Son 100 yılın romanlarından 50 Roman Tavsiyesi

Edebiyat, yaratıcılığa dayanan bütün sanat dallarında olduğu gibi, özneldir. Belirli ve herkes için geçerli ölçütlerle değerlendirilemez bu alanda verilen eserler. Yine de edebiyat eserlerini, çağdaşları ve toplum üstündeki etkilerinden yola çıkarak bir değerlendirmeye tutabiliriz. Özellikle söz konusu olan tür romansa, onların kendinden sonraki eserleri nasıl etkilediği, öbür yazın türleri üstündeki etkisinin ne olduğu ve okurların gözünde nasıl bir yer edindikleri önemlidir. Bunun içindir ki onlarca yıl önce yazılmış bir roman hâlâ okunur, edebiyat dünyasını ve bireyleri bugün de etkilemeye devam eder.

Aşağıda, 20. yüzyılda yazılan ve mutlaka okunması, anlaşılması gereken 50 roman listesi yer alıyor. Kitapların sıralaması yazıldıkları yıllara göre yapılmıştır.

kitaplar ve kitaplar

1. Şikago Mezbahaları (1906) – Upton Sinclair

İşçi sömürüsünü ve Amerika’daki yetersiz gıda güvenliğini sergileyen roman, Başkan Roosevelt’in 1906′da sağlıkla ilgili iki yasayı geçirmesine neden oldu.

2. Dönüşüm (1915) – Franz Kafka

kitap ve kitapDönüşüm, varoluşçuluğu temele alan mükemmel romanlardan biridir. Kafka’nın karakteri Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini bir böcek olarak bulur. Bu böcek metaforu ise bütün toplumsal rahatsızlıklara cesaret kırıcı bir bakış açısı sunar.

3. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (1916) – James Joyce

Bu yarı otobiyografik roman, cinselliğe, sürgüne, sömürgeciliğe ve estetiğe bir yolculuk yapar. Kitap, Joyce’un kendisiyle mücadelesine ayna tutmaktadır.

4. Siddhartha (1922) – Hermann Hesse

Roman, yalnızca Siddhartha Gautama’nın hikâyesini anlatmaz, Siddhartha’yı yüce Buda olarak tanımlar, çünkü ana karakter ona benzer bir aydınlanma yolu izler. Yolculuğu boyunca karşılaştığı herkes ve yaşadığı her olay, Siddhartha’ya değerli bir katkıda bulunur.

5. Muhteşem Gatsby (1925) – F. Scott Fitzgerald

Caz çağının alegorisi olma özelliği taşıyan ünlü roman, “Amerikan Rüyası”nın çöküşünü, lüks bir hayat süren bir adamın hüzünlü hikâyesi yoluyla anlatır.

6. Döşeğimde Ölürken (1930) – William Faulkner

Bilinçakışı yöntemiyle yazılan romanda, on beş farklı anlatıcının ağzından karışık bir düzende aile bireylerinden birisinin gömülme arzusu yerine getirme çabası anlatılır.

7. Mübarek Toprak (1931) – Pearl S. Buck

Dünya Savaşı’ndan sonra, bir çiftçi ve karısının yaşam savaşının betimlemesi özelliği taşıyan roman, çiftçinin ve ailesinin, yaşamlarını kontrol etme hikâyesini zaman ve yer kavramlarını aşarak anlatır.

8. Dalgalar (1931) – Virginia Woolf

Sansür döneminde kadınların arzularını ve eşcinselliğini oldukça keskin hatlarla ve açıksaçıklıkla araştıran Woolf, bu kavramların “edepli toplum” değerlerinden öte bir yerde düşünülmesi için okurlarına meydan okur. Arkadaşları karşılıklı bir trajedide hemfikir olurken birçok fikir ve felsefe nihai feminist hareketin belirginleştiğini ima eder.

9. Fareler ve İnsanlar (1937) – John Steinbeck

Büyük bunalım boyunca fakirlik ve eziyetle mücadele eden iki göçmen işçinin trajik ve tozlu hikâyesi, Steinbeck’in en meşhur eserlerindendir. Kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkisini ve etraflarındaki umutsuzluğu inceleyen bir eserdir.

10. Tanrıya Bakıyorlardı (1937) – Zora Neale Hurston

Antropolog Hurston, Karaib ve ya Afrika soyundan gelen Amerikalıların kişisel deneyimerine ışık tutmak için Amerika’nın güneyi ve Karayipler ile ilgili araştırmasına dikkat çeker.

11. Sessiz Gezegenin Dışında (1938) – C.S. Lewis

Lewis, Narnia gibi canlı ve hayal gücü kuvvetli bir dünyada, insan içgörüsüne bazı fantastik yaratıklarla uzaylı manzaraları yerleştirerek bilimkurguyu çözmeye çalışır.

12. Hoşça Kal Berlin (1939) – Christopher Isherwood

Bir hiciv geçidi, eksantrik ve grotesk figürlü, ilginç hikâyeler dizisi, Berlin’deki Nazi saldırısının öncesinde ana karakter Isherwood’un başına gelen olaylardan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

13. Altın Gözde Yansımalar (1941) – Carson McCullers

Carson McCullers, ABD’nin güneydoğu eyaletlerinden birinde, barış zamanı bir ordugâhta geçen bu romanında, beş kişinin yalnızlıkları, düşleri, saplantıları, başarısızlıkları ve zaaflarından bir “insani cehennem” örüyor.

14. Yabancı (1942) – Albert Camus

Varoluşçu bir roman olarak etiketlenmesine rağmen, Camus, politika, felsefe, edebiyat ve din gibi çok geniş bir açıdan alır sorunları. Romanda bir katilin hayatında gittikçe artan absürt ve ruhsuz olayları anlamlandırma çabası yer alır.

15. Başka Sesler Başka Odalar (1948) – Truman Capote

Old South, etrafında bir viraneye dönüşürken genç bir çocuk tanımadığı akrabalarıyla yaşamak için gönderilir ve kendisini insanlığın anlamını, onun güzel ve karmaşık yapılarını sorgularken bulur.

16. 1984 (1949) – George Orwell

1984, şimdiye kadar yazılmış en etkili politik ve distopik romanlardan biridir. Bu tartışmasız klasik, bireyin toplumla olan ilişkisini dikkatli bir biçimde irdeler. Sadık bir sosyalist olan Orwell, komünizm, faşizm ve totalitarizmin mantıksal aşırılıklarını ortaya çıkarmak niyetindedir ve bunu büyüleyici ve korkunç anlatımı ve diliyle yazmıştır.

1951 yılında yayımlanmasına rağmen, Salinger’in ikonik, isyankâr antikahramanı Holden Caulfield hâlâ yaşamaktadır ve Amerikan toplumunun iki yüzlülüğünü ve sahtekârlığını dile getiren güvenilmez bir ses olarak da okunmaktadır.

18. Görülmeyen Adam (1953) – Ralph Ellison

Çok az roman insan hakları hareketinden önce Afroamerikan toplumunun duygularını Görülmeyen Adam kadar iyi yakalamıştır. Ellison, marjinalleşme, hayal kırıklığı ve çağdaşlarını değersizleştirme gibi kavramları politik bir bireşime dönüştürmektedir.

19. Sineklerin Tanrısı (1954) – William Golding

Makro konuya mikro bir bakış getiren roman, bir uçak kazasından sonra adaya sıkışan, orada uygarlık çatışmalarına ve farklı gruplaşma yolları arayan ve bunu, gücü güvence altına almak için yapan İngiliz okul çocuklarının hikâyesini anlatır.

20. Lolita (1955) – Vladimir Nabokov

Birçok okur romanın merkezindeki tartışma yaratan pedofili ilişkiyi görüp, romanın özünü atlamıştır. Lolita, kurbanla kurban eden arasındaki çizginin bulanıklaşmasını özenle inceler.

