Yaratıcı işlerle uğraşanlar muhtemelen sanatın ilkokul eğitiminde önemli olduğuna katılacaklardır. Ancak okul yöneticileri buna katılmadıkları için, Arkansas Üniversitesi’nden bir grup sosyal bilimci, sanatla uğraşmanın faydalarını bilimsel olarak kanıtlamaya uğraşıyor. Education Next ve Educational Researcher’da yayınlanan araştırma sonuçlarına göre, müze ve performans sanatı merkezi gibi kültürel mekanlara giden öğrenciler sadece sanatla ilişkili derslerde daha yüksek notlar almakla kalmıyor aynı zamanda daha anlayışlı oluyor, tarihsel empati kurabiliyor, eğitimsel bellekleri ve eleştirel düşünme becerileri gelişiyor.
Eğitim reformu profesörü ve ekipteki araştırmacılardan biri olan Jay P. Greene, “Değişiklikler gözlenebilir ve çok dikkat çekiciydi” diyor. Özellikle bir müze gezisinin “öğrenciler üzerinde kesinlikle etki bıraktığı” gözlenmişti. Greene’e göre bu geziye katılan öğrenciler, öğrendikleri şeyleri “not almak ya da sınavdan geçmek gibi herhangi bir dış sebep gerekmeksizin” hatırlayabiliyorlar.
Büyük Bir Okul Gezisi
45,000 metrekarelik Crystal Bridges Amerikan Sanatı Müzesi, iki yıl önce açıldığında 11,000 öğrenciye ücretsiz müze gezisi sundu. Çekilişle belirlenen gruplar müzeyi ziyaret etti ve bir saatlik gezileri boyunca beş tablo incelediler. Geziler öğrenciye yönelik olarak düzenlendi, yani küratörler ders anlatmak yerine çocuklara tablolar hakkında temel bilgiler vererek, öğrencilerin tablolarla ilgili sorularını cevapladı ve tablolar hakkındaki tartışmaları yönettiler.
Müze gezisinden yaklaşık üç hafta sonra öğrenciler müze deneyimleriyle ilgili bir anket formu doldurdular. Ankette, gördükleri tablolarla ilgili soruların yanı sıra başkalarına karşı gösterdikleri hoşgörüye ve farklı tarihi dönemlerde yaşamış insanlarla empati kurup kuramadıklarına dair genel sorular yer alıyordu. En sonunda da, müzede görmedikleri yeni bir tabloyla –Bo Bartlet’in Kutu isimli tablosu- ilgili kısa bir kompozisyon yazmaları istendi. Müze gezisi için çekilişe katılan ama grup gezisi kazanamayan öğrenciler kontrol grubunu oluşturuyordu. Onlara da aynı şekilde empati ve hoşgörü ilgili sorular soruldu ve Kutuhakkında kısa bir kompozisyon yazmaları istendi. Daha sonra bu kompozisyonlar, bağımsız kişiler tarafından, eleştirel düşünme becerilerini değerlendirme konusunda saygın bir program temel alınarak değerlendirildi.
Sanat İnsanı Akıllı ve Duyarlı Yapıyor
Greene’in ekibi, test grubundaki öğrencilerin öğrendikleri “akademik” bilginin çokluğu ve müzede gördükleri resimlerle ilgili hatırladıklarını görünce çok şaşırdı. Öğrenciler, tablolardan birinin Büyük Buhran sırasındaki maddi desteklerle ilgili olduğunu, bir diğer tabloda ise ise kölelik karşıtlarının şeker üretimi protestosunun anlatıldığını hatırlıyorlardı.
“Bu tarihi ayrıntılar aslında küratörün standart sunumunda yoktu” diyor Green. Yani, tablolar hakkında tartışma ve soru cevap şeklindeki sunum, öğrencilerin tablolar hakkında alâkalı ve önemli sorular sormasına neden olmuştu. Ancak müze tecrübesindeki bir şey, öğrencilerin bu bilgiyi aradan neredeyse bir ay geçtikten sonra hatırlamalarını sağlamıştı. Pek çok çocuğun, sınavlarını geçmek için öğrendiği şeyleri çabucak unuttuğu düşünülecek olursa bu çok dikkat çekici bir durumdu.
Dahası, Greene’e göre, çocuklar ilk kez gördükleri bir tablonun analizini yaparken, eğer müzeye gittilerse daha gözlemci oluyorlardı. “Müzeye giden çocuklar, yeni tablodaki ayrıntıları, müzeye gitmeyen çocuklara göre çok daha iyi gördüler” diyor Greene. Müzeye giden çocuklar, tabloyu kendi deneyimleriyle ilişkilendirme, alt metinleri saptama ve sanatı farklı yorumlama konusunda da daha iyilerdi. Ayrıca, tabloda tasvir edilen insanlar ve durumlarla, kontrol grubunun yapamadığı bir şekilde empati kurabiliyorlardı.
Okulun Dışına Çıkın
“Bu araştırmadan önce insanlar bize çocukların bir müzeye gittiklerinde sadece pencereden dışarıyı seyrettiklerini söylemişti” diyor Green. “Ama durum hiç de öyle değil. Çocuklar çevrelerine dikkat ediyor, bilgiyi özümsüyorlar.” Bu, kısmen, müzede yaşanan tecrübenin ders dışı bir formata sahip olmasıyla ilişkili olabilir ama Greene araştırmanın böyle sonuçlanmasının, öğrencileri her zamanki okul ortamından çıkararak onları kültürel bir ortama götürmekle de ilgili olduğunu düşünüyor.
Greene, “Öğrencilere bir tablonun yüksek kaliteli bir reprodüksiyonunu gösterebilirsiniz ama bu aynı şey olmaz” diyor. “Müzelerin mimariyi önemsemesinin sebebi de budur. Bu binalar insanların zihinlerini, yaşayacakları tecrübeleri algılamaya hazırlar.”
Greene’e göre, “Kültürel deneyimlere aç” şehirlerde, müzeye giden ve gitmeyen çocuklar arasındaki en çarpıcı farkın düşük gelirli kesimden gelenler arasında görülmesi şaşırtıcı değil. Hayatlarında ilk kez bir müzeye giden çocuklar eleştirel düşünme, empati ve hoşgörülerinde çok çarpıcı gelişmeler kaydettiler.
Elbette okul yönetimleri hâlâ bir sanat müzesini gezmenin öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini daha geleneksel konularda da geliştirip geliştiremeyeceğini bilmek istiyor. “Sanatın, bir yapbozu ya da bir matematik problemini çözerken daha iyi düşünmenizi sağlayıp sağlamayacağını bilmiyoruz” diyor Greene. “Ama matematik ya da kitap okumanın iyi olduğunu anlamamız için bunları sanat diline tercüme etmemiz gerekmiyor. Öyleyse sanatı neden kitap okuma ve matematik diline tercüme ediyoruz? Sanat kendi başına bir şey yapmaktır, biz de bunu önemsiyoruz.”
“Meeting of Darbuka and Greek Folk” konseri 25 Nisan 2013 tarihinde.
Grup hakkında Türkçe ve İngilizce yayınlanan bülten şöyle;
Batılı köklerine rağmen Türk Ritimleri ve darbuka konusunda kendine özel bir yer edinmiş olan Raquy Danziger; 25 Nisan Perşembe Günü Saat:22.00’da “Meeting of Darbuka and Greek Folk”’da. İstanbul Taksim, Mask Live Music Club’da, Plan Ada’nın proje tasarımıyla gerçekleştirilecek etkinliğe konuk sanatçı olarak, Manos Achalinotopoulos (Klarnet), Andreas Pappas (Perküsyon), Nick Chaldeakis (Vokal), Bünyamin Olguncan (Perküsyon), Mehmet Özer (Bağlama), Sadettin Akay (Buzuki) ve Beste Yoltay (Vokal) katılacak.
