorla ve öbür karakterle bağlantısını yitirdiğinde anlamını kaybeder. Yakın çekimde vurgulanması, altı çizilmesi gereken, bir nesneden bir jestten burada artık vazgeçilmiştir. Bu sinema retoriği hata diyebileceğimiz bir eksiltili anlatım değildir. Welles’in filmi seyircinin menzili dışında iş görüyor gibidir. Seyirciyle film arasında gecikmiş bir mesafe ve uzaklık inşa edilir, bu mesafe ulaşılmazlık halesiyle örülür. Bazin şunu söyleyecekti, Hitchcock’un Arka Penceresi daha ortalıklarda yokken: “Seyirci Yurttaş Kane’i izlerken çaresizlikle iskemleye mahkûm edilmiş bir adamın tanıklığıyla aynı durumdadır.”

yurttas-kane-filminin-senaryosu

 

4. Welles Yurttaş Kane’de sinemaya dramatik bir unsur olarak tavanı ilk sokan kişidir. Anlatının, çoklu bakışla, bakışları çoğaltarak beş kişinin anlatımıyla kurulması Kane’de insan bakış açısına en uygun olan merceğin, geniş açının kullanılması formülüne zorlamıştır. İç çekimlerde geniş açı kullanımı bir başka yeniliktir: geniş açı görüş alanını enlemesine ve boylamasına genleştirir. Böylelikle tavan imajın bir parçası haline gelir. Sinemada tavan (günümüz sinemasında bile) özellikle bir nesneyi göstermek, işaret etmek dışında kullanılmaz. Tavanın imajlaşması, geleneksel aydınlatma metotlarına da bir saldırıdır. Yurttaş Kane’de aydınlatma başlı başına yeni bir tekniği ortaya çıkartır. Geniş açı perspektifi bozar, alan derinliği daha belirgin hale gelir, nesneler uzam içinde biçim bozumuna uğrar. Alan derinliğini dar açı takip ettiğinde imaj sanki bölünebilirmiş gibi bir etki bırakır. İmajda yaşanan bu fiziki çatışma anlatının içindeki çatışmaların sanki bir alegorisidir. İmajın içinde işaretlenen, gösterilen yönler değil, her yöne bir hareket mevcuttur. El Greco resimleri gibi diyecekti buna Bazin: her yöne bu dikey bükülmeler sinema sanatında ilk kez beliriyordur. Borges, Yurttaş Kane’in haber filmi, belgesel, biyografik anlatım gibi farklı hikâye etme tarzları ve kronolojik, doğrusal olmayan, çoğul bakış açılarıyla örülen anlatı yapısını bir labirentle imgeleştirmişti: tavan işte bu labirent hapisliğinin üst uzamına boydan boya kapatacaktır. Bazin bunu bakış açılarının cehennemi diye adlandırmıştı: “Kamera bir bakışıyla seyirci yeryüzünden uçurup kaçırabilecekken, tavanların seyirciyi imajın dekorun içine hapsetmesi bu lanetin ölümcüllüğünü tamamlıyor. Kamera aracılığıyla Kane’nin çöküşünün farkına varabiliyoruz, aynı anda gücünü hissediyoruz. Kane’in güç istenci bizi eziyor ama o da dekorun, tavanların içinde eziliyor.”

citizen-kane-wallpape

 