21. Şafak Tapınağı (1956) – Yukio Mişima

İnsan zihninin gizli kalmış yerlerini usta bir anlayışla anlatan Mişima, tapınaktaki evi tarafından büyülenen genç Budist’in deliliklerini ve eziyetlerini incelemektedir.

22. Zen Kaçıkları (1958) – Jack Kerouac

Beat neslinin temel taşı olarak bilinen Kerouac, özgür Zen Kaçıkları’nda konformist Atom Çağı’nda, toplumun gittikçe sertleşen anlam arayışını net bir biçimde gösterir.

23. Gece (1958) – Elie Wiesel

Çok az roman, soykırımın onur kırıcı ve iç burkan korkularını toplama kampında geçen, yarı otobiyografik, didaktik ve trajik bu roman kadar iyi anlatabilir.

24. Parçalanma (1958) – Chinua Achebe

Igbo lideri Okonkwo, kabilesinin hem içerde hem de İngiliz kolonisi gibi dış kaynaklarla parçalanmasını izlemektedir. Bu roman postkolonyel edebiyat tarzında şimdiye kadar yazılmış en aydınlatıcı ve provokatif eserlerden biridir.

25. Bülbülü Öldürmek (1960) – Harper Lee

Lee’nin bu uzun eseri, zorlukların içinde dürüstlüğü devam ettirme ve toplumsal ahlakı sürdürebilme mesajlarını taşıyan, içerik bakımdan zengin bir romandır.

26. Madde 22 (1961) – Joseph Heller

Heller, bu kara mizah ögeleri barındıran romanında, absürt hükümet bürokrasisi yoluyla savaşa ve şiddete ciddi eleştiriler gönderir.

27. Otomatik Portakal (1962) – Anthony Burgess

Özgür iradenin sınırlarını ve doğasını sorgulayan bu provokatif ve distopik roman, sokak çetelerinin acımasızlığıyla hükümetin yaptığı tuhaf deneyleri konu edinir.

28. Guguk Kuşu (1962) – Ken Kesey

Zihinsel sağlık enstitüsü ve MKULTRA’da edindiği tecrübelerle ortaya çıkan Kesey’nin tartışmalı romanı, toplumun yanlış anlaşılan, aşağılanan ve gözden kaçanlarına bir ışık tutmaktadır.

29. Kedi Beşiği (1963) – Kurt Vonnegut

Kedi Beşiği’nde teknoloji, din, bilim ve soğuk savaş, nüktedan ve kırıcı bir mizaha kurban gitmektedir ki bu eser aynı zamanda ana ilkeleri de ayrıntılı biçimde inceler.

30. Herzog (1964) – Saul Bellow

Mektup tarzında düzenlenen bu roman, orta yaş bunalımına yenik düşen ana karakter Moses Herzog’un zihnine bir gedik açar.

31. Paris Bir Şenliktir (1964) – Ernest Hemingway

Bu yaratıcı romanda Hemingway, 1920′li yıllarda Paris’te bir göçmen olarak edindiği tecrübeyi ve sayısız önemli yazar ve sanatçıyla olan iletişimini dile getirir.

32. Kişisel Bir Sorun (1964) – Kenzaburo Oe

Ailevi sorumluluk ve gerçeklerden kaçış bu romanın merkezini oluşturur. Bir babanın, yeni doğan zihinsel engelli oğlundan uzaklaşmak gibi yüz kızartıcı kararı ve bu karardan kendini alkole ve kadınlara vererek vazgeçmesi anlatılır.

33. Maus Hayatta Kalanın Öyküsü (1972) – Art Spiegelman

Spiegelman’in babasıyla olan hasarlı ilişkisini düzeltme çabalarını anlatan ilginç bir hikâyeyle çerçevelenen iki ciltlik bu roman, soykırım edebiyatı ve grafik roman tarzına önemli bir örnektir.

34. Gravity’s Rainbow (1973) – Thomas Pynchon

II. Dünya Savaşı’nın tuhaf ve postmodern bir yorumu olan bu roman, birbirinden farklı gerçek konu ve fikirleri araştırırken 73 bölümde 400′ü aşkın karakteri uzun uzun anlatır.

35. Suttree (1979) – Cormac McCarthy

Ortada hiçbir neden yokken varlıklı bir adam, lüks hayatını terk edip Tennessee nehrindeki tekne evine kendini hapseder. Orada birçok kötü insanla karşılaşır, kendisi ve çevresi hakkında çok şey öğrenir.

36. Alıklar Birliği (1980) – John Kennedy Toole

Şimdiye kadar Pulitzer kazanmış ve aynı zamanda sevimli bir absürt tarzı olan romanlardandır. Toole, trajik ve gülünç olan New Orleans’ın bir portesini çizer.

37. The Color Purple (1982) – Alice Walker

Walker, 1930′ların Georgia’sında geçen bu romanında, o zamanlar görmezden gelinen bir grup olan Afroamerikan kadınların var olma mücadelesini ele alıyor.

38. Beyaz Gürültü (1985) – Don DeLillo

Postmodern bir ana karakter olan Jack Gladney ve ailesi, yerel bir felaketin ardından kendi varoluşlarını incelemeye başlar.

39. Watchmen (1986) – Alan Moore

Watchmen, soğuk savaş, Thatcherizm ve Reaganizm hakkında yorum yapan, geleneksel süper kahraman mitoslarını tahlil eden, yarı gafik tarzında yazılmış bir romandır.

40. Mutfak (1988) – Banana Yoshimoto

Tokyo’da kederin, yenilginin, aşkın ve yemeğin merkeze alındığı bir kitap olan Mutfak, Yoshimoto’nun ilk romanıdır ve toplum tarafından askıya alınan hayatın sınırlarına dikkatle bakan bir romandır.

41. Biz (1988) – Yevgeny Zamyatin

1920-1921 yılları arasında yazılan fakat 1988′e kadar basılmayan bu Zamyatin romanı, iki farklı Rus devriminden edinilen deneyimlerle ortaya çıkan totaliter, kötücül ve distopik bir geleceği anlatır.

42. A Good Scent from a Strange Mountain (1992) – Robert Olen Butler

Vietnam savaşından kısa bir süre sonra Louisina’da kendi yalnız hayatlarını dokumaya başlayan göçmenler, gaziler, fahişeler ve öbür yabancılaştırılmış insanları konu alan bir kitaptır.

43. Snow Crash (1992) – Neal Stephenson

Cyberpunk hareketinin temel taşlarından biri olan ve oldukça titizlikle yazılan bu roman, Second Life gibi metaverselerin, Google Earth gibi evrensel servislerin ve internet kültüründeki dil temelli fikirlerin nihai doğuşunu doğru bir biçimde öngörmüştür.

44. Art & Lies (1994) – Jeanette Winterson

Benlik, cinsellik, yaratıcılık hakkında sorular soran, Picasso’nun, Sappho’nun hayatını içeren büyülü gerçekliğin postmodern bir eseridir.

45. Life After God (1994) – Douglas Coupland

Coupland, hayatlarında din olmadan yetişen bireyler ile maneviyatı ve anlamı bulmada sayısız yolları deneyen insanları karşılaştırır.

46. Fight Club (1996) – Chuck Palahniuk

Palahniuk, bu ilk romanında Amerikan toplumunun yalnızca yapay şeyler üretmek için insan doğasını kısıtlamasına ve baskı altına almasına derin ve keskin bir ayna tutar.

47. The Lives of Animals (1999) – J.M. Coetzee

Coetzee, insanoğlunun hayvanlara gösterdiği farklı davranışlarla veganizmden esinlenerek yazdığı bu romanda, bu iki bakış açısını dengeleyerek eserine yansıtmaktadır

48. Saksı Olmanın Faydaları (1999) – Stephen Chbosky

Anlatıcı Charlie, aslında parçası olmak istediği dünyadan ayrılma ve tecrit hissi ile büyüyen yeni nesil için, yeni çağın Çavdar Tarlasında Çocuklar’daki Holden Caulfield’i gibi davranır.