Nefesli enstrümanları etnik bir yorumla sahneye taşıyan ve ataları Orta Anadolu’dan Atina’ya göç etmiş olan Yunanistan’ın ünlü klarnet virtüözü Manos Achalinotopoulos, Raquy Danziger konserinde klarneti ile perküsyonu buluşturacak. Raquy’e eşlik edecek diğer müzisyenler hem Yunan müzikleri hem de perküsyonun farklı renklerini sunacaklar.
Raquy Danziger,who took a special place on turkish rhythms and the darbukka despite her western origin, will perform at Mask Live Music Club on April the 25th under the title of ‘Meeting of Darbuka and Greek Folk’ . Manos Achalinotopoulos (Clarinet), Andreas Pappas (Percussion), Nick Chaldeakis (Vocal), Bünyamin Olguncan (Percussion), Mehmet Özer (Bağlama), Sadettin Akay (Buzuki) ve Beste Yoltay (Vocal) are the guest musicians on this project designed by Planada.
Manos Achalinotopoulos the famous clarinet virtuoso displaying wind instruments with an ethnic style whose ancestors imigrated from the middle Anotolia to Athens will bring clarinet and percussion together at Raquy Danziger concert.Other musicians ac differentcompanying to Raquy Danzigerwill perfor m both Greek music and the different shades of percussion.
“RAQUY DANZİGER”
İstanbul’da yaşayan Raquy Danziger; Kahire Operası, İskenderiye Operası, Kahire Kalesi, Kahire’nin merkezindeki tarihi, Ewart ve İskenderiye Kütüphanesinde, Said El Artist ve orkestrasıyla birlikte sahne alma onuruna erişmiştir. Good Morning Egypt, Leila Kebira, çeşitli televizyon programlarına da katılan Raquy, ayrıca Al Cazeera’ya da röportaj vermiştir. Raquy darbukanın dışında İran kökenli eski bir çalgıdan esinlenerek yapılan on iki telli kemençe, “Tarhu” da çalmaktadır. Yenilikçi performanslarına farklı bir boyut kazandıran Moğol gırtlak tarzı şarkı türünde de çalışmaları vardır. Daha önce Kahire Amerikan Üniversitesi’nde Arap Ritimleri dersi veren Raquy, öğrencilerine New York, Mısır ve Türkiye’de perküsyon ziyafeti sunmaktadır.
Raquy Danziger is a celebrated performer, teacher and composer known worldwide for her expertise on the dumbek, the Middle-eastern hand drum. Hailing from unlikely Western roots, Raquy has distinguished herself as a unique phenomenon and earned a place of renown in the genre. Raquy has had the honor of performing in Egypt as a soloist with Said El Artist (The Egyptian “King of Tabla”). Raquy has appeared on Good Morning Egypt, Leila Kebira, O TV, the Culture Channel, and Turkish Television, and has been interviewed on Al Gezira.
In addition to the dumbek, Raquy also plays the twelve- string Kemenche Tarhu, a rare and exotic bowed instrument designed after the Iranian spike fiddle. Both Raquy and Liron have recently begun Mongolian Throat Singing, which they do in harmony, adding yet another dimension to their innovative performances. Now based in Istanbul, Turkey, Raquy specializes in a style know as the Turkish Split Hand technique she teaches darbooka and makes workshops.
“MANOS ACHALINOTOPOULOS”
Atina’da doğan Manos Achalinotopoulos genç yaşından itibaren geleneksel müzik performansları konusunda araştırmalar yapmaya başladı. Bu müzik türünde Tassia Verra, Chronis Aidonides, George Koros, Aristidis Moschos gibi müzisyenlerle çalıştı. Manos Achalinotopoulos, dünyanın 35’den fazla ülkesinde büyük prestije sahip konser ve festivallerde klarnet, kaval, zurna ve flüt çalarak sahne aldı. Achalinotopoulos, 1994’ten beri Atina Üniversitesi Felsefe Fakültesi Müzik Teorisi ve Müzikoloji Bölümlerinde eğitim vermekte ve araştırmalarda bulunmaktadır.
Manos Achalinotopoulos who was born in Athens started doing searches on traditional musical performance beginning from his youth.He worked with musicians like Tassia Verra, Chronis Aidonides, George Koros, Aristidis Moschos on this type of music. Manos Achalinotopoulos took the stage at prestigious concerts and festivals in more than thirty-five countries in the world playing the Clarinet, Saury and Flute. Achalinotopoulos has been giving lectures at Athens University defaculty of philosophy musical theory and department of musicology.
Hollywood : Ne görmek istiyorsanız o’nu gösterir ! ya da Sistem pardon “kapitalizm daima kendini korur” ! “Hollywood”
ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı… İşte ABD’nin propagandasında kullanılan o filmler…
Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur.Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.
ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi.
‘BU FİLM, SAVAŞI KAZANMAMIZA YARDIMCI OLACAK MI?’
1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.
Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.
Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı.
Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.
“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?”
KOVBOY FİLMLERİNDE, ANTİ-KOMÜNİZM PROPAGANDASI
Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu.
II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.
Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı; hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.
OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.
Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi.
Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.
Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.
Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.
Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.
Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperdede zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.
Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi.
Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.
Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.
Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.
Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.
JAMES BOND, ‘GÜÇLÜ BATI’ İMAJININ SEMBOLÜ
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights- 1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…
Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.
Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.
Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı. ‘KOMÜNİST’ TEHDİT YERİNİ ‘ARAP TETÖRİSTLER’E BIRAKTI
Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.
George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı.
Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.
Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.
George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.
Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur.
Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.
Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi.
Kynk: CİHAN
Editör Notu : “18 Mart Şehitleri Anma Günü” olduğunu unutmuş değiliz tam tersine… Kutlu olsun!
“Geleceğe anılarınızı nasıl bırakmak istersiniz ?” sorusuna büyük çoğunluğumuz genelde “fotoğrafla” cevabı verir. “An”ın ölümsüzleştirilmesi veya detayların yakalanması ya da bir haberin aktarılmasında ya da gündelik hayatta her zaman karşılaştığımız ama olağan üstülüğüne dikkat etmediğimiz olay, renk ve beklide duyguları aktarma, haberleşme ve sanatlaştırma yöntemlerinden biride elbette fotoğraf çalışmalarıdır. Kimlik kartımızdan tutunda geleceğe anılarımızı bırakmaya kadar pek çok açıdan hayatımıza dahil olan bu yöntemin sanat olup olmadığından öte” hangi fotoğrafın” sanat olduğunu tartışmak daha doğru gibi.
Durum böyle olunca artık fotoğraf çekme imkanlarının bu kadar gelişken hale gelmeden önceki durumunu merak ettiğiniz olmadı mı? Aşağıdaki yazımızda fotoğrafın geçmişini bulacaksınız…
Yazıyı okuduktan sonra eğer sizde fotoğraf konusunda eğitim almak veya aldığınız eğitimi pekiştirmek ve bir ileri düzeye çıkartmak istiyorsanız sizleri de bekliyoruz. Yeni dönem Fotoğraf kursuna ön kayıt yaptırın (Lütfen Tıklayın) ve sizlerde Nar Sanat Ailesine katılın.. Elbette aldığınız eğitim sonunda M.E.B. Onaylı sertifikanızı da alacaksınız.