5. Bazin’in Yurttaş Kane’de Alan Derinliği üzerine yazdıkları İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının yaratıcılarını etkileyecek ve Yeni Gerçekçi sinemanın doğumuna yol açacaktı. Sonradan Fransız sinema eleştirisi çevrelerinin yıllarca tartışacakları, tespitlerini orada yapacaktı: İki tür sinemacı vardı Bazin’e göre gerçekliğe inanalar, görüntüye inananlar. “Gerçeklik hissinin artırılması” diyordu Bazin Alan Derinliği için. Bu gerçekçilik hissini artıran öğelerden biri de plan-sekansta doğal olarak ortaya çıkan bir doğal konuşma edimidir: Yurttaş Kane’de konuşmalar, sözler birbirine karışır, birbiri üstüne biner, cümleler yarım kalır, sözcükler unutulur. Alan Derinliği izleyici ve görüntü arasındaki ilişkileri yeniden tanzim etmiyordu yalnızca, çekim sayı ve uzunluklarını, montaj anlayışını yeniden belirliyor, iç-kurgu denilen kavramı yaratıyordu. Kadraj önündeki ve arkasındaki nesneler eş netlikte birbirleriyle daha yakınsak bir bağla bağlanıyorlar, yönetmen böylelikle imajın içindeki her hangi bir nesneyi yakın çekimle vurgulamak yerine nesnelere kurulacak ilişkileri izleyiciye bırakıyordu. İmajın öne çıkarılması, büyültülmesi gibi hiyerarşik bağlamlar ortadan kalkıyordu. Bu yeni imaj pedagojisi mesela feminist kuramcıların, özellikle Laura Mulvey’in altını çizip önemsediği filmdeki kadınların konumlarında da kendini hissettirir: Filmi anti-Hollywood yapan bir başka öğe de kadın starlarla oluşturulan o cazibe etkisinin filmde görülmeyişidir. Özellikle Welles’in-Kane’nin filmdeki devasa varlığı öyle bir çekim alanı oluşturur ki cinsel röntgenciliğe çok az yer bırakır. Alan derinliği içine gömülmüş kadın bedeni de erotik saplantı nesnesi olarak ortadan kaldırılınca seyirciyle imaj arasında farklı bir ilişki kurulur. Böylelikle seyirci imajın tahakkümünden bir nevi özgürleşir. İmajın anlamı kısmi olarak seyircinin dikkatinden ve iradesinden türeyecektir artık. Klasik montajda diyordu Bazin, “bir eylemin özgürlüğümüzü tam anlamıyla uyuşturan bir şekilde bildirilmesiyle kontrol edildiği zorunlu bir çözümleme vardır.”

Değinilen Kitaplar:
André Bazin, Orson Welles, Okuyan Us Yayın, 2005, 222 s.
Laura Mulvey, Yurttaş Kane, Om Yayınevi, 2000, 110 s.
Orson Welles, Yurttaş Kane, Bilgi Yayınları, 1995, 191 s.

Kaynak : narteks.net

Sümer Atasözleri ve Özdeyişleri

Toplumlar ve yaratılan uygarlıklar varolduğu çağı değiştirdiği gibi geleceği de değiştiriyor. Medeniyetler doğar, büyür, ölür gibi değişim süreçleri adeta bu toplumlar için bir istisna oluşturuyor. İnsanlar, içinde yaşadığı toplumun ayak izlerini bir noktaya kadar geriye götürebiliyor fakat daha sonrasıyla pek ilgilenmiyor. Meraklıları için bu izleri biraz daha geriye götürmekte fayda var.

Yazan: Volkan TORUN

sümertablet

 

Sümerler şu andaki bilgilerimizle bu izleri geriye kadar götürebileceğimiz en son nokta olarak görünüyor. Sümerlerin medeniyetlere ilham verdiği ve etkilediği herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bugün bizim kullandığımız dilin, sadece bir araya gelmiş harfler bütününden fazlası olmasını sağlayan, insanlar üzerinde doğrudan kullanımından çok daha fazla etki bırakan, duygularımızı, geçmişimizi daha iyi ifade eden atasözleri ve özdeyişler de Sümerler’in etkilediği diğer alanlardan sadece birisi.

Geçmişten bugüne insan, yaşadığı çağın getirdiği farklılıkların dışında, hala aynı insan. Doğal olarak da olaylara yönelik tepkileri benzer oluyor. Benzerliklere biraz daha yakından bakalım.

En Eski Metinler

sumer-yazisi

Arkeoloji bilimi oldukça dinamik. Her gün yeni buluşlara, değişmeye açık. Museviliğin kutsal kitabı olan Tanah’ın (Tevrat+Zebur),Ketuvim bölümünde bulunan “Süleyman Meselleri/Özdeyişleri” şimdiye kadar bilinen en eski atasözleri ve özdeyişleri barındıran derlemeler olarak biliniyordu. Bu derlemeler yerini Mısır hiyerogliflerine kaptırdı. Şu an ise 1934 yılında İtalyan Arkeolog Edward Chierra tarafından yayınlanan ve tarih olarak MÖ. 17 yy’ı gösteren, Sümerlere ait çeşitli atasözleri bilinen en eski derlemeler olarak literatürde yerini aldı. Bugün Pennsylvania Üniversitesi’nin müzesinde Nippur koleksiyonunda ziyaretçilerine açık.