49. Places Left Unfinished at the Time of Creation (1999) – John Phillip Santos

Santos, ailesinin mirasını anmak ve araştırmak için gelecek, geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurar. Bunu yaparken Meksika geleneğinin parçalarıyla süslenmiş hikâyelere ve arkeolojik duyarlılığı olan bir tarih bilincine yer verir.

50. Sputnik Sweetheart (1999) – Haruki Murakami

Çok az yazar Murakami’nin anlattığı gibi karşılıksız aşkı ve kaybı anlatabilir. Yazarın şiirsel ve çağrışımsal tarzıyla bezenmiş roman, bireylerin kendilerini bir bütün olarak toplumdan uzaklaştırmasını ve bunun yarattığı yalnızlığı yansıtır.

Temaya, milliyetlere, toplumların kökenine, geçen yıllara ya da kabul gören başarı düzeyine aldırmadan, bu elli kitabın yazarı, okurlara yeni fikir ve bakış açısı kazandırmayı başarmıştır. Bazıları toplum tarafından göz ardı edilen grupların ya da bireylerin sözlerini yansıtmıştır, bazıları dışta olanı açıklamak için içsel bir bakış sergilemiş, bazıları da insanlık için olası kaderleri doğru varsaymıştır. Her durumda tümü de uygarlığın nerede başladığını ve şimdi nerede olduğunu anlatan, okunmayı hak eden romanlardır.

Kaynak :[-]

“ Çin’e gitme… Çin seni yutar! ” Gitmeye gerek kalmadı ” o ” kitap fuarına geldi

Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.

32 kitap fuarıBundan yüzyıllarca önce Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nda Türklere seslenmiş, “Çin’e gitme… Çin seni yutar!” diye uyarıda bulunmuştu. Çok sonraları Napolyon da benzer yaklaşımla, “Bırakın uyusun. Çin uyanırsa yer yerinden oynar!” demişti ama Batı, 19. yüzyılda tüm gücüyle son kez üzerine çullandığı Çin’in 20. yüzyıldaki uyanışını ve büyük silkinişini önleyemedi. Uyuyan dev çoktan uyandı, ayağa kalktı ve artık iyice belli oldu ki Çin’den kaçış yok.

Çin, yayılıyor… Aklınıza hemen dünyanın ikinci büyük ekonomisi ya da ticaret hacmi vb. kavramlar gelmesin. Örneğin denir ki Çin’deki ve yeryüzünün dört yanındaki tüm Çinliler, bir gece aynı anda evlerinin dışında yemek yemeye karar verse, dünyada hepsinin oturabileceği kadar çok sayıda sandalyeye sahip Çin lokantası mevcuttur… Dünyanın tartışmasız en zor dili olan Çincenin ABD ve Avrupa’daki çoğu lise ve üniversitede İspanyolcayı geride bırakıp birinci seçmeli dil dersi haline gelmesinden sayıları her kıtada giderek çoğalan Konfüçyus Enstitüleri’ne kadar, siyasi ve ekonomik alanların yanı sıra kültürel olarak da her geçen gün daha fazla hissedilen bir “Çin ağırlığı” söz konusu. Anlayacağınız, artık Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.

Edebi ilişkiler güçlendirilmeli

Asya’nın en doğusundaki Çin ile batı ucundaki Türkiye arasında kurulan kültürel köprü, 2012’nin “Çin’de Türkiye Yılı” ve 2013’ün “Türkiye’de Çin Yılı” olarak kutlanmasıyla biraz daha sağlamlaştırıldı. Öte yandan Çin’in, bu yıl 32. kez düzenlenen TÜYAP İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi olarak belirlenmesiyle iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkiler zincirinin halen en zayıf halkalarından biri niteliğindeki edebiyat-yayıncılık alanında da çok ciddi bir adım atılmış olduğuna hiç kuşku yok. Türk edebiyatını 1970’li yılların başlarında Aziz Nesin öykülerinin çevirileriyle tanımaya başlayan (bu öyküler sonradan Nasılİntihar Ettim? başlıklı bir derleme haline getirildi) Çin’de, 1980’lerde de Yaşar Kemal ( İnce Memed ), Sabahattin Ali ( Kürk Mantolu Madonna ), Reşat Nuri Güntekin ( Çalıkuşu ) çevirileri yapılmıştı.

Son yıllarda ise Benim Adım Kırmızı ’nın 2006’da Çin’de Yılın En İyi Romanı seçilmesiyle başlayan süreçte Orhan Pamuk’un diğer kitaplarının ve Ahmet Hamdi Tanpınar ( Huzur ), Can Dündar ( Sarı Zeybek ), Orhan Kemal ( Bereketli Topraklar Üzerinde , Cemile , Avare Yıllar ), Tuna Kiremitçi ( Dualar Kalıcıdır ), Barış Müstecaplıoğlu ( Korkak ve Canavar ), Ahmet Ümit ( Patasana ) çevirileriyle Çinli okurların edebiyatımızı tanıma fırsatları çoğaldı ama bu tablo tabii ki yeterli sayılmamalı. Tabloyu daha da renklendirmek açısından, ajans ve yayınevlerimizin Çin’deki uluslararası kitap fuarlarının önemini biraz gecikerek de olsa anlamaya başlamaları sevindirici. Öte yandan başkentin merkezindeki Xidan semtinde bulunan, Asya’nın en büyük kitabevi niteliğindeki ve dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de metrekareye düşen insan sayısının en fazla olduğu yerlerden biri “Beijing Books Building”in beş katının herhangi bir koridorunda herhangi bir rafın Türk edebiyatından çeviri eserlere ayrılması, biraz daha zaman alacak gibi.

Çinceden çevirmen ihtiyacı

Benzer durum, Çin edebiyatı ve kültürünün Türkiye’deki yansıması açısından da az çok geçerliyse de Çinli okurlar bize göre daha şanslı sayılabilir. Yazarlarımız Çinceye doğrudan Türkçeden çevrilirken biz Çin edebiyatını çok büyük oranda İngilizce, Fransızca ya da Almanca üzerinden yapılan çevirilerle tanımak zorundayız. Türkçeye edebi düzeyde hâkim “yeterince” Çinli çevirmen varken, Ankara Üniversitesi DTCF Sinoloji Bölümü’nün ünlü hocalarından Prof. Dr. Muhaddere Nabi Özerdim’in 1950’li yıllardaki kimi çevirileri ya da aynı bölümün günümüzdeki anabilim dalı başkanı Prof. Dr. Bülent Okay’ın çalışmaları dışında, Çince çevirmen eksikliği hissettiğimiz çok açık. Elias Canetti’nin Körleşme ’sinin ünlü kahramanı Prof. Kien gibi olmasa da hayatını Çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış bilim ve sanat insanlarımızı artırmaktan başka çaremiz yok.

Beden diliyle anlaşamayız!

Kitapların, bir ülkeyi ve insanını, kültürünü, tarihini, düşünme sistemini tanımak açısından, gezip görmek ve yerinde incelemek kadar verimli kaynaklar olduğuna kuşku yok.

