Şunun için etiket arşivi: salı

antalya-film-festivali

Kerem Akça, 53. Antalya Film Festivali’ndeki ödül töreni heyecanını değerlendirdi.

antalya film festivali

16 Ekim’de başlayan 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Pazar gecesi EXPO’daki törenle son bulacak. Ulusal yarışmada “Albüm” ve “Tereddüt” önde, onları “Siyah Karga”, “Babamın Kanatları” ve “Rauf” izliyor.

TÜRK KÜLTÜRÜYLE YOĞRULMUŞ ‘RÜYA’ TANIMI

“Rüya” ve “Toz”la, iki kadın hikayesi ile 12 filmlik yarışmayı noktaladım. Derviş Zaim, bu kez bir bilimkurgu filmine imza atmış. Ama işin içine dini ve kültürel motifler de sokmuş. Yedi Uyurlar efsanesini ‘aynı karakteri oynayan dört oyuncu’ kurallı olarak canlandırmış. Ana karakterin cami yapmak isteyen bir mimar olması da aslında ‘çizimler’ üzerinden ‘klonlanma’, ‘reenkarnasyon’ ya da ‘seri üretim’in adını koyuyor.

“Rüya”da Taner Tokgöz’ün beceriksizliği ile “Gölgeler ve Suretler” (2010) ve “Devir”deki (2012) adeta beyaz tülbentle kaplanan çerçeveler yeniden canlanıyor. Ama ne olursa olsun son 50 dakikada bir dönüş görüyoruz. O bölümde kağıt üstünde “Hücre” (“The Cell”, 2001) ile “Aç Gözünü” (“Abre Los Ojos”, 1997) arası, Müslümanların ‘bilinçaltında gezinen bilimkurgusu’, ‘uyku hastalığı’ damarıyla canlanıyor. Ama filmde 80’lerde izlediğimiz, “Başlangıç”ın (“Inception”, 2010) esin kaynağı “Dreamscape”in (1984) teknolojisi bile yok.

Açıkçası Yunan mitolojisindeki Cerberus ile eşleştirilebilecek Kıtmir, kutsal bir yol açarak eksik paydaları kapatıyor. Ama bir karakteri fazlaca oyuncunun canlandırdığı “Palindromes” (2004) devrimini göremiyoruz. Zaim’in düşüşünü perçinleyen “Rüya”, türsel yaklaşımıyla ilgi odağı olabilir.

Mimarlık estetiğine getirdiği yorumla da bir fikir jimnastiğine yol açıyor. Cami tasarımından başlayan dramatik yapısında zaman harcamadan son düzlüğe geçse ve teknolojiyle ilişkisini daha güncel hale getirme şansına kavuşsa ‘tutarlı’ veya ‘sahici’ durabilirmiş. Ama özellikle Boğaziçi Köprüsü’ne bakan köpek imgesi fazlasıyla pespaye duruyor.

“Toz” ise kötü sinematografisinin zaaflarını taşıyor. Nihayetinde de bu topraklardaki kadın sinemacıların ‘tek direnişçi kadın karakter yazayım yeterli’ yanılsamasını yansıtıyor. Öykü Karayel, kendisine anlatılan tiplemeyle ‘Afganistan’a göç’ün hüzünlü anlarını tadıyor. Oraya bakış inandırıcı dönüşlerle canlandırılmıyor. TV piyasasından bilinen Ferhat Uzundağ’ın boyutsuz görüntüleri filmi uçuruma sürüklüyor.

ÖNEMLİ ÖDÜLLERİ İKİ FİLM HAK EDİYOR

Son düzlüğe girilirken “Albüm” ve “Tereddüt”ün festival öncesi hissettirdiği ağırlık yerli yerinde duruyor. Bu seneki ulusal jüri sanki Semih Kaplanoğlu’nun gücünü ve kararlarını yansıtmak için belirlenmiş gibi. Ama üyelerin adedine bakınca kadınların ağır basması, bunların ikisinin de yabancı olması ibreyi Ustaoğlu’na döndürebilir. Diğer ödüllerde ise “Rüzgarda Salınan Nilüfer” ve “Toz”a sempati olabilir.

