Kişisel Öykü ile Toplum Tarihi Arasındaki Anımsama

YAZI:  Marcus Graf

30.000 yıllık geçmişinde sanat, birçok farklı rol geliştirdi. Toplum içerisinde, iletişim ve sihir aracı olmaktan, dekorasyon ve yatırım öğesi olmaya birçok farklı işlev elde etti. Bazıları zaman içerisinde daha güçsüzleşirken diğerleri daha da güçlendi. Örneğin din, çağdaş sanatta ikincil bir öneme sahipken, günümüzde sanatın finansal yönünün büyük bir anlamı vardır. Oysa ki sanatın en eski amaçlarından biri olan anı ve onun hafızasına güncel sanat üretimlerinde halen geniş bir biçimde verilmektedir.

Bu metinde çağdaş sanat ve çağdaş sanatçı için hafızanın kavramsal anlamını ele almak istemekteyim. Burada, kişisel öykülerin bireysel anıları ile ilgilenmek ve kollektif bellek ile resmi tarihin hafızasını gözden geçirmek arasında kısaca bir ayrım yapacağım.

Kişisel hafıza her zaman kişisel öyküler ile genel tarih arasına yerleşmiştir.  Bizler öncelikle, bir şeyleri onları olduğunu düşündüğümüz şekilde ya da onları deneyimlediğimizi varsaydığımız biçimde hatırlarız. Burada geçmişin zihnimizdeki imgeleri, dünün ve bugünün dünyası hakkında sahip olduğumuz duygu ve düşünceler ile içiçe geçmiştir.  Bu yüzden anılar, geçmişin ve günümüzün duygusal ve mantıki anlayışı ile karıştığından her zaman bulanıktır. Geçmişteki fikirlerimizin kavramsal çerçevesini oluşturduğundan günümüz, önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra hafıza, her zaman için zamanın sürekli akışının negatif etkisine maruz kalır.  Zihnimizdeki geçmişi temsil eden görsel imgeleri sürekli bir biçimde zayıflatan, zamanın yıkıcı gücü tarafından tehdit edilir. Bir olayın hatırası ile gerçek deneyim arasındaki zaman aralığı, şimdinin düşünce ve varsayımları tarafından istila edilmiş olan gerçeğin bir yansıması olana kadar giderek büyür. Ne kadar çok zaman geçerse, geçmişin zihnimizdeki imgesi de bir o kadar zayıflar. Sonunda, sonsuza kadar ortadan yok olabilir. Bu yüzden zaman hafızamızın en büyük düşmanıdır ve bu, dünyamızın hafızasına ilişkin kesinlik ya da tarafsızlığın var olamamasının sebebidir. Şu anımızın bir yanılsama olması gibi geçmişimiz de bir yalandır.

Bu, elbette herhangi bir toplumsal ya da genel hafızayı ve onun belleğini sorunsal hale getirmektedir.  Sayısız öyküler tek bir resmi tarihe sıkıştırıldığında, toplumun heterojenliği ve çoğulculuğu, her zaman için politik ideoloji ve milli çıkarlar karşısında  yenik düşmektedir.  Her ne kadar akademik ve bilimsel kanıtlar istense de, tarih anlatımının arada sırada düzeltilmesi ve yeniden yazılmasının nedeni budur. Bu, tarihin sayısız kişisel öyküden oluştuğunu söyleyen güncel tarih kanısının da sebebidir.

Bu parçalardan oluşmuş hafıza fikri, genel olarak günümüz sanatçıları tarafından kabul edilmekte ve hafızanın kesin bir bildiriminin var olmadığı çağdaş sanata geniş bir biçimde yansımaktadır. Aksi halde sanat bir propaganda olurdu. Sanatçının hafızası, hiçbir zaman toplumun aynası olarak işleyemez; aksi halde sanatçı bir demagog ve kendisinin geçmişe ait belleği, ideolojik bir doktrin haline gelir. Kabaca ayırmak gerekirse, sanatta hafıza konusuna yönelik iki çeşit yaklaşım bulunmaktadır. Nan Golding, Christian Boltanski, Wolfgang Tillmans ya da burada Türkiye’de; Taner Ceylan gibi bazı sanatçılar, sanatsal işlerinin başlangıç noktası olarak arkadaşlarının, alanların ve olayların hafızalarını kullanmaktadırlar. Bu eserlerde insanlar, belirli çevreler ve mekânlar olduğu kadar önemli eylemler ve durumlarda baskın çıkar ve parçaların kavramsal ana hatlarını oluşturur. Bu işlerdeki anımsama kanısı çoğunlukla parçalar halinde, öznel ve son derece kişiseldir. Örneğin, Nan Goldin’in fotoğraflarındaki öyküler, kendisinin kişisel yaşamın görsel kalıntılarıdır. Fotoğrafa yaklaşımı doğaçlamaya, şipşak estetiği ile dram ve ifadeye dayanmaktadır.