Ancak söz konusu ülke Çin olunca iş biraz zorlaşıyor doğrusu, çünkü beden dilinin en basit örneklerinin bile evrensel olmadığını kanıtlayan, kimi sembollerin, mimiklerin, günlük davranış kalıplarının alabildiğine özgün kaldığı bir ülkeyle karşı karşıyayız. Şöyle söyleyeyim; örneğin iki elinizin avuç içlerini birkaç kez birbirine sürtmek Türkiye’de “İşler çok iyi” demekken, Çin’de “İflas ettim, işler çok kötü” anlamına geliyor! Dolayısıyla bir şiirin, romanın, şarkının ya da filmin içeriğinin tamamıyla anlaşılmasının dünyanın geri kalanı için nerdeyse imkânsız bulunduğu bir ülkeyle karşı karşıyayız. Batılılar boşuna “Çin’de hiçbir şey göründüğü gibi değildir!” demiyor ve Çin sinemasının ünlü temsilcilerinden Chen Kaige, “Çin’le ilgili konuların derinine inemezsiniz, yoksa yabancılar anlamaz. Hong Kong ve Tayvan’dakiler bile anlamıyor!” demekte çok haklı.

cin-li-edebiyatcilar-istanbul-kitap-fuari-ndaİlim Çin’de de olsa…

Yine de uzun yıllardır yalnızca kitaplar aracılığıyla tanıdık ve daha yakın kıldık Çin’i. Kanuni döneminde Çin’e gönderilen birkaç elçi dışında Osmanlı-Çin ilişkilerinin yok denecek kadar az olduğu söylenebilir. 17. yüzyılda Katip Çelebi’nin Cihannüma ’da Çin’e ayırdığı sayfaların dışında entelektüel-edebi ilgiye de hemen hiç rastlanmıyor. Başta İngiltere olmak üzere belli başlı Avrupa hükümetlerinin 1898’in yaz aylarında ülkede yaşanan sömürgecilik karşıtı ünlü Boxer İsyanı’ndan şaşırtıcı biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmalarının dışında, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1971’de Birleşmiş Milletler’e kabulü ve Türkiye tarafından da tanınmasının öncesinde karşılıklı ilişki, her anlamda son derece zayıf. Ama bir yandan da “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” gerçeği var ve bu da günümüzde çok daha geçerli hale gelmiş durumda.

Romanlardaki Çin, savaş, devrim

Türk okuru, Çin gerçeğiyle öncelikle romanlar sayesinde tanıştı. Binlerce sayfa arasında çıkılacak bir “uzun yürüyüş”, çoğu klasikleşmiş bu romanların önemlerini günümüzde de koruduklarını, bu uzak ülkeyle yakınlaşmak açısından halen işlevsel olduklarını ortaya koyuyor.

Çinli baba ile Belçikalı anneden doğan Han Suyin’in 1955’te William Holden ve Jennifer Jones’lu bir Henry King filmine de dönüştürülmüş olan Aşk Güzel Şeydir romanı, 1956 yılında Altın Kitaplar tarafından sunulmuş okurlarımıza. Çin Devrimi’nin fırtınalı yıllarında Hong Kong’ta evli İngiliz erkek ve âşık olduğu Çinli kadının ilişkileri etrafında gelişen bir aşk öyküsü anlatan roman, yazarın yaşamından gerçeklikler de barındırıyor.

2012’de 86 yaşında ölen Han Suyin’i gene Çin dekorunda geçen Aşka Vakit Yok (Halk Kitabevi, 1967) romanı ve önce Hürriyet, sonra da Berfin Yayınları’nca yayımlanan, iki ciltlik çok başarılı bir Mao Zedung biyografisi olan Sabah Tufanı ’yla da tanımıştık.

Bir Çin köyünü ve kocası kaçıp gidince üç çocuğu ve ihtiyar kaynanasıyla kalan gencecik bir köylü kadını anlatan Pearl S. Buck romanı Ana (Remzi Kitabevi, 1943); devrim öncesinde savaş ağalarının talan ettiği köyünden kaçıp Pekin’e gelen bir çekçekçinin öyküsünün aktarıldığı Çekçek (Konuk Yay., 1975); Japon işgali ve sonrasındaki Kuomintang dönemi ile devrimi, Pekin’deki bir kukla ustasının gözünden öyküleyen enfes Paul Tillard romanı Kuklacı (Cem Yay., 1975), Agnes Smedley’den ünlü Çin Savaşıyor (Bora Yay., 1975), Luo Kuang ve Yang Yi’nin yazdığı, ülkemizde de bir kuşak üzerinde çok etkili olmuş Kızıl Kayalar (Aydınlık Yay., 1978), Attilâ İlhan çevirisiyle okuduğumuz müthiş Andre Malraux romanı Kanton’da İsyan (Yazko, 1981) ya da Bernardo Bertolucci’nin sinemaya da aktardığı, Çin’in sonradan bir yurttaş-bahçıvana dönüşen son imparatoru Pu Yi’nin anıları Son İmparator (Afa Yay., 1988), Çin’in yakın tarihini, Japon işgali, iç savaş, devrim ve Kültür Devrimi dönemlerini ele alarak anlatan yapıtlar olarak öne çıkıyorlar.

Eva Siao’nun Çin: Hayallerim, Hayatım (Afa Yay., 1994) başlıklı sarsıcı anıları da bu kapsamda mutlaka okunması gerekenlerden.

Nobelli iki yazar

Daha yakın dönemlerde, 1990’dan bu yana Fransa’da yaşayan 1972 Pekin doğumlu Shan Sa’nın, Çin tarihindeki tek kadın imparator Wu Zeitang’ın korkunç yaşamını ve 7. yüzyılda Yasak Şehir’de işlerin nasıl döndüğünü son derece etkileyici şekilde anlattığı İmparatoriçe (Doğan Kitap, 2003) ve gene aynı yazarın kaleme aldığı, 1930’larda Japonların işgali altındaki Mançurya’daki direnişçi bir genç kızın öyküsünü anlattığı Go Oyuncusu (Doğan Kitap, 2004) gibi romanlar da Çin tarihi ve kültürünü tanımak için zengin malzeme sunuyorlar.

Parisli bir gazeteci, Teksaslı bir edebiyat profesörü ve Alman bir Sinolog’un Pekin’de çok gizli bir elyazmasının peşine düşmelerini anlatan, Kolombiyalı yazar Santiago Gamboa’nın kaleminden çıkan, özellikle Pekin’i tanımak açısından yararlı Düzenbazlar (Doğan Kitap, 2002) ve “Çin’in yüksek yemek kültürünün gizli dünyasına bir yolculuk” öneren, “Gelenek ve modern dünya arasında sıkışmış bir ülkenin harika bir resmi olarak” nitelendirilebilecek Nicole Mones romanı Son Çinli Şef de (Doğan Kitap, 2007), aşk, yemek ve dostluk üzerine, günümüz Çin’inden çarpıcı kesitler aktaran keyifli bir roman olarak yer alıyorlar listemizde.

Dipnot Yayınları’nın küçük okurlar için hazırladığı masal dizisinin Çin Masalları (2008) durağına da uğrayalım ve kitapta yer alan 19 masalın çok şey anlattığını vurgulayalım.

2012’de Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Mo Yan’ın, 1987’de Zhang Yimou tarafından beyazperdeye aktarılan, bir ailenin üç kuşağının öyküsünü anlatarak 1923-1976 arasında Çin’deki önemli toplumsal-siyasi olayları öykülediği Kızıl Darı Tarlaları da (Can Yay.) Çin edebiyatının zorlu lezzetini tatmak isteyenler için iyi bir fırsat.

Çin’e belirgin bir merak, heyecan ve sempatiyle yaklaşan bu örneklerin yanında, 1949’dan bu yana iktidarda bulunan Çin Komünist Partisi’ne açık bir nefretle yaklaşanlar da var. Rejim karşıtlarından, romanları 1989’dan bu yana yasaklı, Fransa’da yaşayan Nobel ödüllü (2000) Gao Xingjian’ın Doğan Kitap’tan çıkan Ruh Dağı (2002) ve Yalnız Bir Adamın Kitabı (2003) ile Anchee Min’in Madam Mao Olmak (Everest Yay., 2005) romanlarının da Çin’e eleştirel-muhalif yaklaşımlarıyla geniş yankı buldukları söylenebilir.