Tabletlerde Neler Yazıyor?

Kral Listesi , Sümer Medeniyetinden kalma hükümdarlarının adlarını kayıt edildiği liste.
Kral Listesi , Sümer Medeniyetinden kalma hükümdarlarının adların kayıt edildiği liste.

Tabletlerde yazılanlara bakınca günümüzdeki atasözlerinin özelliklerine, kendi davranış biçimlerimize oldukça yakın olduğunu görürüz. Kelimelerimiz farklıdır ama anlatmak istediğimiz, yakındığımız konular aynıdır. Mesela günümüzde olduğu gibi Sümerler’de de yoksulluk içinde olanlar vardı. Onlar şöyle bir dörtlükle özetlenir:

Yoksul için, ölmek yaşamaya yeğdir;
Ekmeği varsa tuzu yoktur,
Tuzu varsa, ekmeği yoktur,
Eti varsa, kuzusu yoktur,
Kuzusu varsa, eti yoktur.

O dönemde borçlular,borçlarından “Borç alan yoksul dert alır” şeklinde bir özdeyişle yakınıyordu. Bu özdeyiş günümüzde söylenen “Aç kalmak borçlu olmaktan iyidir” veya “ Borçsuz çoban yoksul beyden yeğdir” özdeyişleriyle de oldukça benzer.

İnsanların dış görünüşleri o zaman da belli konuların halledilmesinde, saygınlıkta oldukça önem arz ediyordu. Sümerler bu durumu “İyi giyimli insana bütün kapılar açılır” şeklinde ifade ediyordu. Bu da bugün halk arasında daha çok giyim-kuşam anlamında kullanılan “Dost başa düşman ayağa bakar” lafıyla karşılanıyor.

Evlilik konusuyla ilgili de Sümerli yazmanlar çeşitli yazılar kaleme almıştır. Sümerler de “zengin koca avcıları” gibi bir tanımlama kadınlar için yoktu fakat bunların yerine pratik zekalı hiç evlenmemiş kadınlar vardı. Evlenme çağı gelmiş, koca adayı beklenmekten usanmış genç kız artık ince eleyip sık dokumaktan vazgeçer. Duygularını şu şekilde ifade eder:

Oturaklı biri için mi,uçarı biri için mi,
Kime saklamalıyım aşkımı?

Anlaşılan o dönemde “evlenilecek/eğlenilecek eş” ayrımı toplumun bir kesiminde kendini gösteriyordu.

Kadının ve erkeğin toplumsal rolleri ile ilgili de ipuçları veren yazılar mevcut. Tabletlerden anlaşıldığı kadarıyla erkekler o dönem de ev işlerine pek sıcak bakmayan taraf:

Karım tapınakta,
Anam ırmak kenarında,
Ben de burada açlıktan ölüyorum.

Gelin-kaynana ilişkisi o zamanlarda da oldukça problemli bir mesele gibi görünüyor. Bir erkek için neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatan bu dizelerden rahatlıkla çıkarabiliriz:

Çöl matarası insanın hayatıdır,
Pabuç insanın gözüdür,
Karısı insanın geleceğidir,
Oğul insanın sığınağıdır,
Kız insanın kurtuluşudur,
Gelin insanın baş belasıdır.

Dostluk ve arkadaşlık kavramları da belirli çağrışımlara sahipti. Fakat dostluktan çok akrabalığın önemli olduğunu “kan sudan daha koyudur” sözünden ve de şu dizelerden anlıyoruz:

Dostluk bir gün sürer,
Akrabalık hep devam eder.

Toplumdaki aceleci, hazırlıksız bir işe kalkışan insanlar için söylenen şöyle iki dize var:

Daha tilkiyi yakalamadan
Boynuna takacağı laleyi hazırlıyor.

Bu dizeler günümüzde kullanılan “Dereyi görmeden paçayı sıvamak” atasözünü hatırlatıyor.

Sümerler belirli medeniyete sahip olduğu gibi bu medeniyeti koruyacak askeri birikime de sahip olmanın önemli olduğuna inanıyorlardı ve şu sözlerle özetliyorlardı:

Donanımca güçsüz devlet,
Kapılarındaki düşmanı kovamaz.