Fotoğrafın Kısa Geçmişi
Fotoğraf makinesinin öncüsü sayılabilecek karanlık kutu (Camera Obscura) Rönesans devri sanatçıları tarafından bulundu. Bunun temeli ise Sümerler’den beri bilinen şu ana ilkeye dayanıyordu : Karartılmış bir odanın duvarında küçük bir delik açılırsa, dışarıdaki görüntü karşı duvara ters olarak düşer. Onyedinci yüzyılda ressamlar bu buluştan yoğun olarak yararlanmaya başladılar. Camera Obscura geliştirildi ve görüntünün arkadaki buzlu cam üzerine düşürülmesi sağlandı. Amaç, gözle görüleni doğru olarak kağıda aktarmaktı.
Sonraları deliğe mercek takılarak, bir ayna yardımıyla da görüntü, yukarıya alınan buzlu cama yansıtıldı. Ondokuzuncu yüzyıla ulaşıldığında Camera Obscura gelişmiş ve yaygın olarak kullanılan bir araçtı.
19. yüzyılın hemen başlarında Thomas Wedgewood, beyaz bir deriyi gümüş nitrat eriyiğine batırarak üzerinde siyah mürekkep olan bir camın altına yerleştirdi. Işık gümüşü karartarak, negatif bir görüntü oluşturdu. Ancak Wedgewood reaksiyonu durduracak, gümüşün kararmasını önleyecek bir yol bulamamıştı.
Alman bilim adamı Johann Heinrich Schulze, günümüzdeki karanlık oda tekniklerine yakın bir teknikle, duyarlı tabaka üzerine koyduğu yarı saydam maddelerin izlerini elde ederse de, o da bunların kararmasına engel olamamıştır.
Optik ve mekanik yollarla elde edilen görüntülerin kimyasal yöntemlerle saptanması, ilk olarak Fransız Joseph Nicephore Niepce tarafından 1826 (kimi kaynaklar bu tarihi 1827 olarak yazar) yılında gerçekleştirilmiştir. Niépce, üzeri katran türevi bir madde ile kaplanmış pirinç levha üzerinde litografi malzemelerini kullandı. Sekiz saatten fazla bir süre pozladıktan sonra sertleşmemiş bölgeleri lavanta yağı içerisinde yıkayarak çıkardı. Elde edilen kalıptan yapılan litografi baskısı sonucu çıkan ilk görüntü ise tarihe geçti. Sonuçta Niepce bir görüntü elde etti.
Tonlar çok kötü değildi ama iyi bir ayrıntı alınamamıştı. Fotoğraf tarihinin bu ilk örneği bir çok el değiştirmiştir Niépce tarafından 1827’de Londra’daki Royal Society’nin üyesi Dr. Bauer’e teslim edilen eser yüzyıl içinde iki kez açık artırmayla satılır. 1898’de Londra’da sergilendikten sonra, elli yılı aşkın bir süre ortadan kaybolur. Görüntü bu dönemde Londra’da emanete verilmiş bir sandıkta unutulmuştur. Ancak Fotoğraf tarihçisi ve koleksiyoncusu Helmut Gernsheim’ın araştırmaları sayesinde, sonunda unutulduğu yerden çıkarılır. Gernsheim , eseri 1964’te Texas Üniversitesi’ne bağışlar.
Niépce’in bu araştırmalardan o tarihe doğru haberdar olan Daguerre, dioramalarını geliştirirken yararlandığı karanlık odada elde edilen görüntüleri sabitlemeyi yıllardır düşlemektedir. İki adamın 1827’de tescillenen ortaklığı Niépce’in 1833’de ölmesiyle son bulur. Bunun üzerine Daguerre çalışmalarını tek başına sürdürür ve Eugene Hubert adında genç bir mimar 1836’dan itibaren onun asistanlığını üstlenir. Daguerre, Niépce’in aksine görüntüyü çoğaltmaktan çok netleştirme alanına yönelir.
1837’de yöntemi son biçimini almıştır: Yuda bitümüyle duyarlı kılınmış bir bakır plaka kullanmakta, karanlık odada üzerine ışık düşürülen bu plakadaki gizli görüntüyü daha sonra cıva buharıyla açığa çıkarmakta ve ayrıntılarda çok büyük bir inceliğe ve kesinliğe sahip bir görüntü elde etmektedir. Ürünü piyasaya sürme konusundaki ilk girişiminde başarısızlığa uğrayan Daguerre, resmi çevrelerden destek almaya çalışır: 1838’de temas geçtiği François Arago, bu yöntem karşısında coşkuya kapılır
Arago’nun 1839’un hemen başında duyurduğu haber, tarihi inanılmaz biçimde hızlandırır. Görüntülerin üretiminde kullanılan yöntem hakkında hiçbir bilgi sızdırılmaması her türlü spekülasyona kapı açar. Bazıları sihirden söz ederken, karanlıktaki köşelerinde çıkan kimileri de kendilerini tanıtıp Fotoğraf çekme yöntemini Daguerre’den daha önce bulduklarını iddia ederler; bu durum Daguerre’in icadının çağın havasına ne denli uygun olduğunu ve onu nasıl yansıttığını göstermektedir.
İtirazların en kayda değeri İngiltere’den gelir; William Henry Fox Talbot, 31 Ocak tarihinde Londra’daki Royal Society huzurunda kendi geliştirdiği kağıt üzerine Fotoğraf yöntemini tanıtır. Daguerre ile aynı tarihlerde çalışmalarını sürdüren İngiliz William Henry Fox Talbot, görüntü elde etmede negatif – pozitif yöntemini ortaya çıkararak, aynı görüntünün birden çok baskısının yapılmasını sağlamıştır. İcat ettiği sisteme Latince Calos(Güzel) dan gelen Calotype adını veren Talbot’un yönteminde ise kağıda gümüş nitrat eriyiği emdiriliyor, sonra kamera içine yerleştirilip bir dakika kadar pozlandırıldıktan sonra, tekrar aynı eriyik içinde görüntü güçlendiriliyor ve hiposülfat içinde sabitleştiriliyordu. Talbot’un elde ettiği görüntü ters ve negatifti. Aynı yöntemle duyarlılaştırılan başka bir kağıda günışığı yardımıyla görüntü aktarılıyordu. Bu şekilde sayısız pozitif görüntü elde edilebiliyordu. Talbot’un sistemi Daguerre’inkine göre daha az yaygınlaşabildi. Çünkü kağıt negatifin yapısı, ayrıntıyı yok ediyordu. Elde etmeyi başardığı görüntülerle Fotoğraf tarihinin ilk sergisini açan Talbot, 1842 yılında da ticari amaçla çalışan ilk Fotoğraf stüdyosunu kurmuştur.
Ve Daguerre, nihayet 19 Ağustos 1839’da buluşunu tüm dünyaya “Daguerreotype” adıyla duyurdu. Gümüş iyodür kaplı bakır levhayı karanlık kutu içinde objeden yansıyan ışıkla pozlandırıp, cıva buharıyla geliştiriyor ve reaksiyonu durdurmak için ise, tuzlu eriyik içinde yıkıyordu. Bunun sonucunda oluşan görüntü tek kopya olarak elde edilmekteydi. Eğer Fotoğrafçı özel aynalı bir kamera kullanmıyorsa, Fotoğraf sağ-sol yönünde ters bir şekilde oluşuyordu.