Şiirler ve ideogramlar

Eray Canberk’in titiz bir çalışmayla Türkçeleştirdiği Mao Zedung şiirleri (Cem Yay., 1976) ya da Celal Üster çevirisiyle yayımlanan Mao’nun Kültür Sanat ve Edebiyat Üzerine ’si (Aydınlık Yay., 1978, Berfin Yay., 2005),Klasik Çin Şiirinden Seçmeler (Çev: Erdem Kurtuldu, YKY, 2010), François Cheng’in Boşluk ve Doluluk: Çin Resim Sanatının Anlatım Biçimi (İmge Yay., 2006), “Çince, kaligrafi için yaratılmış dil. Esinli yolu izleyen, esinli yolu ortaya çıkartan dil” diyen Henri Michaux’nun Çince İdeogramlar ’ı (Norgunk Yay., 2010), Roland Barthes’ın 1979’da gittiği Çin’e dair “dağınık” notlarını bir araya getiren Çin Yolculuğu Defterleri (YKY, 2012) gibi kitaplar da Çin sanatının değişik boyutlarına derinlemesine dalan çalışmalar olarak zengin ve öğretici birikim oluşturuyorlar.

Öte yandan bu kapsamda üzerlerinde ayrıca durulması gereken, Çinlilerin nasıl düşündüğünü 5 bin yıllık bir tarih ve kültürün incelikleri üzerinden anlatan Çin Simgeleri Sözlüğü , Savaş Hileleri: Stratagemler veKadim Çin’in Askeri Klasikleri ’nin önemlerini vurgulamadan geçmeyelim.

Çin usulü sosyalizm

Çin’e yönelik genel ilgi her geçen gün biraz daha artmakla beraber, bilgi ve araştırma eksikliğinin en fazla görüldüğü alanın “sosyalizm tartışmaları” olduğu söylenebilir. 1949’un ardından 1966-1976 arasındaki Kültür Devrimi’yle de dünyayı etkileyen Çin, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e teorik katkılarıyla birlikte 1970’lerin sonunda ortaya atılan ve Deng Siaoping tarafından geliştirilen “Dört Modernleşme” (tarım, sanayi, bilim, savunma) hareketiyle bugünlere kadar geldi ve uzay çalışmalarına kadar dayanan inanılmaz bir gelişme gösterdi. Çinli teorisyenler, başından beri, her şeyden önce bir geçiş süreci olan sosyalizmin her ülkenin kendi koşullarına göre yaşanması gerektiğini belirtiyor ve ısrarla “Çin Usulü Sosyalizm”e vurgu yapıyorlar. Başta yoksul ve açlık çeken nüfusun azaltılması olmak üzere, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bugünkü Hindistan seviyesinde olan bir ülkenin kaydettiği mucizevi başarıya tanıklık etmemizi sağlayan çok sayıda araştırma-inceleme-anı kitabından söz edilebilir.

Öncelik, efsaneleşmiş kitapların… Edgar Snow’un her ikisi de 1975’te Koral Yayınları’ndan çıkan Çin Üzerinde Kızıl Yıldız ve Uzun Devrim ’inden Alain Peyrefitte’nin Cemal Süreya çevirisi Çin Uyanınca (E Yayınları, 1975) ve M. Antonietta Macciocchi’nin Çin Deyince ’sine (1976), Jan Myrdal’ın Çin Raporu ’na (ABC Yay., 1977) kadar 70’li yıllarda yayımlanan çok sayıda “kızıl kitap” var bize Çin’i anlatan. Mao Zedung sonrası Çin sosyalizminin gidişatı konusunda ise ÇKP 11. Merkez Komitesi Genel Toplantısı tutanaklarını içeren Bugünkü Çin Hangi Yolu İzliyor? (Aydınlık Yay., 1980), özellikle son 30 yıla ışık tutması bakımından, en kısa tanımla temel kitap niteliğinde.

Son birkaç yılda yayımlanan, Çin’in Megatrendleri: Yeni Bir Toplumun Sekiz Dayanağı (Optimist Yay.), Çin’in ünlü milli lideri Sun Yat-sen’in Halkçılık Üzerine (Sadık Usta, Kaynak Yay.) gibi çalışmalar da aslında pek çok açıdan “bize benzeyen” bu ülke ve insanları konusunda bakış açımızı ve ufkumuzu genişletmemize yardımcı oldular hiç kuşku yok ki.

Evet, İtalyan sinemacı Marco Bellocchio’nun 1967 yapımı filmi “La Cina e vicina”nın Türkçe çevirisinde dendiği gibi, Çin yakındır! Kitaplarla ise çok daha yakın!

Türkiye’de Çin’i düşünmek

Kitaplığımızda yer bulan son inceleme-araştırma, Selçuk Esenbel, İsenbike Togan, Altay Atlı tarafından hazırlanan Türkiye’de Çin’i Düşünmek: Ekonomik, Siyasi ve Kültürel İlişkilere Yeni Yaklaşımlar (Boğaziçi Üniversitesi Yay.) oldu.

Tunca Arslan

Kaynak : []

Türkiye ‘de Güzel Sanatlar Hakkında Merak Ettikleriniz – 8 –

20. YÜZYILA DOĞRU SANAT ALANINDAKİ GELİŞMELER

Osmanlı’da resim sanatının kendini hissettirmesinden önce sanat alanındaki hareketler ‘ süslemecilik’ ile sınırlıydı. Bu dönemde süslemecilik o kadar ileri gitmişti ki 3. Ahmet zamanında ‘Sebi’ isimli sanatçı çekmeceleri lakeli manzaralarla bezemişti. Çeşitli dönemlerde sanatçılar en küçük objeyi bile resim yaparak süsleme yoluna gitmiştir. Süslemecilik ve duvar resimlerinin daha sonra tuval resimlerine bırakması çok da kolay olmamıştır. Resmin temelini oluşturan minyatür resmi zamanını doldurmuş ama Osmanlı resmi için önemini devam ettirmiştir. Ve zamanla yerini modern resme bırakmaya başlamıştır.1

Resim sanatımızdaki ilk primitiflerle birlikte pentür, yağlı boya ressamları da sanat tarihimizdeki yerini alarak şimdiki modern Türk resim sanatının temelini atmışlardır.

Sanayi-i Nefise’nin Kurulması 

20. yüzyıl sanat alanındaki gelişmeler bir çok ilki de beraberinde getirmiştir. Sanat alanındaki gelişmelerin en büyüğü ve ilki Sanayi-i Nefise Mektebinin kurulmasıdır. 1877 yılında ilk defa resmi bir akademinin kurulması yolunda çalışmalara başlanır. Bu okul hem resim hem de mimarlık alanında öğretim yapacaktır. Fransız ressam Guillemet de okulun hem müdürlüğünü yapacak, hem de resim derslerini verecektir. 19 ekim 1877 de padişahın onayı alınır. Fakat tam bu sırada ( 1877-78) Osmanlı- Rus savaşı başlar ve bu savaş sırasında Guillemet tifoya yakalanır ve ölür. Böylelikle akademinin açılması işi de bir müddet için kalır. Bundan sonra akademinin kurulup, öğrenime geçmesi için daha beş buçuk yıl geçecektir. Osman Hamdi’nin müze müdürlüğüne tayin edilmesiyle (4 eylül 1881) bu konu tekrar gündeme gelir. Sanayi-i Nefise Mektebinin Ticaret Nezaretine bağlı olarak ( 30 aralık 1886 da Ticaret Nezaretinden ayrılarak Maarif Nezaretine bağlanır) ve müdürlüğüne Osman Hamdi detirilerek kurulmasına karar verilir. Osman Hamdi’nin okul müdürlüğüne atanma tarihi 1 ocak 1882 dir. Bundan sonra sıra okul binasının yapımına gelir. 2 mart 1883 yılında mimar Vallauri’ nin müzenin bahçesinde yaptığı binada ( bugün Eski Şark Eserleri Müzesi olarak kullanılan bina) öğretime başlanır. Öğrencilere resim , heykel, mimarlık ve gravür konularında dersler verilecektir. Fakat gravür dersini verecek hoca bulunamadığından , önceleri bu bölüm faaliyete geçmemiştir. Sonunda Fransa ‘ dan Napier adlı kişinin getirilmesi ile 1892 nin mart ayında bu bölümde derslere başlanır.