Açıkçası böyle dengeler ortaya çıkabilir. “Siyah Karga”, “Rauf” ve “Babamın Kanatları” ise Kürt sinemasının görsel-işitsel açıdan tutarlı olabileceğini gösteren işler. “Albüm” ile “Tereddüt”ün arkasında sıralarını bekliyorlar. Birincisi kadın hikayesi olmasıyla aslında bazı ödüllere uzanabilir. “Albüm” ve “Tereddüt” bir şekilde hakkını alır, ama bazı sürpriz kararlar da görebiliriz.

KADIN OYUNCU EN ÇEKİŞMELİ DAL

Ama ‘En İyi Erkek Oyuncu’da Menderes Samancılar’ı sadece “Mavi Bisiklet” ve “Rauf”un çocuk oyuncuları sarsabilir. O da tartışmalı olur. ‘En İyi Kadın Oyuncu’ en çekişmeli dal. “Tereddüt”ün Funda Eryiğit’i ile Ecem Uzun’una ortak ödül gidebilir. Şebnem Bozoklu, Şebnem Hassanisoughi, Songül Öden, Öykü Karayel de doğrudan yarışın içinde.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’da “Toz”un belki de ‘ana imajı’ Muhammed Cangören, “Rüya”daki oyunculuklara profesyonellik katan Mehmet Ali Nuroğlu ve “Babamın Kanatları”nın Müsaib Ekici’si ödül bekliyor. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’da Ecem Uzun ve Kübra Kip’in şansı var.

JÜRİ ÜYELERİNİN KADIN AĞIRLIKLI OLMASI NEYE YOL AÇAR?

En İyi Sinematografi ikinci en çekişmeli dal. “Albüm”, “Siyah Karga”, “Rauf” ve “Tereddüt”ten biri alırsa kimse bir şey demez. Aksi kararlar tartışmalı olur. ‘En İyi Kurgu’ için net bir aday yok, ama “Babamın Kanatları”, “Rüya” ve “Tereddüt” bir şeyler yapabilir.

En İyi Müzik’te “Babamın Kanatları”nın ağırlığı var. ‘En İyi Senaryo’da aslında “Rüzgarda Salınan Nilüfer”, “Rüya” ve “Tereddüt” arasında bir ‘kadın hikayeleri’ yarışı görülüyor. Olursa bunlardan çıkar bir şey. Diğer metinler bir hayli zayıf.

Açıkçası kadın jüri üyelerinin dengesi ile Semih Kaplanoğlu’nun belirgin ağırlığı her şeyi belli edecek. Azınlık hikayeleri mi, sosyal gerçekçi damar mı, diyalogları öne çıkarma arzusu mu, direnişe geçen kadınlar mı, çocuk tiplemelerin duygusal boyutu mu, yoksa sinemanın evrensel tarafı mı zafere ulaşacak? Bunu Pazar gecesi göreceğiz.

Kerem Akça’ya göre ödülleri alacaklar:

En İyi Film: Tereddüt
En İyi İlk Film: Babamın Kanatları
En İyi Yönetmen: Mehmet Can Mertoğlu (Albüm)
En İyi Senaryo: Rüzgarda Salınan Nilüfer
En İyi Erkek Oyuncu: Menderes Samancılar (Babamın Kanatları)
En İyi Kadın Oyuncu: Songül Öden (Rüzgarda Salınan Nilüfer)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Ecem Uzun (Tereddüt)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Muhammed Cangören (Toz)
En İyi Görüntü Yönetimi: Siyah Karga
En İyi Kurgu: Rüya
En İyi Sanat Yönetimi: Rauf
En İyi Müzik: Babamın Kanatları
Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Orhan Pamuk’a Söylemeyin’in ekibi
Behlül Dal Jüri Özel Ödülü: Mavi Bisiklet ve Rauf’un çocuk oyuncuları
Seyirci Ödülü: Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var