Daguerre, Niépce ile bir ortaklık anlaşması imzaladıktan sonra Chalon’a gelir. Artık Niépce’in heliografi adını verdiği buluş, ikisinin ortak malıdır. Bu ortaklığa Daguerre olanak ve ününü koyarken, Niépce buluşunu koymaktadır. Yine de Daguerre, Niépce’yi pek yavaş anlayıp desteklemektedir. Halk daha çok Daguerre’in adını anmakta ve buluşu ona maletmektedir.1822’de Fotoğraf elde edilmişti ve Niépce 1833’de öldü. Niépce’in ölümü üzerine oğlu, kontratın hukuki ortağı olur. Fakat Daguerre, Isidore’un mali yöndeki zaafından istifade ederek meseleyi halleder. Ayrıca birçok bilgin, bu endüstri çağının yeni doğan çocuğuna ilgi duyarlar. Ocak 1839’da Daguerre tekniğini geliştirmiştir. İlk levhalarını Arago’ya gösterir. Yazar Jules Janin, “L’Artiste” dergisinde milletlerarası
tartışmalara yol açan garip açıklamalar yapar. Fakat halk henüz shiçbir “görüntüyle” karşılaşmamıştır. Aynı dönemde İngiltere’de Fox Talbot, Niépce’ in heliografilerini görmüştür ve kağıt üzerinde çalışmalarına devam etmektedir. Her ne kadar Daguerre ve Talbot gizlilik içinde çalışıp, bröve peşindilerse de, başka bilim adamları Fransız Faraday ve İngiliz Herschal fikirlerini açıklamaktadırlar. Herschal sodyum hiposülfiti tavsiye edip Fotoğrafçılara bu fiksatörü hediye eder. Bu sıralarda Fransız Hyppolite Bayard kağıt üzerinde çalışmaktadır.
19 Ağustos 1839’da, Paris’de Louis Daguerre’in Fotoğrafik yöntemini açıklaması herşeyin başlangıcı oldu.
Kısa bir süre sonra kentteki bütün mağazalar Fotoğraf çekim malzemelerini ısmarlayan müşterilerle dolup taştı. Evet, bu sadece bir başlangıçtı. Fotoğrafçılığın popülaritesi o kadar arttı ki, 1847’de, yani on yıldan daha kısa bir süre içinde, sadece Paris’te 2000 kamera ve yarım milyondan daha fazla Fotoğraf klişesi satıldı. 1853’de 10.000 Amerikalı daguerreotypist üç milyon Fotoğraf üretti. Londra’lı Fotoğrafçılar, Fotoğraf çekmek için mekanlar ve onları geliştirmek için karanlık odalar kiraladılar. Londra Üniversitesi 1856’da müfredatına Fotoğrafçılığı da ekledi. Böylece yeni bir uğraş ve yeni bir sanat doğmuş oldu.
Fotoğraf teknik olarak, pek çok nesnenin sınırsız şekilde görüntülenmesi, anların yakalanmasıydı. Bütün meslek alanlarına açıktı. Herkesin oynayabileceği bir oyundu. Amatör olarak başlayan bir çok Fotoğrafçı hızla profesyonel oldu. Fotoğrafçılık bilimsel buluşlarla ve teknolojik gelişmelerle yanyana giden bir sanattı.
Fotoğraf, bir ressamın yapabildiğini daha hızlı, daha ucuz ve daha gerçekçi olarak yapabilen ilginç bir teknikti.
Ressamların bir çoğu yeni sanatı hemen benimsedi, bazıları resimlerinin ön çalışmalarında kullandı. Bazıları da bu işten resimden elde ettiğinden daha çok para kazandı. Ve bir çoğu da bu yöntemin varlığından ürktü. Fotoğrafçıların gelişiminden en çok ürkenlerden biri de Maxime Du Camp’dı. Maxime Du Camp, gümüş nitrat ve hiposülfit için parlak kırmızılarını, canlı renklerini terk eden ve karanlık odaya girmek için paletlerini atanlara “Acemi ressamlar” diyerek onları küçümsedi.
ilk kadın portresi
Fakat sonuçta Du Camp’ ın kendisi de paletini atarak karanlık odaya girdi. Artık bu tür değişimler kaçınılmazdı. Sadece yeni sanatın sağladığı sınırsız çeşitlilikler değil , aynı zamanda Fotoğrafçılıktan elde edilen gelir de bu durumun belirleyicisi oldu. Portre, Fotoğrafçılığın bir çok branşından en çok kazançlı olan idi. 1849’da yaklaşık 100.000 Paris’li Fotoğraflarını çektirdi. Bu yoğun ilgi eleştirmen Charles Baudelaire’e şu sözleri söyletiyordu: “ Bizim sefil toplumumuz bir parça metal üzerindeki önemsiz görüntüsüne bakmakta acele ederek Nearcissus gibi davrandı..”
Bütün popülaritesine rağmen daguerreotype on yıl içinde seyrek olarak kullanılmaya başlandı. Daguerre’nin yeni buluşunu açıklamasından sadece 3 hafta sonra İngiltere’de William Henry Fox Talbot bakır klişeler yerine görüntünün kalıcı olduğu kağıtlar bulduğunu açıkladı. Talbot, birçok deneyden sonra, calotype diye bilinen yöntemi geliştirdi. Bu yöntem, daha önce de belirttiğimiz gibi modern Fotoğrafçılığın temeli olan negatif pozitif işlemini oluşturdu. Calotype’in görüntüsü, daguerreotype kadar net değildi. Empresyonist resmin erken dönem karşılığı idi, fakat yarattığı yumuşak görüntü bir çekiciliğe sahipti. En önemli avantajı bir negatiften, istenilen sayıda baskı yapılabilmesiydi.
Her bir daguerreotype sadece bir taneydi ve yeniden üretilemezdi. Fakat calotype’da, negatifleri cam klişelerde yapmak için metodlar üretildiğinde geçerliliğini yitirdi. Cam negatiflerle daha hızlı baskılar ve belki de en önemlisi daha kısa ışıklama süresi elde ediliyordu.
1851’de diğer bir İngiliz, Frederick Scott Archer, cam üstünde yayılabilen ışığa duyarlı kimyasal maddelerle kaplı yapışkan bir sıvı olan Collodion’u buldu. Collodion klişeleri, kısa sürede rutubetle karşılaşmalı ve hemen geliştirilmeli idi, çünkü kuruduğunda, ışığa duyarlı olan kaplama bozulurdu. Bu nedenle “Islak Klişe Yöntemi” diye adlandırıldı.
Bu buluşlar her yıl birbirini izledi. Fotoğrafçılık hala deneysel bir uğraştı ve bu işi üstlenen herkes tek başına bu işi öğrenebilirdi. O dönemde Fotoğrafçı, solüsyonlarını kendi yapmak zorundaydı. Aynı zamanda tozları ezip karıştırmak, objektifleri için merceklerini bulmak ve yerleştirmek zorundaydı. Kendi bakır, kağıt veya cam baskısını kendisi yapabilmeliydi. Çünkü Fotoğraf araçları henüz bir bütün olarak bir arada bulunmuyordu. Bu şaşırtacak kadar çok sayıdaki insan, zanaatkar oldukları kadar gerçek birer sanatçıydılar. Fotoğrafçılığın estetik olanaklarını ve teknik potansiyelini de keşfettiler.
Fotoğrafın ilk 20 yılında bugün Fotoğrafçıların repertuarında olan her türden Fotoğraflar çekildi; manzaralar, natürmortlar, belgesel Fotoğraflar ve portreler.. Sonuçlar, şaşırtıcı şekilde başarılıydı. Manzaralar, genellikle Gustave Le Gray tarafından görüntülendi ve Bisson kardeşler daha sonra yapılacak olan çalışmalar kadar dramatik ve çarpıcı Fotoğraflar çektiler. Bütün bu insanlar, kötü araçlar ve binbir güçlükle ulaşılan yeni yöntemlerin zorlamasına rağmen zamanlarının en yüksek standartlarına erişti 1860 ‘lara girerken Fotoğrafçılar makineleriyle neleri yapabileceklerini artık öğrenmişlerdi. Ve artık “ne yapılması gerektiği” sorusuna yanıt aramaya başlamışlardı.
en büyük fotoğraf makinalarından
Gelecek 20 yılda, Fotoğrafçılar bakış açılarını genişlettiler, Fotoğrafçılığın gerçek değerlerini ve sınırlarını tartıştılar. Gerçekten Fotoğrafçılığın dünyadaki rolü sorusunun doğrudan, açık ve basit bir cevabı yoktu. Sorunun cevabı, eline kamerasını alan her yetenekli insana göre değişiyordu. Fakat bu dönemin uygulayıcıları dört kategoride çok başarılıydılar. Mimarlık, kent manzarası, olaylara tanıklık, portre ve resmi araştıran Fotoğraflar üretme sanat veya zanaatı.