Akademinin ilk açılışındaki öğretim görevlileri ve dersleri şöyledir.

Heykel öğretmeni: Yervant Osgan

Yağlıboya öğretmeni : Salvator Valeri

Karakalem ve tezyinat öğretmeni: Warnia-Zarzecki

Fenn-i mimari öğretmeni: Vallauri ve yardımcısı P. Bello

Tarih öğretmeni: Aristofenis Efendi

Ulum-i Riyaziyye( matematik ) öğretmeni: Kaymakam Hasan Fuat Bey

Teşrih (Anatomi) öğretmeni: Kolağası Yusuf Rami Efendi

İlk Heykeltraşlar

Osman Hamdi’nin Sanayi-i Nefise Mektebindeki müdürlüğü ölümüne kadar devam eder(27 yıl)2 . Resim, mimarlık ve heykel gibi üç ayrı dalda yirmi öğrenciyle öğrenime başlayan Sanayi-i Nefise’de tüm resim ve heykel öğrenimi yabancı hocalar tarafından verilmekteydi. Hocaların yabancı oluşu Osman Hamdi Bey’in gizli misyonuna bağlanmaktadır.3

Sanayi-i Nefise’ye 1914 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebinin açılmasına kadar kız öğrenci özellikle alınmamıştır. Heykel sanatının dışlandığı dönemlerden sıyrılabilmek Sanayi-i Nefise ‘deki heykel öğretimiyle aşılabilmiştir. Okulun ilk Türk heykel öğrencisi İhsan Özsoy’ dur. Ki o da tesadüf eseri okulun bahçesinde Osman Hamdi ile karşılaşır, Osman Hamdi kendisine okula mı girmek istiyorsun diye sorar o da böyle bir fikri olmadığı halde evet der ve bu şekilde okula kaydolur. İhsan Özsoy 9 yıllık eğitimden sonra Parise gitmiş ve önce Deloye’un atölyesine Osman Hamdi’nin tavsiyesi ile girmiştir. Doğa aşığı İhsan Bey bu atölyeyi kuru ve yaşamdan uzak bulmuş, oradan ayrılarak Sordi ve Thomas’ın yanında çalışmıştır. İstanbul’a dönüşte açtığı atölyenin dış kapısına rölyef astığı için şikayet edilmiş ve atölye polis takibatına alınmıştır.4 1908 de Oskan Efendi emekli olduğu için Sanayi-i Nefise’de heykel hocası olmuştur ( ek-1). Yine aynı dönemin bir diğer heykeltıraşı İsa Behzat’ tır. Oskan Efendi’nin öğrencisi olan İsa Behzat natüralist karakterlerde heykeller yapmıştır. Güçlü bir tekniğe ve plastik uygulamasına sahipti (ek-2).5

İlk Sergiler

Resim alanına geri dönüldüğünde sanat alanındaki gelişmelerin bir diğer ilki sergilerdir. Ana kaynak kitabımız da bahsedilen sergilerin ilki Şeker Ahmet Paşa’nın Sultanahmetteki Mektep-i Sanayi’de düzenlediği resim sergisidir. 27 nisan 1873 de açılan bu sergide yabancılar ve Hıristiyanlar çoğunluktaydı. Sergiye Mekteb-i Tıbbiyye ve Mekteb-i Sultani’nin bazı öğrencilerce yapılmış resimleri de konuldu6 ifadesine karşılık Sezer Tansuğ ise 28 aralık 1845 bir belge Oreker adında bir manzara ressamının sarayda bir sergi düzenlediğini ortaya koyuyor. Bu olayın 1870 den sonra sıklaşan resim sergilerinin bir başlangıcı olduğu kabul edilir.yine de Ahmet Paşa’ nın1873 nisanında açılmasına önayak olduğu sergi, Türkiye’ de açılan ilk resim sergisi olduğu kabul edilir.

Bu serginin basında uyandırdığı yankılar, bu girişimin bir ‘dal’ açılmasını düşündürdüğü söylentilerini de kapsamış ve gazete ilanlarında bazı dükkanlarda yağlıboya satılmakta olduğu duyurularak, bir ilkpiyasa hareketinin başlamasına da yol açmıştır. Bu ilk sergi devletin en üst kademelerinde ilgiyle karşılanmıştır.

Yine Şeker Ahmet Paşa bu sergiden aldığı güç ile hazırlık ve çağrı aşamasından sonra 1 temmuz 1875 de 2. Seginin açılmasını sağlar. Bu sergiye çok sayıda batılı ve azınlık sanatçının yanı sıra Hoca Ali Rıza, Ahmet Bedri, Halil Paşa , Osman Hamdi, Nuri Beyler , Türk sanatcısı olarak katılmıştır.

İstanbul’da azınlık ve ecnebilerin kurduğu Elifba ( a,b,c) kulübü ( Club’ de I’ABC), 1880-82 yıllarında Mavrokordato isimli bir Rumun girişimleri ve İngiltere kolonisinin yardımlarıyla sergiler düzenlemiştir. Elifba’nın ilk sergisi Tarabya Rum Kız Okulunda, 1881 de düzenlenen ikinci sergisi Tepebaşı Belediye Bahçesindeki köşkte açılmıştır.

Sanayi-i Nefise Mektebinin kurulmasından sonra ilk kez 1885 de öğrenim yılı sonunda düzenlenen öğrenci sergileriyle birlikte İstanbul’da sergiler devamlılığa kavuşur ve giderek daha ulusal bir nitelik kazanır.7

Bu ilk sergiler, ilk sanat pazarının ve ilk eleştirilerin de şekillendiği olaylardır.

İlk sanat Pazarı Oluşumu

Askeri ve sivil okullara bakıldığında gençler kendi kapalı ortamlarının sınırları içinde , sanatın coşkusunu resim üretimiyle paylaşmaktadırlar. Yaptıkları resimlerin sergilenmelerini düşlemekten ne denli uzaktırlar. Satış, başka bir deyişle sanatın pazarlanması akıllarının ucundan dahi geçemeyecek bir ütopyadır. Tek bir hedefleri vardır; resim yapabilecek olanakları ve zamanı olabildiğince çok değerlendirmek. ( O dönem sanatçılarının sürekli saray çevrelerini resmetmesinin amacı ise eserlerinin alıcılarının yine saray eşrafından olmasıdır.) sanatla yakından ilgilenen padişahların ve veliahdların yaşadığı saray mekanına sunulacak bir resim yapma gayretindeydi ressamlar. Kuşkusuz büyük bir onurdur bir sanatçının resminin saraya girebilmesi. Önemlisi ise kazanılan ödüldür. Padişahın beğenisine hitabeden bir resim sanatçısına yeni bir ufuk, Avrupa’da resim öğrenimi kazanma olanağı sağlamaktaydı.

İlk kez 27 nisan 1873 tarihinde Şeker Ahmet Paşa tarafından gerçekleştirilen sergide, ressamlar toplumla tanışıp, resimlerini pazarlama şansı yakalayacaklardır. Ancak, Osmanlı ressamları resimlerini sergileme konusunda korkular ve çekingenlikler gösterdikleri için bu sergiler daha çok azınlık ressamların yapıtları üzerinde kuruldu. Aynı ilk tiyatro oyunlarında Türk gençlerinin çekingenliği ve korkuları nedeniyle, azınlıkların sahne almaları gibi. Osmanlı ressamları, üretimleri karşılığında beğenilmek ve en fazla olarak da ödüllendirilmeyi düşünürken, batılı ustaların Osmanlı topraklarında ürettikleri resimler servetlere satılmaktaydı.8

İlk Eleştiriler

Bu sergiler ilk eleştiriyi de beraberinde getiriyordu. 1873 yılında başlayan sergiler 1908 yılına kadar toplu sergiler olarak gelişir. 24 mart 1882 tarihli Vakit gazetesinde, ‘Cuma günü saat 6 da açılan serginin resim sanatına ilgisiz kalan toplum için bir gelişme olduğunu’ vurgulamakta ve sanatçıların resimleri eleştirilmektedir. ( ek 3) “…. Saadetlü Hamdi Beyefendi’nin usta eserleri olmak üzere feraceli bir kadın ve yeşil cübbeyle kendi yüzlerine benzeyen yüzde bir molla, ve bir Mekke’li ve zeybek resimleri vardı…diğer eserlerin yapımcılarının resim ve sanatları araştırılarak onların da yayımına aracılık edceğimiz unutulmamalıdır.’