Kerem Akça’ya göre ödülleri alması gerekenler:

En İyi Film: Albüm
En İyi İlk Film: Babamın Kanatları
En İyi Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu (Tereddüt)
En İyi Senaryo: Rüya
En İyi Erkek Oyuncu: Menderes Samancılar (Babamın Kanatları)
En İyi Kadın Oyuncu: Şebnem Hassanisoughi (Siyah Karga)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Ecem Uzun (Tereddüt)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mehmet Ali Nuroğlu (Rüya)
En İyi Görüntü Yönetimi: Siyah Karga
En İyi Kurgu: Babamın Kanatları
En İyi Sanat Yönetimi: Rauf
En İyi Müzik: Babamın Kanatları
Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Orhan Pamuk’a Söylemeyin’in ekibi
Behlül Dal Jüri Özel Ödülü: Genç Pehlivanlar’ın pehlivanları
Seyirci Ödülü: Tereddüt

Kerem Akça’ya göre Antalya Film Festivali’nin yarışmasındaki filmlerin sıralaması:

1-Albüm
2-Tereddüt
3-Siyah Karga
4-Babamın Kanatları
5-Rauf
6-Rüya
7-Rüzgarda Salınan Nilüfer
8-Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kar Romanı da Var
9-Mavi Bisiklet
10-Genç Pehlivanlar
11-Toz
12-Eşik

sureyya-operasi5 Temmuz 2016 tarihinde Samsun Opera ve Bale’si Kadıköy Süreyya Operasında yapılacaktır. Nar Sanat misafirleri etkinliğe davetli olarak katılabileceklerdir.

ETKİNLİK PROGRAMI

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen 7. Uluslararası İstanbul Opera Festivali bu yıl 2 – 16 Temmuz 2016 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor.

2 Temmuz Cumartesi Şef Borislav Ivanov’un yönetiminde İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası‘nın gerçekleştireceği Gala Konseri ile başlayacak olan festivalde 11 etkinliğin 8’i Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası‘nda gerçekleşecek, diğer gösteriler ise Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Bahçesi‘nde gerçekleşecek.

Festival Programı:

  • 5 Temmuz Salı – Samsun Devlet ve Opera Balesi tarafından sahnelenen ve rejisini Figen Ayhan Karakelle’nin üstlendiği, Tolga Taviş’in bestesi “Hekimoğlu Operası”
  • 8 Temmuz Cuma – Ankara Devlet Opera ve Balesi, 5 Tango’s ve Entre Dos adlı bale gösterisi.
  • 9 Temmuz Cumartesi – Vladimir Malakhov’un jüri başkanı olduğu Bale Yarışması’nın ‘küçükler’ yarı finali
  • 10 Temmuz Pazar – Vladimir Malakhov’un jüri başkanı olduğu Bale Yarışması’nın ‘büyükler’ yarı finali
  • 11 Temmuz Pazartesi – Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin ‘Danzon’; İstanbul Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Birimi (MDTist) ‘Mantra’ ve İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin ‘Dansın Rengi’ baleleri
  • 12 Temmuz Salı – Bale Yarışması’nın finali
  • 13 Temmuz Çarşamba – Bale Yarışması’nın final töreni ve gala gecesi
  • 14 Temmuz Perşembe – Zdravko Lazarov şefliğinde Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası
  • 15 Temmuz Cuma – Zdravko Lazarov şefliğinde Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası
  • 16 Temmuz Cumartesi – Mehmet Balkan’ın sahneye koyduğu, İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenecek Mozart’ın “Zaide” operasıyla festivalin kapanışı.