Islak Klişe yöntemiyle mümkün olan daha kısa ışıklama süresinin yardımıyla Fotoğrafçılar, hareketli konuların Fotoğraflanmasında daha fazla zorlanmayacaklardı.
Daha fazla esneklik İngiliz fizikçi Richard Leach Maddox’ın 1871’de cam yerine jelatini kullanmasıyla kazanıldı. Bundan sonra klişeler hem duyarlı hem de kuru olacaklardı.
Birçok Fotoğrafçı en iyi çalışmalarını Avrupa ‘da yapıları ve heykelleri Fotoğraflayarak ortaya koydular. Bu kent çalışmalarıyla bugün en fazla “şehir planlaması” öğrencilerinin ilgilenebileceğini söylemek doğru olmasına rağmen bu çalışmaların, varlık ve yayılma dönemindeki Avrupa’nın yüksek yaşam tarzını ve tarihsel doğruluğunu kaydettikleri de bir gerçektir
Amerika’da 1861’de başlayan iç savaş, maceracı Fotoğrafçıları, iyi para getiren Fotoğraf stüdyolarından çıkarıp, savaş alanlarına gitmelerine neden olmuştur. Bunların bir çoğu da portreci Mathew B. Brady’nin önderliğinde toplanmıştır. Görüntülü karanlık oda vagonlarında gezinirken, bu Fotoğrafçılar dünyaya savaşın sert mücadelesini yakından izleme imkanını verdiler. Gerçek çatışmaları görüntülemeleri imkansızdı. Çünkü ıslak klişeler bile olayları durduracak yeterli hıza sahip değildi. Fakat bu Fotoğrafçılar mücadeleyi anlamlı ve dokunaklı ifadelerle gösterdiler. Terk edilmiş savaş alanlarını, kasabaları, ölüleri ve yaralıları, askeri suçluların infazlarını, her iki tarafın geçici ateşkes süresince birbirlerini izleyen askerlerini görüntülediler. Savaşın zalim paradoksları (kahramanlık ve vahşet) Fotoğraflarda doğrulukla ve tutkuyla gösterildi. Foto muhabirliği, İngilizcenin kelime dağarcığında henüz yer almıyordu, ama 1860’larda artık tamamıyla gelişmiş bir meslekti.
Birkaç duyarlı Fotoğrafçının ellerinde “portre”, Fotoğrafçılığın en etkili ve güncel şekli olduğunu yeniden doğruladı. Portre için oturmak birkaç yıl içinde daha kolay bir hale geldi. Artık Fotoğrafçı, modeli hareketsiz kılmak için kafasına bir destek yaslamak zorunda değildi.
Amerika ve Avrupa’da Brady, Nadar ve Etienne Carjat objektiflerini zamanın en iyi tanınan insanlarına çevirdiler. İngiltere’de Julia Margaret Cameron Fotoğrafçılık tarihinin en sıradışı figürü, Viktorya döneminin kapris ve romans tadı veren allegorik manzara ve portrelerini üretti. Bu Fotoğraflar, tarzından dolayı yağlı boya portrelere benzetildi. Fakat sadece Fotoğraftılar, resim değil.. Fotoğrafçılık ve resim arasındaki ilişki karışık bir yapıdaydı. Her iki taraf da, karşı tarafın dost mu, düşman mı olduğundan emin değildi. Ressamlar, çalışmalarına katkıda bulunması için hızla Fotoğrafçılığa yöneldiler. Bir model, bir seri Fotoğraf için kısa bir süre poz veriyordu. Böylece tekrarlanan yorucu ve belki de pahalı çalışmalar önlenmiş oluyordu. Fransız ressam Edgar Degas kamerayla özel açılar ve perspektifler elde edebileceğini buldu ve yeni buluşunu resimlerinde uyguladı. Fakat birçok ressamın kafasında Fotoğrafçılık, bazı durumlarda Fotoğrafçıların da onayladıkları gibi, en iyi anlatımla yüksek bir çağrışıma yardımcı olan mekanik bir yöntem ve üvey evlat gibiydi. Britanya’da bir grup, resim sanatını körü körüne kameralarını kullanarak taklit ettiler. Sonradan adlandırılacakları gibi (pictorialistler) resimciler kendi dünyalarını stüdyolarda yarattılar. İdeal oluşumları resim gibi görünen, iyi bir sahnede yaratılan Fotoğraflardı. Halk masalları gibi allegoriler popüler motifleriydi. Bazen 30 kadar farklı negatif tek bir baskı için bir araya getiriliyordu. Bitirilmiş çalışmalar ise, tıpkı resim gibi yaldızlı çerçeveler içinde galerilerde sergileniyordu. Bu tip Fotoğraflar, amaçlarının ne olduğu sorgulanmaksızın, hala güçlü bir çekiciliğe sahiptir. Bunları üreten sanatçılar detayla ilgilenirler ve estetiğin kurallarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ve bu çalışmalarının Fotoğrafçılığı yücelttiğine insanları ikna etmeye çalışmışlardır. Fotoğraflarını, onun yapay doğasını yalanlayan bir büyüyle yüklediler. Bu yöntem yaklaşık 20 yıl süresince başarılı olmuş, diğer yöntemler gibi, gelecek kuşak sanatçılar için temel çalışmalarında örnek temsil etmiştir.
1880’lerde bir gurup Fotoğrafçı gerçekliğin araştırılmasını gündeme getirdi. Üçü İngiliz olan bu Fotoğrafçılar, Fotoğrafı resim gibi göstererek sanat çalışmalarına sokmaya çalışmış öncellerine tepki gösteriyorlardı. Yeni gerçekçiler, dünyayı olduğu gibi gösteren Fotoğraflar yaratarak bütünü ile eski resimsel yaklaşımı kötülediler. Bunu tam anlamıyla başaramadılar. Her iki yaklaşımın da diğerine göre göreli yararları hakkında yapılan tartışmalar yıllarca gündemde kaldı. Stüdyolarda özenle yaratılmış olan görkemli, şık çalışmalarla engellenmiş olan realizm gibi güçlü bir akımı yeniden kurdular. Aynı dönemde Amerika’da vahşi batının karmaşık ve heyecan verici devrini açıkça ifade eden çalışmaların arayışına giren üç Fotoğrafçı, (H.Jackson, C.E. Watkins ve A.C.Vroman) farklı bir gerçekliğe ulaşma yönünde çalışıyorlardı.