Halk da bu durumdan nasibini almıştı. Onlar da her türlü tehlikeye karşı gözü açık olmanın gerekliliğini şu dizelerle dile getiriyorlardı:

Bir efendin olabilir bir kralın olabilir,
Ama asıl korkulacak adam vergi memurudur!

İnsanlık gelişim gösterse de bazı şeyler aynı kalıyor ve her medeniyet, her insan aidiyet duygusuyla beraber bazı şeyleri kendi içinde sınırlı tutuyor ve geçmişe uzanan bir halkanın zinciri olmaktansa zinciri yapan olmayı tercih ediyor.

Tabletlerin orijinallerinden bazı bölümler:

Kaynak : arkeofili

Okullarda başarısızlığın temel nedelerinden biri: Keyif Almayı Unutmak

Aşağıda okuyacağınız yazı her ne kadar Türkiye odaklı olarak yazılmasa da süreçte ve sonuçta yaşanan ortak sorunları dile getirmiş. Daha ana okulu arayışındayken, çocuğunu yazdıracağı okula üniversite sınav başarısını soran bir millet olduğumuzu düşünürsek, yazının bitiminde eğitimde neleri atladığımıza dair bir fikir oluşabilir….

eğlenceli çocuklar

Jonathan Swift, 1729 yılında İrlandalılara çocuklarını yemelerini önerdiğinde, üç problemi birden aynı anda çözebileceğini iddia ediyordu: Aç kitleleri doyurmak, şiddetli bir ekonomik kriz döneminde nüfusu azaltmak ve restoran işini hareketlendirmek. Bu, Swift’in hicivlerinden biri olsa da, çocuk merkezli kültürlerde – Amerika gibi – kulağa oldukça itici ve korkunç geliyor. Ama aslında Amerika, bu öneriye düşündüğünüzden çok daha fazla yaklaşmış durumda.

Eğer eğitimcilerle ve politikacılarla daha fazla zaman geçirirseniz (hatta sadece yazdıkları eğitim makalelerini bile okumanız yeterli), şu kelimeleri bolca duyarsınız: “Standartlar”, “sonuçlar”, “beceriler”, “kendini kontrol etme”, “sorumluluk” ve benzerleri. Geçtiğimiz günlerde “etkili” oldukları iddia edilen bazı yeni okulları ziyaret ettim. İrade ve kendini kontrol etmeyi öğrenmek için ilgili sloganlardan oluşan şarkılar söyleyen çocuklara, sınıf ödevlerini bitirdikleri zaman jelibon veriliyordu ya da onlardan yerlerinde hareketsiz oturamadıkları zaman sıralarının arkasında ayakta durmaları bekleniyordu.

Bu okullara gittiğimde aklıma hemen Charles Dickens’ın Zor Zamanlar romanı gelir. Kitapta bir okulun müdürü olan Wackford Squeers, kendinden gayet emin bir şekilde şöyle der: “Şimdi, benim tek istediğim şey ‘kesin veriler’. Bu çocuklara sadece ve sadece kesin verileri öğretin. Hayatta istenen tek şey verilerdir. Başka hiçbir şey ekmeyin, geri kalan her şeyi kökünden söküp atın. Muhakeme becerisi olan hayvanların zihinlerini sadece veriler üzerine inşa edebilirsiniz. Onlara asla başka bir şey sunulmayacak…”

Romanda Squeers, öğrencilerinin, ne pahasına olursa olsun yetişkin dünyasına “hizmet edebilir” olmaları gerektiği bilgisiyle mezun olmalarını istiyor. Bugün de durum pek farklı değil. Herkes, üniversiteye girmek, iyi işler bulmak, büyük bir firmaya girmek ve yeni ticari bilgileri takip etmek için çocukların gerçekten öğrenmeleri gereken şeyleri öğrenip öğrenmediklerinden endişe ediyor. Ülkenin tüm bir okul sistemi, büyük ölçekli ekonomik sıkıntıları çözmeye ve geleceğin çalışanlarını üretmeye yönelik gibi görünüyor. Kesin olan tek şey, hiçbir şekilde çocuklara yönelik olmadığı. Hatta genel görüş, eğer öğretmenler öğrencilerin keyif almalarına çok fazla odaklanırlarsa bir şekilde ahlaksız bir vurdumduymazlığı ve tehlikeli bir hedonizmi teşvik edecekleri yönünde.