 

35. İstanbul Film Festivali’nde Ahu Öztürk’ün “Toz Bezi” filmi, Altın Lale Ulusal yarışmada “En İyi Film”, “En İyi Senaryo” ve “En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerini kazandı.

35. İstanbul Film Festivali’nde ödül kazananlar belli oldu.

Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen törende, Altın Lale Ulusal Yarışma Ödülleri için 2015-2016 sezonunda tamamlanan 11 film yarıştı.

Cem Davran’ın sunuculuğunu yaptığı gecede ilk olarak, Jeyan Ayral Tözüm, Şerafettin Gür, Suzan Avcı ve Perran Kutman’a Sinema Onur Ödülleri verilirken, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden yönetmen Ülkü Erakalın’ın ödülü oğlu Murat Erakalın’a takdim edildi.

Altın Lale Ulusal Yarışma’da En İyi Film dalında Altın Lale Ödülü’ne Ahu Öztürk’ün “Toz Bezi” adlı filmi layık görüldü.

Ahu Öztürk ödülünü alırken yaptığı kısa konuşmada, “Ben ödülü, Şırnak’ta çocuklarının ölüsünü buzdolabında saklayan annelerden, yurtdışında çocuğuyla vedalaşıp burada tekrar cezaevine gelen sevgili Meral Camcı’ya uzanan o yol adına alıyorum. Savaşlar kadınları ve önce çocukları vuracaksa, barışı da kadınlar kuracak” dedi.

Ulusal yarışma

Altın Lale Ulusal Yarışma’da ödül kazanlar şöyle:

En İyi Film: Toz Bezi

En İyi Yönetmen: Mustafa Kara (Kalandar Soğuğu)

En İyi Kadın Oyuncu: Asiye Dinçsoy (Toz Bezi)

En İyi Erkek Oyuncu: Haydar Şişman (Kalandar Soğuğu)

En İyi Senaryo: Ahu Öztürk (Toz Bezi)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Cevahir Şahin ve Kürşat Üresin (Kalandar Soğuğu)

En İyi Kurgu: Mustafa Kara, Umut Sakallıoğlu ve Ali Aga (Kalandar Soğuğu)

En İyi Özgün Müzik: Doğan Duru (Tarla)

Jüri Özel Ödülü: Rauf (Barış Kaya ve Soner Caner)

Uluslararası Yarışma

Festivalde, Uluslararası Yarışma Altın Lale Ödülü’ne Meksikalı yönetmen Rodrigo Plá’nın “Bin Başlı Canavar” adlı filmi değer görüldü.

Altın Lale Uluslararası Yarışma Jüri Özel Ödülü’nü ise Britanyalı yönetmen Brady Corbet’in “Bir Liderin Çocukluğu” adlı filmi kazandı.

Kısa, mansiyon, belgesel, Seyfi Teoman ödülleri

Ulusal Kısa Film Yarışması’nda En İyi Kısa Film Ödülü’nü Ziya Demirel’in “Salı” adlı filmi kazandı. Ödülü yönetmene jüri üyelerinden Can Evrenol verdi.

Barış Sarhan’ın “Cemil Şov” adlı filmi ise Mansiyon ödülüne layık görüldü.

Ulusal Belgesel Yarışması’nda da En İyi Belgesel Ödülü Onur Bakır ve Panagiotis Charamis’in yönettiği “Hazır Ol!” filmine verildi.

Ayşe Polat’ın yönettiği “Ötekiler” filmi ise Mansiyon’a layık görüldü.

Bu arada, Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü “Çırak” filminin yönetmeni Emre Konuk kazandı.

 istanbul-film-festivali-nde-odulleri-toz-bezi-topladi-128713-5 (1)

Bu yıl 48.si düzenlenen SİYAD ödül töreninde, en iyi film ödülüne Emin Alper’in yönetmenliğini yaptığı “Abluka” filmi layık görüldü.