Batıya giden bu Fotoğrafçılar, sınır bölgelerine giderek ulusça sabitleşmiş bir düşünceye yanıt veriyorlardı. Genç insanlar bu yeni ülkeye altın, arazi ve macera aramak için, gidiyorlardı. Batı özellikle ilk dönemlerde gerçekten tam bir efsane ülkesiydi. Kırsal alanların, insanların, boş kasabaların Fotoğrafları hala çok az bulunuyordu. Dedikodular ve söylentiler bu bölge hakkındaki tek bilgi kaynaklarıydı. Fotoğrafçılar bu durumu değiştirdiler. Efsane asla ölmeyecekti. Fakat Henry Jackson, Carleton Eugene Watkins ve Adam Clark Vroman bunu gerçeğe dönüştürmeye çalıştılar. Bu çabalarında Fotoğrafçılar birçok engellerle karşılaştılar. Bu yeni ülke, insanın aklını başından alacak derecede güzeldi. Fakat atlı arabalarla bile gezmek zordu. Kızılderililer büyüleyiciydiler fakat dostça davrandıkları söylenemezdi. Kameralar ağır ve hantaldı. O zaman baskı yöntemleri kullanışlı değildi, bu nedenle geniş hacimli Fotoğraf klişeleri manzaranın ihtişamını yakalamanın tek yoluydu. Islak Klişe ile yapılan Fotoğrafçılık için yeterli alet takımı hemen hemen yarım tona yaklaşan bir ağırlığa sahipti. Fakat bu engellerin üstesinden gelindi. Bu sonuca ulaşılmasında Fotoğrafçıların birbirleriyle rekabet etmelerinin rolü büyüktü.
Zayıf fakat güçlü bir adam olan Jackson, ağır ekipmanlarını katırlarla taşırdı. Fakat panoramik bir çekim yapmak istediğinde, ağır aletlerini sırtına yükleyerek kayalıklara tırmanırdı. Hiç suyu kalmadığında, negatiflerini geliştirmek için eritilmiş kar suyu kullanır, trenlerde mürettebatın Fotoğraflarını çekerek demiryoluyla ücretsiz seyahat ederdi. Watkins’in ve Jackson’ ın çektiği Fotoğraflar bu bölgelerin ulusal parklara dönüştürülmesinde Kongre’nin kararını etkilemiş ve böylece Batı korunmuştur.
Vroman’ın Kızılderili kültürünü yansıtan Fotoğrafları o dönemde genellikle onaylanmamış, fakat önemli bulunmuştur. Bu harika topraklarda yüzyıllardır barınmış olan kabileler kendileri için ayrılmış olan topraklara itilmişlerdi. Kültürleri ve bölgeleri yeni yerleşenlerin acımasız baskısının altında ezilip, yok edildi. Vroman, Kızılderililerin kaybolan dünyalarında tarihlerini ve diğer ziyaretçilerin fark edemedikleri yanları yakalayarak onların yaşam tarzlarını Fotoğraflarla belgeledi.
Aynı dönemde üç ingiliz Fotoğrafçı, Peter Henry Emerson, John Thomson ve Paul Martin günlük yaşamın tadlarını kendi yurttaşlarına tanıtıyorlardı. Emerson bir liderdi ve günlük yaşamın sıradan görüntülerinin yorulmaz sözcüsüydü. İyi eğitim almış biriydi ve aldığı eğitimlerin arasında tıp doktorluğu da vardı. Emerson , aynı zamanda optik bilimin teorisini de çok iyi öğrenmişti. Fakat en büyük inancı, sanatın ilk ilkesinin “doğa” olduğu fikriydi ve kendi bilgisini o kadar zeki ve ustaca bir yolla uyguladı ki, Fotoğrafları insan karakterinin aldatıcı tarzda basit bir dışavurumu olarak ortaya çıktı.
İnsanlığı yalın ve dürüst olarak yorumlayan Fotoğraflarıyla Malaya Yarım Adası’na, Kamboçya ‘ya, Siam Adasına, Tayvan’a ve Çin’e seyahat etmiş olan Thomson’da aynı bakış açısına sahipti.
Üçlünün bir diğer üyesi olan Paul Martin, kamerasını ustalıkla gizleyerek, İngiliz kıyı şeridine yaptığı kısa gezilerinde yeni tarz bir Fotoğrafçılığın öncülüğünü yaptı.
Bu Fotoğrafçılar ve onları izleyenler 20.yüzyılın başlangıcına, realizmi canlandırarak geldiler. Onlara ve stüdyo Fotoğrafçısı olmayanlara göre çektikleri doğal Fotoğraflarla modern Fotoğrafçılık önemli bir konuma ulaştı.
Yeni yüzyılın ilk yıllarında Fotoğrafçılık hakkında insanların kafasında herhangi bir sorun kalmamıştı. Teknik temelleri kurulmuştu. Çok sayıdaki usta Fotoğrafçı artık yaptıkları sanatla gurur duymaya başlamıştı. George Eastman’ın Kodak kameraları Fotoğraf çekmeyi sıradan insanlar için bir hobiye dönüştürdü. Fakat herkes Fotoğraf çekerse, Fotoğraf sanatçıları ne yapacaktı? Dönemin önemli Fotoğrafçılarından biri olan Alvin Langdon Coburn, bu konudaki şikayetlerini şöyle ifade ediyordu; “ Şimdi her aceminin bir Brownie makinesi var. Fotoğraf bir kutu kibrit kadar yaygın bir hale geldi. Fotoğraf, rastgele çekimler yapılabilecek kadar çok kolaylaştı. Ve sonunda küçümsenmeye başlandı. Sanatımıza saygınlık kazandırmak için neye ihtiyacımız var? “
Alvin yalnız değildi. En iyi amatörlerin ve profesyonellerin bir çoğu, Fotoğrafın ne olduğu veya olabildiği konusunda çelişkiye düştüler. Hepsinin ortak bir düşüncesi vardı: Fotoğraf resim sanatının kötü bir taklidi ve yaşama tutulmuş bir ayna değildi… O zaman Fotoğraf neydi?
Bu belirsizliği aşma adına ortaya çıkan insanlardan birisi Alfred Stieglitz ‘di. Stieglitz, 19.yüzyıl sanat geleneği ile yetişmiş fakat bu eğitimin gerisinde kişisel tarzını da yaratmıştı. Diğerlerinden farklı olarak Stieglitz, resmin ve heykelin sanatın yasal formları olduğunu fakat Fotoğrafın bu yasallıktan nasibini almadığını savunan eleştirmen ve sanatçıların yarattığı aşağılık kompleksini yok etmeyi başardı. Fotoğraf sanatının hak ettiği yere gelmesi için verdiği savaşta, modern sanat adına Amerika’da zaferler kazandı.
Bütün yaptığı işlerde Stieglitz hem sanatçıları desteklemiş hem de kendi özel Fotoğraf çalışmalarında , deneysel yöntemlerin doğruluğuna olan inancını geleneksel yöntemlerin genel tatlarına ve yapısına karşı savunmuş ve sonunda kazanmıştır.
Yeni yüzyılın değişim için en uygun zaman olduğu ve bütün sanat dünyasının olgunlaştığı bir gerçektir. Stieglitz’in başarısına ulaşmak zordu, ama yine de birkaç Fotoğrafçı yoğun olarak kişisel tarzlarını ön plana çıkararak çalışmışlardır. Bunlardan biri Clarence H.White’dı. White, etkileyici görüntüler üzerinde deneysel çalışmalar yaparak Fotoğraf sınırlarını metodik olarak genişletti. White’ın ilgilendiği tarzda Stieglitz ve çağdaşı Alvin Longdon Coburn’da çalışmıştı. Bunlar, resmin çekici niteliklerinin farkındaydılar, ancak resimleri taklit etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bunun yerine, taklitler yapmadan, sanatsal değerleri olan Fotoğraflar yapmak amacıyla sanatın estetik değerlerini kullandılar. Başarılı çalışmaları bu dönemin ürünleridir.
Aynı dönemde Avrupa’da Fotoğrafla ilgilenen bir grup, Fotoğrafı ve resmi oldukça farklı bir yolla birleştirmeye çalıştılar. Peter Henry Emerson’ın önderlik ettiği natüralist Fotoğrafçılar resime benzetilmiş Fotoğrafa büyük bir darbe indirdi. Fakat Robert Demachy’nin liderliğinde bir çok Fotoğrafçı, negatifleri ve baskıları arasına kendi çalışmalarını koyarak diğer görsel sanatlarla rekabet edecek farklı yaklaşımlar araştırmaya başladılar. Yeni teknikler bularak veya eski baskı tekniklerini canlandırarak, dokular ve son baskıların imajlarını bile değiştirdiler. Demachy ‘nin çalışmalarında olduğu gibi, bu tarz Fotoğraflar o güne değin üretilmiş olanlar kadar grafiksel açıdan karmaşık ve ayrıntılıydı.