Bugünlerde çoğu sınıfta neler olup bittiğine kısa bir bakış atmak, şunu çok net olarak ortaya koyuyor: İnsanlar eğitim hakkında düşünürken çocuk olmanın nasıl bir his olduğunu düşünmüyorlar ya da neden çocukluğun kendi içinde yaşamın önemli ve değerli bir evresi olduğunu. Bence bu, neden ziyaret ettiğim okulların çoğunun daha çok Dickens romanından fırlamış gibi göründüğünü açıklıyor.

mutsuz okulluluk

Ben üç çocuklu bir anne, bir öğretmen ve bir gelişimsel psikoloğum. Yani çok sayıda çocuğu gözlemleme şansım oldu. Konuşurken, oyun oynarken, tartışırken, yemek yerken, ders çalışırken… Ve sonunda şunu anladım: Çocukları yetişkinlerden ayıran şey, ne onların bilgisizlikleri ne de becerilerinin eksikliği. Aradaki fark, onların muazzam keyif alma kapasiteleri. 3 yaşındaki bir çocuğun banyo küvetinde neleri batırıp neleri batıramadığını keşfetmenin zevki içinde nasıl kaybolduğunu düşünün. 5 yaşında bir kızın en iyi arkadaşıyla birlikte anlamsız kelimeler dizilerini bir araya getirmekten duyduğu heyecanı ya da 11 yaşında bir çocuğun elindeki çizgi romana kendini nasıl tamamen verdiğini düşünün. Bir çocuğun kendini bir şeye tamamen verme becerisi ve bundan yoğun bir zevk alması, yetişkinlerin yaşamlarının geri kalan kısmını bunu tekrar hatırlamaya çalışarak geçirdiği bir şeydir.

mutsuz okul

Bir arkadaşım bana şöyle bir hikaye anlatmıştı: Bir gün 7 yaşındaki oğlunu futbol antrenmanından almaya gittiğinde, oğlu onu mahzun bir yüzle ve morali bozuk bir şekilde karşılamıştı. Antrenörü onu antrenmana dikkatini vermediği ve odaklanmadığı için azarlamıştı. Küçük çocuk okuldan arabaya, başı öne eğik ve omuzları sarkık bir şekilde yürümüştü. Çok üzgün görünüyordu. Ama tam araba kapısına gelmişti ki aniden durdu, kaldırımın üzerindeki bir şeye dikkatle bakmak için çömeldi. Yüzünü iyice yere yaklaştırdı ve sonra müthiş bir coşkuyla bağırdı: “Baba, buraya gel. Bu hayatımda gördüğüm en acayip böcek! Sanki bir milyon tane ayağı var. Şuna bak. Bu muhteşem.” Kafasını kaldırıp babasına baktı. Yüzünden enerji ve sevinç fışkırıyordu. “Burada bir dakika daha kalamaz mıyız? Bütün bu ayaklarla neler yaptığını anlamak istiyorum.”

Bu tür anlara yönelik geleneksel bakış açısı şudur: Genç olmanın verdiği sevimli ama yersiz hareketler… Azim, yükümlülük ve pratiklik gibi daha önemli niteliklere yer açmak için bir kenara itilmesi gereken şeyler… Oysa bunun gibi anlar, yetişkinlerin hayatlarının kalan yıllarını arayarak geçirdikleri, kendini bir şeye yoğun olarak verme ve keyif alma anlarıdır. Sigmund Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları isimli “başyapıtında” çocukluğu şöyle tarif ediyor: Zevke ulaşmak için ilkel dürtülerini dengelemenin ve bir grubun parçası olmanın artan ihtiyacı ile acıyı engellemenin dönemi. Freud’un bu denemesinden sonra yapılan her araştırma, onun haklı olduğunu gösterdi. İnsan hayatları, keyfi deneyimleme arzusuyla yönetiliyordu. Eğitimli olmak, keyiften vazgeçmeyi gerektirmemeli, aksine yeni şeylerden keyif almayı sağlamalıydı: Örneğin küçük oyuncaklarla oynamak yerine roman okumak, banyo küvetine kaseleri batırmak yerine deneyler yapmak ve saçma kelimeleri peş peşe dizmek yerine ciddi konular hakkında tartışmalar yapmak. Okullar çocuklara, keyfin sürekli kaynakları olan şeyleri yapmanın yeni ve daha yetişkin yollarını bulmalarına yardım etmeli: Sanat çalışmaları yapmak, arkadaş edinmek, karar vermek.