48. SİYAD 2015 Türkiye Sineması’nın En İyileri ödülleri sahiplerini buldu.
Şişli Belediyesi Kent Kültür Merkezi’nde gerçekleşen ödül töreninde konuşan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Başkanı Tül Akbal Süalp, sinemanın kollektif bir sanat dalı olduğunu belirterek, “İnsanın aklındakileri ile söyleyebilecekleri şeyler arasındaki mesafe uzaklaştıkça durum zorlaşıyor. Onun için çok fazla konuşamayacağım. Birlikte gülebilmenin ve eğlenmenin, insanlara güç verdiğini muazzam dayanışma ve direnme sağladığını biliyorum. Sinemanın da böyle bir gücü var” ifadelerini kullandı.
Sunuculuğunu oyuncu Tuğrul Tülek’in yaptığı törende konuşan Cem Yılmaz da, en iyi yabancı film ödülünü açıklamak için sahneye çıktığını belirterek, “Yabancı film kazananı açıklamam için beni seçtiğiniz için teşekkür ederim. Bu, Türk sinemasına ne kadar yabancı olduğumu vurgulamak için yapılmış bir kelime oyunu. Bundan bile çok mutluyum” değerlendirmesinde bulundu.
SİYAD’ın ödül gecelerine ilk olarak Zeki Demirkubuz’la beraber katıldığını hatırlatan Yılmaz, “1996 yılından beri Sinema Yazarları Derneği’nin ödül törenlerini çok sıkı takip ediyorum. O zamandan beri SİYAD törenlerinde hiç ödül almadım. Bu bana birazcık (Leonardo) Di Caprio’yu hatırlatıyor. Elbette o gün de gelecektir” dedi.
En iyi film, en iyi yönetim ve en iyi senaryo ödülüne layık görülen Emin Alper ise, senaryo yazmanın sinema sürecinde en sevdiği iş olduğunu aktararak, “Tüm film ekibi, zorlu film sürecine rağmen çok iyi bir iş çıkardılar. Hepsine teşekkür ediyorum” açıklamasında bulundu.
48. SİYAD Türk Sineması Ödülleri’ni kazananlar şöyle:
En iyi film: “Abluka”
Umut ödülü ‘Ahmet Uluçay en iyi ilk film ödülü: “Nefesim Kesilene Kadar”
En iyi yönetim: Emin Alper “Abluka”
En iyi senaryo: Emin Alper “Abluka”
En iyi kadın oyuncu performansı: Esme Madra “Nefesim Kesilene Kadar”
En iyi erkek oyuncu performansı: Nadir Sarıbacak “Sarmaşık”
En iyi yardımcı kadın oyuncu performansı: Şebnem Hassanisoughi “Bulantı”
En iyi yardımcı erkek oyuncu performansı: Özgür Emre Yıldırım “Sarmaşık”
En iyi görüntü yönetimi: “Rüzgarın Hatıraları”
En iyi kurgu: “Abluka”
En iyi sanat yönetimi: “Çekmeceler”
En iyi müzik: “Çekmeköy Underground”
En iyi kısa film: “Salı”
En iyi belgesel: “Hasret”
En iyi yabancı film: “Mad Max: Fury Road”
Siyad Onur Ödülleri: “Gülşen Tuncer”, “Menderes Samancılar”
Emek ödülü, Emek Sineması çalışanlarına verildi.

faust

faustAlman yazar J. W. Goethe’nin aynı adlı eserinden Fransız besteci Charles Gounod’nun bestelediği “Faust” operası, İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından sahneleniyor. Goethe’nin edebiyat, politika ve doğa bilimleri üzerine yazdığı tüm eserlerinin bir hülasası olarak kabul edilen “Faust”un librettosu Gounod’nun her zaman birlikte çalıştığı Jules Paul Barbier ile Michel Florentin Carré’ye ait.

Son olarak 1992-93 İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanat sezonunda, Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenen Faust; 13 Şubat saat 20.00’de Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak.