Bu satırlar, o yıllarda yayınlanan gazetelerde resim sanatına önem verildiği ve sergilerin izlendiğini, sergilerde yer alan resimlerin tek tek gözlemlendiğini ve konusal açıklamaların yapıldığını belgelemektedir..9

Sanatçılara Genel Bir Bakış

 

İlk pentür sanatçılarda estetik görüş ve teknik uygulamada kişilikli bir yorumlama yoktu. Kimi eserler adeta tek bir elden çıkmış gibi tek düze idiler. Sanatçı konularını objektif bir görüşle realist hatta natüralist bir anlayışla tuvallerine yansıtmışlardır. (Yazının devamı resimlerin altındadır)

Salih Molla Aşki ya da Şevki’ nin eserlerinde olsun pentür anlayışı naif yalınlıkları yüzünden çekici bir anlam kazanmaktaydı.

 Şeker Ahmet Paşa; Natürmort ve peysajlarında nesneleri çok iyi incelemiş, batı empresyonizminin özgürce ortaya koyduğu stili benimsemiş ve akademik klasikçiliği bir tarafa bırakmıştır. Kompozisyondaki düzen duygusu, olgun renkleri ve çizgiyi ihmal etmemesi, objeler üzerindeki keskin gözlemleri onu ikinci kuşak ressamlar içinde özel bir yere oturtmaktadır. ‘ orman’ tablosu , bize hem batıdaki realist sanatçıların esrlerini anımsatmakta hem de Çin sanatındaki doğanın gücünü yansıtan esrleri hatırlatmaktadır.10

Osman Asaf; Yurt dışına gönderilen sanatçılardandır. Yurda dönüşten sonra çok fazla varlık gösterememiştir( ek 5). Yeşil ve sarı tonlarının hakim olduğu mescid resmi empresyonist bir tarzda yapılmıştır. Resim servilerin rüzgar estikce insana dair gerçeği pek derin hikmetlerle fısıldayan o servilerin ruhunu hissetmekteyiz. Osman Asaf ayrıca Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuasının sorumlu yöneticiliğini de yapmıştır.

Şehzade Abdülmecit; Sultan Abdülaziz’ in oğludur. Resme ilgisi küçük yaşlarda kendini göstermiştir. Güçlü ve yetenekli bir ressamdır( resim 134). Sarayda Beethoven onun iyi bir portreci ve figür düzenlemelerini mükemmel bir şekilde yaptığının en iyi göstergesidir. Haremde Goethe figür ustalığını da gözler önüne sermektedir. Renk ustalığı ve figür düzenlemeleri açısından çağdaşları arasında özel birde durmaktadır.

Ömer Adil; Sanayi-i Nefise’den mezundur. 1914 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebinde hocalık ve idarecilik yapmıştır. Kızlar atölyesi onun en önemli eseridir. Resim izleyende fotoğraftan yapılmış etkisi uyandırsa da kesinlikle fotoğraftan çalışmadığı resimlerini doğada ve doğal ortamlarda izleyerek yaptığı bilinmektedir.

Halil Paşa; Türk resim sanatında önemli bir yere sahip olan Halil Paşa akademinin etkisiyle sağlam desenler oluşturup figürlü kompozisyona ağırlık vermiş ve zamanla da empresyonist çizgiye yönelen kompozisyonlar oluşturmuştur. Halil Paşa empresyonizme karşıydı “ Paris’ e gidişimde resmin berbat bir hale geldiğini zayıf boyalar, çizgisiz renkler ve zayıf desenler gördüm. Bunlar hep Manet’in tesiriyle olmuştur. Bundan çok müteessir oldum. Mamafih şimdi Fransa’da tekrar yeni klasik üstadlar yetişmeye başladı. Neyse çok şükür.” Demesine karşılık resimlerinde empresyonizmin etkisi hissedilmektedir. Resimde çıplaklığın yasak olduğu dönemlerde Halil Paşa akademinin etkisiyle bir ilki daha gerçekleştirmiştir. Bu resmi onun çıplaklığa soğuk bakmadığı ve suret yasağına uymadığı görülmektedir.11

Fahri Kaptan; Fahri Kaptan’ın resimleri saray duvarlarında ve kartpostallara da girmiştir. Resimlerinin kopya olma olasılığı vardır. Arnavutköy Sırtlarından resmini 19. Yy . Türk manzara resmine sokamayız. Bu resimdeki derinlik etkisi uzay duyarlılığı ve özellikle ön sıradaki nefti ağaçlarının sağa sola atılmış taş blokların bulutların yarattığı antik atmosfer sanatçıya mal edilemez.12

Müfide Kadri; Çağdaş kadın niteliklerine ulaşan ilk kadın sanatçılarımızdandır. Pastel ve yağlı boya ustasıdır( resim 132). Osman Hamdi Bey’den ders almıştır. Sanata ailesinin desteğiyle başlamıştır. Ve aldığı eleştirilere yine ailesinin desteğiyle dayanmıştır. 22 yaşında rahatsızlanıp, hayata veda etmiştir. Bu erken ölüm ailesini oldukça üzmüştür. Onun anısına bir sergi düzenlenir. Bu sergi kadın sanatçılar adına açılan ilk kişisel sergi olmuştur.13 Çok erken yaşta ölmesine karşın onu çok iyi tanımamızı sağlayan güçlü eserler bırakmıştır.

Mihri Müşfik; Öncü kadın ressamlarımızdan biridir. Ressam Zonaro ona özel resim dersleri vermiştir. Padişahlık döneminde aldığı resim eğitiminin ve yurt dışında öğrenim görmesinin aykırı bulunacağından sahte pasaportla Roma ‘ya kaçmıştır. Roma’da ve Paris’de öğrenimini sürdüren sanatçı portre yaparak hayatını devam ettirmiştir. Sanatçı yeteneğinin yanında karizmatik kişiliğiyle dönemin tutucu ortamında genç kızların da resim ve heykel eğitimi alması için yoğun bir mücadele içine girmiş, çabalarının sonucu resim hocalığının yanında İnas Sanayi-i Nefise Mektebinde hem idarecilik yapmış hem de yeni yetenekler yetiştirmiştir. Sanatçının İnas Sanayi-i Nefise’de eğitime getirdiği yeniliklerden biri ilk çıplak kadın modelinin kız atölyesinde kullanılmasıdır. Mihri Hanım resim atölyesinin kadınlar hamamından model de sağlamıştır. Türk Hanımların bu konudaki çekingenliğinden modelleri Rum ve Ermeni hanımlardan yapmıştır. Çıplak erkek model sorununu ise arkeoloji müzesindeki torsları kullanarak çözümlemeye çalışmıştır. Torsların çıplaklığı şikayet konusu olunca bakanlık yetkilisine “Hakkı aliniz var efendim. Bir hanım mektebine bir erkek heykeli gitmiş, tabii doğru değil. Ama biz ona bir peştamal takarız” diyerek espriyle durumu düzeltmiştir. Bir müddet sonra model olarak giysili, yaşlı erkek getirilmiştir. ‘ Zaro Ağa’ bunlardan biridir. Mihri Müşfik’in eğitime getirdiği bir diğer yenilik atölyede yarışma açması ve 1. 2. 3. Eserlerin de atölyede sergilenmesidir. Sanatçı genellikle öğrencilerine büyük boy figürlü çalışmaları için füzen veya kömür kalem kullandırtmıştır.14