Her ne kadar son derece öznel olsalar da işleri o kadar belirli sosyal grup ve jenerasyonun belgesi haline gelir ki kişisel ve kollektif anımsama arasında bir bağlantı oluşur. Özellikle eserleri dünya çapında tanınmaya başladığından beri işleri, ayrıca sanat severlerin anımsamalarının bir parçası olmuştur, tam burada anımsama konusu alengirli bir hale gelir ve başka bir boyut kazanır. İzleyici fotoğrafları hatırlar ve böylece fotoğraflar onun anımsamasının bir parçası haline gelir. Gerçi, başka birinin hatırasının temsilinin hafızası olarak bu anımsama ne kadar gerçektir? Bir biçimde hafıza, hatıranın bir hatırası haline gelir. Bunun, aklında taşıyan kişi için nasıl bir anlamı olabilir? Bir başkasının gerçekliğinin fotoğrafla temsili gerçek bir değere sahip olabilir mi? Sanat işleri sanatçının belleğini, sanat ve estetiğin belirli fikirleri doğrultusunda biçim ve kavram olarak düzenlediği düşünme sürecinden doğan parçaları olduğundan, her zaman için belirli  bir seviyeye kadar sanatçının hafızasının görsel ürünleridir.  Sanatçının anılarını paylaşan izleyici için ise bu anımsama sürecini gözlemlemek edilgen bir süreçten çok aracılık sürecinden dolayıdır. Elbette tepki ve değerlendirme belirli bir seviyede entelektüel uğraşı gerektirse de işin hafıza üzerindeki asıl etkisi, iletişim kurulan deneyim olmasından dolayı görece daha düşüktür.

Ana konumuza geri dönmek gerekirse; Anselm Kiefer, IRWIN ya da Türkiye’den daha genç bir jenerasyona mensup Özlem Sulak gibi hafızayı, örneğin toplumsal, genel veya kolektif hafızayı, kendi kişisel yöntem ve stratejileri ile araştıran ikinci yaklaşıma bir bakalım. Bu sanatçıların eserleri tarihin genel olarak nasıl anlaşıldığı üzerine değil; aksine tarihin etkilerini kişisel yaşamlarında bireysel olarak nasıl deneyimledikleridir. Genellikle deneyimlenen gerçek ya da uydurulmuş kurgu hikayeleri genel tarih ile iç içe geçmişlerdir. Felix Gonzales Torres’in portre serisinde olduğu gibi kişisel hayatın hafızası, milli tarihin önemli olayları ile birbirine karışır. Bu sanatçılar için ortak hafıza yoktur ve geçmişin hiç bir anımsaması, insanların duygular, psödo-rasyonel göz önünde bulundurmalar ve sosyo-politik ilgiler temeline dayanan kararları tarafından etkilenmemiş değildir.

Gördüğünüz gibi kişisel ve toplumsal hafızaya yönelik iki sanat akımı da aynı stratejileri kullanmaktadır.  Çağdaş sanatçılar,  sonuçta hafızanın akışkan bir yapısını oluşturan sayısız öykü toplanırken sadece var olan kolektif bellekteki hafızanın bireysel gücünü iddia ederler. Sonuçta hafıza, sadece birlikte tasarladığımız şekilsel ve içeriksel parametreler uyarınca şekillenen bir kurgudur. Bu yüzden hafıza sadece öznel olabilir ve zamanın etkisinden dolayı değişebilir. Bu anlayış, anı anlatımının geleneksel katı yapılarındansa akışkan ve dinamik modellerini kabul eden günümüz sanat dünyasında bilinen bir gerçektir. Bu, belirli bir dereceye kadar, hayatın tüm belleği sadece tatlı yalanlarmış ve sanat hafıza yapılarımızdaki sahteliği ortaya çıkarmak, sadece onun kendi yanıltıcılığını ve aynı zamanda temsili varlığını sergilemek için en çekici biçimleri bulurmuş gibi görünmektedir. Sanki bir kör diğer bir köre karanlıkta yardım ederken çevrelerini kuşatan her nesnenin kafalarına ve dizlerine çarptığını görmelerine gülüyormuş gibi…

Kaynak : [-]