Recep Ayyılmaz’ın sahneye koyduğu eserin  orkestra şefi Roberto Gianola. koroyu ise Marco Morrone hazırladı. Koreografisi Beyhan Murphy’e ait eserin dekor tasarımı Efter Tunç, kostüm tasarımı Gizem Betil, ışık tasarımı Yakup Çartık’a ait.

Eserde Faust rolünü Erdem Erdoğan ve Hüseyin Likos, Méphistophélès rolünü Zafer Erdaş,Tuncay Kurtoğlu ve Gökhan Ürben, Marguerite rolünü Ayten Telek,Gülbin Günay, Valentin rolünü Caner Akgün, Alper Göçeri, Siébel rolünü Özge Belen ve Deniz Erdoğan Likos, Wagner rolünü Utku Bayburt ve Bahadır Noyan Coşgun ve Marthe rolünü Neslişah Pekin,Nursel Dinler dönüşümlü olarak üstleniyor.

Konu:

İhtiyar Doktor Faust, kasvetli, karanlık odasında gençliğinin özlemini duymaktadır: Dua da etse derdine çare bulacağından emin değildir. Bu nedenle şeytanı çağırmaya karar verir. Şeytan Méphistophélès yüzünde alaycı gülümseyişiyle gelir ve Faust’a ne istediğini sorar; “Para mı, ün mü?” Yaşlı doctor Faust ise hiç birini istemez, o sadece gençliğini arzulamaktadır.

Şeytan ona gençliğini verecektir ancak buna karşılık ondan ruhunu ister. Ve Méphistophélès kozunu oynar.  Aniden güzel bir kız hayali belirir, bu Marguerite’dir. Marguerite’i gören Faust heyecanla pazarlığı kabul eder. Böylece olaylar gelişir ve Faust genç bir delikanlı olarak kaderini Şeytan Méphistophélès’in ellerine bırakır. Sürükleyici konusu ve dramatik yapısı ile eser, seyircinin beğenisine  sunuluyor.

 

“Faust Şubat’ta şu tarihlerde temsil edilecek:

13 Şubat 2016  Cumartesi     20.00 (Prömiyer)

16 Şubat Salı 20.00/17 Şubat Çarşamba 20.00

18 Perşembe 20.00/20 Şubat Cumartesi 20.00

25 Mart Cuma 20.00/26 Mart Cumartesi 16.00

29 Mart Salı 20.00

GİRİŞ

Tarih boyunca alt kültür müziklerinin pek çoğu sosyo – ekonomik sınıflaşma sonucu baskıya maruz kalan ve ezilen gruplardan çıkmıştır. Araştırmanın konusu olan Caz müziği de bunlardan biridir. 1880’lerde New Orleans’ta gelişmeye başlayan Caz müziği Blues ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan siyahi yerel müziklerin atası olarak kabul edilmektedir. Kaynağında Afrika – Avrupa kökenli ritm ve melodilerin, tarlalarda söylenilen iş şarkılarının, dinsel müziğin, Fransızların sokak şarkılarının, halk dansları müziklerinin var olduğu Caz, siyah Amerikalıların etkilendiği çok değişik müzik türlerinin sentezidir. İmprovizasyon (doğaçlama) ve swing (salınım) etkenleri Caz stillerinin temelini oluşturmuştur. Doğaçtan anlatılan hikayelere, “çağrı ve yanıt” ilişkisine dayanan Caz, doğal ruhsal tepkilerin ses ve ritmle anlatılmasına olanak verir.