Bu dönemin bütün Fotoğrafçıları sanatla açıkça ilgili değildi. Eugene Atget ve Lewis W.Hine çevrelerindeki dünyayı Fotoğraflamak üzere yoğunlaştılar ve yalnızca resimsel kayıtlar olmayan belgesel Fotoğraflar yaptılar. Atget, yaşamını bütünüyle Paris’i Fotoğraflamaya adamış, katı bir yaşam süren farklı bir insandı. Fotoğrafları, kenti ve kentin insanlarını, sonraki kuşakların benimsediği belgesel Fotoğrafçılığın yalın ve temiz örnekleridir.
Hine, endüstrileşmiş Amerika’da düşük ücretle kötü koşullarda işçi çalıştıran yerlerdeki göçebelerin özellikle de çocukların ve işçilerin sömürülmesini göstermek amacıyla Fotoğraflar çekti. Hine, oldukça fazla seyahat eden, yaşamı sorgulayan bir insandı. Fotoğrafçıların sosyal bir eleştirmen olduğunu savunan geleneğin kurucularından biri idi.
Bu gelenek, 1930’ların ekonomik buhran döneminde Amerika’ nın en iyi Fotoğrafsal yorumunu üretti. Aynı zamanda sanatsal birçok kriter Hine’a rehberlik etti; kompozisyonlarını formun, çizginin ve dengenin katı ilkelerine göre düzenledi. Fakat Hine’ ın Fotoğraflarının zorlayıcı gücü klasik sanata olan bağlılığından kaynaklanmaz. Aksine Fotoğrafçının konularına olan sempatisinden kaynaklanır. Benzer duygular ve çalışmalarındaki entelektüel kontrolün yardımıyla, bu dönemin en iyi Fotoğrafçıları, Fotoğraf sanatını 20.yüzyıla güvenle taşıdılar.
1920-40 döneminin başlarında ve sonunda, dünya savaştan yorulmuş ve yıpranmıştı. Bu yıllar arasında, dünya anarşiyi, hayal kırıklığını, yanlış amaçlar ve son olarak savaş için silahlanma yarışını yaşıyordu. Bu yirmi yılın en iyi Fotoğrafçılarının sevimli görüntülere, resim taklitçiliğine, yapaylığa ve çelişkili olarak harfi harfine uygulanan realizme karşı gelmeleri şaşırtıcı değildir.
Fotoğrafçılık bu dönemin başlamasından çok kısa bir süre önce o sevimli görüntülerden uzaklaşmıştı. Amerikan sanat Fotoğrafçılığının büyük ustası Alfred Stieglitz, bütün bunları reddetti. Philedelphia’daki Wanamaker sergi salonundaki 1.100 Fotoğraftan 55’ine ve uzlaşmaz bir realist olan Paul Strand’e iki önemli ödül verildi. Stieglitz, bu konuyla ilgili düşüncesini şöyle ifade etmişti: “Gerçeği aramak benim vazgeçilmez düşüncemdir.”
Amerika Birleşik Devletleri ordusunda hava Fotoğrafçısı olarak görevlendirilmiş olan Edward Steichen, 1.Dünya Savaşı’ndan geri döndüğünde bütün Fotoğraflarını yaktı. Kendini yalın Fotoğrafçılığa adadı ve o yaz tam bir realizme erişmek ve mükemmel bir kontrol düzeyini yakalamak için, siyahtan beyaza derecelendirilmiş tonların yer aldığı beyaz bir fincan ve tabağı 1.000′ den fazla sayıda Fotoğrafladı.
Edward Weston “soft focus”(yumuşak netlemeli) çekim tekniği ve çarpıcı tonal etkiyi yaratan yıldız adaylarının portrelerini de çekerek bir hayli yüksek ücretler alan varlıklı bir Fotoğrafçıydı,fakat özel efektlerden ve rötuşlardan bıkmıştı. Weston “Uzlaştım ve kendimi sattım” diye yazmıştır. Başka bir zamanda şöyle yazmıştı; “Ben yalnızca rolümü oynamak için donandım.” Bir gün Weston sahip olduklarını bir kenara atarak Mexico’ya gitti.
Devrim sadece Amerika’da değil bütün dünya Fotoğrafçılığında yaşanıyordu. Almanya’da 1920’lerde Albert Renger-Patzsch şöyle diyordu: “Eğer Fotoğraflar gerçekle ilgili nesnel değerler taşımıyorsa hiç bir şeydir.”
Bu dönemde yeni geliştirilen minyatür kamera, farkedilmeyecek derecede küçük, her koşulda Fotoğraf çekilecek kadar hızlıydı. Bu kameralar, konularını poz vermeden yakalayan Erich Salomon’a foto muhabirliğin tekniklerine öncülük etmesinde yardımcı oldu. Sıkıntı vermeden ve sıklıkla gizlice çalışarak diplomatik konferansları, devam eden mahkemeleri, Birleşik Devletler Anayasa Mahkemesini bile görüntüledi. Sanatsal değeri olmayan ancak doğal ve değerli belge Fotoğrafları çekti.
Başka bir grup Fotoğrafçı savaşa isyan etti ve yeteneklerini, kalıplara sık sıkıya bağlı olan realizmi rezil etmek ve esrarlı göstermek için kullandılar. Man Ray ve Laszlo Moholy Nagy kamerayı bir org gibi kullandılar, bunu çift ışıklamalar, fotomontajlar, solarizasyonlar kullanarak yaptılar. Dünyaya karşı geliştirdikleri küçümseyici bakış açılarını ve onun sahte, yüzeysel değerlerini Fotoğraflarında gösterdiler ve yetersiz saygınlıklarını abarttılar. Yüzeysel görünüşün altındaki gerçeği göstermek için yeteneklerini sonuna kadar kullandılar.
Nikolay Lenin’in bir zamanlar gözlemlediği gibi: Devrimler yıktıkları kadar yaratırlar. Zamanla Fotoğrafik devrim de kendi kurumlarını oluşturmaya başladı. Bunların en özverili olanlarından biri de “f/64” grubudur. Bu grup adını bazı kameralarda bulunan en kısık diyafram açıklığından almıştır. Böyle bir diyafram açıklığı doğal olarak maksimum netlik verir. Grubun gerçeklikle eşit saydığı hoş detaylar ve keskinlik bu diyafram açıklığı ile mümkündü.
Sonraki birkaç yıl içinde ABD hükümeti Fotoğraf kurumlarını oluşturdu. Ekonomist Roy Stryker kiracı çiftçiler ve ürünleriyle borçlarını ödeyen çiftçilere yardım etmek için çağrıldığında, Fotoğrafların en iyi savunma yolu olduğuna karar verir. Stryker, aralarında Dorothea Lange, Walker Evans ve Ben Shan’ın da yer aldığı efsanevi Fotoğrafçıları, kırsal kesimin yoksulluğunu Fotoğraflamak için gönderdi. Bunlar çiftçilerin kötü koşulları ile ilgili gerçekleri görüntülediler. Fotoğraflar gazete ve dergilerde geniş bir ilgi uyandırdı. Sadece çiftlik programını anlatmak için değil, aynı zamanda diğer Fotoğrafçıların bu bölgelere gidip gerçeği görüntülemelerine esin kaynağı oluşturmuşlardır.