Bir çocuğun keyif alma becerisini bir kenara itmektense, onu geliştirmek bu kadar da zor olmamalı. İhtiyacımız olan şey eğitim dünyasının zihniyetinde bir değişim yaratmak. Çocukların boyunlarını eğmeye çalışmak yerine neden onların anlamlı ve üretken aktivitelerden zevk almalarını sağlamaya odaklanmıyoruz? Örneğin bir şeyler tasarlamak, başkalarıyla birlikte çalışmak, fikirler keşfetmek ve problemler çözmek gibi. Tüm bunlar, zaten kolayca cazibesine kapıldıkları ve zevk aldıkları şeylerden çok da farklı değil.

Bu görüşü küçümseyip bir kenara atmadan ya da yoksulluğun, düşük akademik başarının ve yüksek okul bırakma oranlarının olduğu bir ülkede keyfin fazla pahalı bir zevk olduğunu söylemeden önce tekrar düşünün. Okul ortamları ne kadar ciddi olursa, eğitimde başarı kazanmak için keyif o kadar önem kazanır.

ödev sendromu

Öğretmenlerin verdiği ödevlerin ve koydukları kuralların çoğu, elbette yöneticilerinin baskısıyla, zevke ve keyfe genellikle yeterlik ve sorumluluğun düşmanı olarak bakarlar. Çocukların sınıfta konuşmaması gerektiği çünkü bunun sınıf içi çalışmayı böldüğü varsayımıyla hareket ederler. Onlara göre çocuklar keyfi ertelemeyi öğrenmeli, çünkü ancak bu şekilde üniversiteye gitmek gibi soyut hedeflere ulaşabilirler. Sıkılmaya tahammül etmeyi öğrenmeliler, böylece ileride sıkılma konusunda çok daha iyi olurlar.

Bu, çocuklara davranmanın sadece kasvetli ve korkunç bir yolu değil, aynı zamanda eğitimsel açıdan da tamamen anlamsız bir yoldur. Uzun yıllardır yapılan araştırmalar bize şunu gösterdi: Okulda beceri ve gerçek bilgi kazanmak için çocukların öğrenmeyi istemesigerekiyor. Bir çocuğu yerinde oturmaya, ödev yapmaya ya da küme  çalışması yapmaya zorlayabilirsiniz. Ama bir insanı dikkatli düşünmeye, kitaplardan zevk almaya, karmaşık bilgileri kavramaya ya da öğrenmeye karşı ilgi geliştirmeye zorlayamazsınız. Bunun olmasını sağlamak için çocuğun öğrenmeden zevk almasına ve okulu bir keyif kaynağı olarak görmesine yardım etmelisiniz.

Yetişkinler öğrenme hakkında sanki tıptan konuşur gibi konuşurlar: Tatsız ama senin için iyi ve gerekli bir şey. Neden öğrenmeyi sanki yemekmiş gibi düşünmeyelim ki? İnsanlar için o kadar değerli ki, onu zevk alınacak bir deneyime dönüştürdüler. Neden aynı şeyi öğrenme için de yapmayalım ki? Bırakın çocuklar öğrenmeyi çok sevdikleri için öğrensinler. İnsanların bilgiye olan açlığının ne kadar doğal olduğunu görmek istiyorsanız, iki yaşında konuşmaya çalışan bir çocuğa bakın. Ve sonra okulda, çocukların öğrenmeden duydukları bu doğal hazzı geliştirmelerine yardım edin.

Eğitim, çocukların keyif duygusunu yok etmemeli ya da okul sonrası hayata ertelememeli. Bir çocuğun yaşam koşulları ne kadar zorsa, o çocuk için sınıfında keyif duygusu yaşaması o kadar önemlidir. Keyif ya da zevk kötü kelimeler değildir. K12 eğitiminin hedeflerine karşı gelen ahlaki değerler de değildir. İşin aslı, eğitimin olmazsa olmazlarıdır.

Kaynaklar :

Yazının orjinali: www.theatlantic.com

Bu yazı ilk olarak www.egitimpedia.com internet sitesinde yayınlanmıştır.