Figürü Türk resminde ilk kez ve üstelik de resmin temel ögesi olarak ele alan ressam Osman Hamdi Bey’dir. Buna rağmen Osman Hamdi Bey çıplak konusunu ele almamıştır. Bu da ilginç bir tutum sayılır. Özellikle müdürlüğünü yaptığı Sanayi-i Nefise’de öğrencilerin çıplak modelden çalışma isteklerine pek de sıcak bakmadığı anımsanmalıdır!15

Şevket Dağ; yaşamının büyük bir kesmi 20. Yy. da geçmiş olsa da sanatının en değerli günleri , en önemli yapıtları 19. Yy. ın bir uzantısı sayılabilir.Sanatçı ‘ interieur’ ev içi, kapalı mekanların ressamı olarak tanınmıştır. Ayasofya’nın kapısı adlı yapıtı türünün en güzel örneğidir.16 resimlerinde sürekli olarak cami kapılarını ve cami içlerini ve dışlarını resmetmesi bir yinelemedir. Döneminin fikri ve kültürel yapısına uygun resimler yapması ve sanatçı tavrı, onun beğenilmesinde önemli bir etkendir.

İstanbul’un rutubetli ve soğuk havalarında tarihi anıtları resmederken tutulduğu hastalıktan ölmüştür.

Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuası

1909 yılında meşrutiyetin ilanından sonra Osmanlı devletinde esen yeni özgürlük rüzgarları, basında, bazı resmi ve özel kurumlarda yenilikçi harakatlerin oluşmasını sağlamıştır. Aynı yıl kurulanOsmanlı Ressamlar Cemiyeti , 1911 yılında Abdülkadirzade Hüseyin Haşim Paşanın yönetiminde kuruluşun adını taşıyan bir mecmua yayınlamaya başlamıştır. Ressam Osman Asaf’ın sorumlu yönetici olduğu dergi, 1914 yılına kadar 18 sayı yayınlamıştır.

Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuası Türkiye’de plastik sanatlar alanında yayınlanan ilk yayın organı olmasının yanısıra ele aldığı konularla da bu alanda uzun zaman sürecek tartışmaların da öncülüğünü yapmıştır.17

Batılılaşma Sürecimizde Yabancı Ressamlar

19. yy. da Osmanlı ülkesinde ve İstanbul’da faaliyet göstermiş olan sanatçıların belli başlıları; Ziem, de Mango, Bello, J. F. Lewis, Preziosi, Guillement, Aiwasovzky ve Zonaro’dur. Bu ressamlara Harbiye’de ilk kez batı usulü resim derslerini yöneten Fransız hoca Mösyö Kes ile 1883 de Osman Hamdi eliyle Sanayi-i Nefise’nin kurulmasıyla hocalıklara getirilen Valeri ve Zarzecki’nin de katılması gereklidir.

Bu ressamlar arasında Pazar yönünde kataloge olmanın ötesinde önemli birer sanatçı olarak değerlenenlerin başında John Frederic Lewis ve Aiwazovzki gelmektedirler. Lewis etkin bir gravür sanatçısı olarak ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu gibi, Aiwazovzki de gelmiş geçmiş deniz ressamları arasında ön sırayı alan bir usta olarak ün kazanmıştır. Presiozi, de Mango, Bello gibi sanatçılar eserlerinin belgesel değerinin yanısıra teknik ustalıkları ile de dikkat çekerler. Renk kullanımı yönünde cesur bir miraca sahip olan Zonaro’nun Osmanlı sarayında çok rağbet görmüş olması bu özelliğine dayanmaktadır. İstanbul’da 19. Yy. ın ikinci yarısında faaliyet göstermiş olan Avrupalı ressamlar arasında en ilginç simalardan biri de Guillemet’ in oluşturduğu anlaşılmaktadır. Mustafa Cezar’ın Osman Hamdi kitabında verdiği bilgilere göre Akademi adıyla bir resim eğitimi atölyesi, ilk kez bu sanatçı tarafından İstanbul’un Beyoğlu semtinde kurulmuş ve o zamanlar Pera adını taşıyan, çevresinde elçilikler ve ecnebilerin yerleştiği bölgeye, bu suretle ilginç bir kültürel katkıda bulunulmuştur. Guillemet’in Osmanlı resmi makamlarının da ilgisini çekerek kendisine bir sanat eğitimi kurdurulmasının söz konusu olduğu ancak sanatçının 1876-77 yıllarında baş gösteren kolera salgınında ölmesi sonucunda bu projenin gerçekleşmediği öğrenilmektedir.

Türk sanatçılarla birlikte bazı azınlık ve yabancı mensuplarının da katıldığı ilk İstanbul salon sergilerinden sonra (1901-1902-1903) Türkiye’de ve dünyadaki siyasal gelişmeler, Avrupalı ressamların Türkiye’de geniş ölçüde faaliyet göstermesine fırsat vermemiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca özellikle İstanbul’da açılan yabancı sanat sergileri, genelde yabancı kültür misyonları eliyle gerçekleştirilmiş ve Türk sanat akademisinde Leopold Levy ve Rudolph Belling gibi önemli hoca istisnaları dışında eğitimdeki katkıları azalmıştır.18

Sanat alanındaki gelişmelerde yabancı sanatçıların katkıları yadsınamaz. Osman Hamdi Bey Sanayi-i Nefise’de sürekli olarak yabancı ressamları eğitimci olarak almış ve bu konuda sürekli eleştirilmiştir. Oysa yabancı ressamlar Türk rssamlara göre çok daha rahat olmalarının yanısıra sanat temelleri sağlamdı. Ayrıca onların dünya görüşleri Osmanlı sanatçılarına göre daha geniş bir durumdaydı. Ve bunların yetiştirecekleri öğrenciler de aynı görüşlere sahip olacaktı. Fakat çok yetenekli ve çok bilgili olan Türk ressamlarının da yabancı ressamlar yüzünden kendilerini ifade edemedikleri bir gerçektir.

 Kaynakça : 

1 Türkiye’de Sanat P.S Dergisi sayı 42 sayfa 14 Berke İnel

2 Osman Hamdi tablolarında gerçekle ilişkiler. V. Belgin Demirsar- sayfa 9- Kült. Bak. Y.

3 Gergedan- sayı 19 , sayfa 9- Kemal İskender

4Sezer Tansuğ- Çağdaş Türk Sanatı- sayfa 10

5 Türk Heykeli – Hüseyin Gezer – sayfa 54-57

6 Başlangıcından Bugüne Türk Resim Sanatı Tarihi -sayfa 160

7 Sezer Tansuğ- Çağdaş Türk Sanatı- sayfa 91-92-93

8 Türkiye’de Sanat P.S Dergisi- Sayı 36 sayfa 20-21 Dr. Kıymet Giray

9 Türkiye’de Sanat P.S.Dergisi –sayı 24 sayfa 16 Dr. Kıymet Giray

10 Türkiye’de Sanat P.S. Dergisi, sayı-42 , sayfa –16 Berke İnel

11Tombak , sayı-33, sayfa-99-100 İlkay Karatepe

12Başlangıcından Bugüne Türk Resim Sanatı Tarihi , sayfa 165

13 Türkiye’de Sanat P.S. Dergisi , Sayı 10 say.42-43 Dr. Kıymet Giray

14 Tombak, sayı-27, say.40-41 Ayşen Aldoğan

15Türkiye’de P.S. Sanat Dergisi , sayı-10 , say.43 Kemal İskender

16Başlangıcından Bugüne Türk Resim Sanatı Tarihi , sayfa -164

17 Tombak Dergisi, sayı-30, Sayf.-102 Nilgün Yüksel

18 Türkiye’de Sanat P.S. dergisi, sayı-2 , sayfa-31 Sezer Tansuğ

Kynk.: http://www.turkresmi.com