Tinsel olarak Fotoğrafçılığın bu kuşağı oldukça başarılıydı. Bu insanlar maddi olarak çok az şey kazandı. Weston uzun süre yoksulluğun sınırında yaşadı. Weston’un günlüğü, insanın içini karartan cümlelerle doludur. ”26 Haziran 1927, Pazar, Çok şanssızım. Chandler alışveriş için verdiğim 5 doları kaybetti. Bu bir baskıdan elde ettiğim 10 dolardan arta kalan paraydı ve beni bir hafta idare edebilirdi.”
Andre Kertesz, Vogue, Harper’s Bazaar ve Town and Country dergileri için çektiği moda Fotoğrafları ile zenginleşti. Kertesz, iyi bir gelir sağladığı dergileri bıraktı ve gerçekçi Fotoğrafa geri döndü. Gerçekçiler, Fotoğrafta belirgin bir görev duygusuna sahipti. Dünyaya kendilerini olduğu gibi göstermek istediler ve iki dünya savaşında olduğu gibi yansıtmakta başarılı oldular.
Louis Daguerre’in buluşunu dünyaya ilan etmesinden bir yüzyıl sonra, Fotoğraflarla karşılaşmadan geçen bir gün hemen hemen hiç yoktu. Fotoğraflar her yerdeydi. Dergilerin, gazetelerin, kitapların sayfalarında, müzelerin duvarlarında, otobüslerin kenarlarında ve büyük ilan panolarında, yaşamdan daha parlak renklerle kullanılan Fotoğraf, artık yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı. Yüzyılın ortalarında, İkinci Dünya Savaşını takip eden hızlı gelişme döneminde Fotoğraf makinesi üreten şirketler milyonlarca doları kameralara, filmlere, ışık ölçerlere, flaşlara ve her yıl artan oranlarda gelişmekte olan Fotoğraf makinelerine yatırdılar. 1954’de Amerika’da 17.293 profesyonel Fotoğraf stüdyosu vardı. Aynı yıl amatör Fotoğrafçılar iki milyar Fotoğraf çekti.
Peki Fotoğraf sanatı ne durumdaydı? Ustalar neler yapıyorlardı?
Bazen hiçbir şey kesin olarak yeni gibi görünmüyordu. Hiç bir ikon kırılıp parçalanmadı ve hiçbir yeni ilah ortaya çıkmadı. Çünkü ana temalar zaten oluşturulmuştu. Şimdi, daha önce öncülük etmiş teknikleri geliştirmek, sadeleştirmek ve ilk yıllardaki buluşları kullanmak zamanıydı. Bu dönemin Fotoğraflarından bazıları o güne kadar yapılmış olanların en iyilerindendi. Hiçbir fotomuhabiri olayları anlatan anları Henry Cartier-Bresson kadar muhteşem bir şekilde yakalayamamıştı. Bresson, Erich Salamon ve Andre Kertesz tarafından açılmış olan yolda ilerliyordu. Arnold Newman ve Philippe Halsman gibi portreciler daguerreotype gibi eski gelenekleri devam ettirdiler, fakat bu yönteme yeni psikolojik bir derinlik ve teknik yeterlilik kazandırdılar.
Bununla birlikte, yeni şeyler oluşmaya başlıyordu. Bunlardan biri Fotoğrafçılığın farklı branşlarının arasında yapılan zengin bir çapraz üretimdi. Dergilerin sayfalarında hızla gelişmekte olan fotomuhabirliği, Fotoğraflarında kişilikleri aktarmaya çalışan portre Fotoğrafçılarının yaklaşımını yoğun olarak etkiledi. Newman, sanatçıları kendi sanat araçları ile görüntüledi; Bir müzisyeni piyanosuyla, bir ressamı resimleriyle… Klasik portre ustası olan Yousuf Karsh bile Nikita Krushchev’i, Rus köylüsünün ölümsüz sembolü olan kürk paltolarla sarıp sarmalayarak çekti. Deneysel Fotoğraf ustalarından Man Ray ve Moholy-Nagy’nin miras bıraktığı güçlü bir sürrealist etki, portrecilerin ve fotomuhabirlerinin çalışmalarına renk kattı. Halsman’ın çok sayıdaki Salvador Dali portresi, sanatçıyı fantastik, havada asılı duran ürkütücü bedenlerden yapılmış kabusumsu ortamlarda gösterir. Bill Brandt, yaratıkların, bedenlerin garip ırmakları, Fotoğrafta akar gibi görünen, görsel olarak çarpıtılmış nü Fotoğraflar üretti.
Daha derin bir itici güç, birçok Fotoğrafçının çalışmalarına egemen olmaya başlamıştı. Yıllardır yaptıkları çalışmalardan daha bilinçli duygusal Fotoğraflar çektiler, Fotoğrafçılar şimdi kameralarının önüne kendi duygularını aktaran konularını yerleştirdiler. Sanatçının kişisel görüş açısı, her zaman muhteşem Fotoğraflar yapmanın yolu olmuştur.
1930’larda özgün Fotoğrafçılık moda olduğunda Fotoğrafçılar genellikle kendi bakış açılarını konularının seçiminde ifade ettiler; etkileyici bir manzara, aşıklar arasındaki sıcaklık, ekonomik buhranın sıkıntısını yüzünde yansıtan göçmen gibi..Fotoğrafçı seçimini yapınca, görüntüyü kaydetmek üzere kamerasını kullandı. Aynı yöntemle fotomuhabirleri de nesnel haber Fotoğrafları ürettiler. Fakat bazı Fotoğrafçılar köşe yazarları gibi kişisel yorumlarını sunmaya başlıyorlardı.
Brandt’ın belgesel Fotoğraflarını dolduran karanlık, kendi içine dönük ve inceleyici özelliği Fotoğraflarını görsel bir şiire dönüştürüyordu. Başka bir fotomuhabiri de W.Eugene Smith’dir. Smith insanlığın kederlerini ve mutluluklarını Fotoğraflarken zorlandığından sözeder.
1930’larda Edward Weston ve Ansel Adams’ın kurduğu Fotoğraf okulu f/64 grubunun ortaya attığı ilk kavramdır. Amacı kendi özüne dönüşü anlatan, Fotoğrafların en titizi gibi görünen, dünyayı teknik olarak mükemmel bir kameranın gördüğü gibi ifade etmekti. Fakat grubun üyeleri garip bir şekilde nesnel olmayan, neredeyse mistik ifadeler kullanmaya başladılar. Adams, 1948’de şöyle diyordu: “Fotoğraf sevginin ve gizli olanın açığa çıkarılmasının aracıdır, aynı zamanda yüzeyin altındakileri görmeli ve bütün herşeyde yaşayan insanlığı ve doğayı kaydetmelidir.”
Fakat, belki en içteki duyguların dışavurumuna, dönemin diğer bir Fotoğrafçısı Aaron Suskind tarafından ulaşıldı. Suskind 1952’nin yazında çekilmiş yakın plan Fotoğrafları yorumlaması istendiğinde şöyle der: “Aslında kayalarla ilgilenmiyorum, ben kendimle ilgileniyorum.” Onlarca yıl önce hiçbir Fotoğrafçının yapmayı düşünmemiş olduğu bir açıklamaydı bu. Fakat 1970’lerde o ciddi Fotoğrafçılar bunu tamamen tuhaf olarak yorumladılar.
(Bundan sonraki aşamaları sizler için derleyip yayınlamaya çalışacağız*)
Hazırlayan : Cengiz Oğuz Gümrükçü
Kaynak:http://www.belgeselFotoğraf.com
*Nar Sanat Editör
Not : Yazının orjinalinde fotoğraflar olmayıp editörümüz tarafından yazıya fotoğraflar sonradan eklenmiştir.