  1. KÖKEN

Amerika’lı caz eleştirmeni Marshall W. Stearns şu tanımı yapar: “Caz, Afrika – Avrupa kaynaklı melodi ve ritmin, Avrupa armonisi ve çalgılarıyla birleştirilmesi sonucunda doğaçtan çalınan Amerikan müziğidir.”                                                                                                               Bu yalın tanımın içinde yer alan “Amerikan” sözcüğü tepkiyle karşılanmıştır. Uzmanlar, bu müziğin “Amerika’dan dolayı” değil, “Amerika’ ya rağmen” gerçekleştiğini söylerken haklıdırlar. Buna göre tanımdaki “Amerikan müziği” yerine “uluslararası müzik” sözcüklerini koymak doğru olacaktır.                                                                                              Cazın doğum yeri ve beşiği Amerika’dır; cazı yaratan insanlar ise zencilerdir. Eğer Afrika’lı zenciler 16. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın son çeyreğine kadar köle tüccarları eliyle Amerika’lı toprak sahiplerine getirilip satılmasaydı, caz müziği doğmayacaktı.

Öte yandan caz, çeşitli müziklerin karışımıdır: Afrika’nın halk müziği, zenci kölelerin tarlada çalışırken söyledikleri iş şarkıları, İngiliz’lerin dinsel müziği, Fransız’ların sokak şarkıları ve halk dansları müziği ile Fransız bando müziği, İspanyol sömürge müziği ve bir ölçüde kızılderili müziği… “Bütün bunlar zencinin potasında eridi ve en bol, en etkileyici gereç, blues, ortaya çıkan müziğe ayrıca çeşnisini verdi.”

 

 

2.CAZIN DOĞUŞU VE KÖKENLERİ

Caz müziği 1880′ lerde New Orleans’ta gelişmeye başladı ve 1920’lerin başında New York, Los Angles ve Chicago’da yapılan kayıtlarla son şeklini aldı. O zamanlar birçok değişik akım cazın ortaya çıkışında yol gösterici olmuştur. Bunlardan biri melodilerin ve akorların eşliğinde simgesel olarak özgürlüğe kavuşma çabalarıydı. Bu akım bugün doğaçlama olarak tanımladığımız olaya liderlik etmiştir. Bir diğeri ise, siyahi Amerikalıların yarattığı blues ve ragtime gibi müzik türleriydi.

Caz müziğinin neden ve nasıl Amerika’da ortaya çıktığını ve bu kadar farklı türde müziğin nasıl biraraya geldiğini anlayabilmek için, Afrikalıların kölelik Amerika’sındaki yaşamlarına göz atmamız gerekir. Afrikalı köleler Amerika’ya getirildikleri zaman yanlarına müzik aletlerini almalarına izin verilmemişti. Ama onlar müzikal zevklerini ve geleneklerini yanlarına almışlardı. Afrikalıların yüzyıllar önce yaptığı bu hareket, Avrupa müziğinin neden Afrika kökenli Amerikalılar tarafından çalındığında daha farklı duyulduğunu biraz da olsa anlamamıza yardımcı olabilir. Örneğin bazı köleler Avrupa kökenli kilise müziklerini, yöresel müzikleri ve dans müziklerini kendi müzik zevk ve geleneklerine uyacak şekilde değiştirdiler. Onların çocukları da atalarının müzikteki bu davalarının peşinden gittiler. Böylelikle bu müziksel tercih nesilden nesile devam etti.

 2.1.Caz neden New Orleans’da ortaya çıktı?

Fransızlar 1718 yılında New Orleans’ a yerleşmeye başladılar ve 1719 yılında yüz kırk yedi siyah köle buraya getirildi. 1722 yılının başında New Orleans’ta kölelik tamamen yayılmamıştı, hala özgür siyahlar vardı. 1763 yılında Fransızlar Louisiana topraklarını İspanyollara hediye ettiler. Ancak 1769 yılına kadar İspanyolların kuralları bu topraklar üzerinde tam olarak geçerli olmadı. Daha sonrasında gelen İspanyol kurallarına rağmen, Fransızların dilleri ve gelenekleri hep ön plandaydı. 1801’de İspanyollar Louisiana’yı Fransızlara geri verdiler. Ancak İspanyolların koymuş olduğu kurallar, 1803′ te Louisiana Amerika Birleşik Devletleri tarafından Fransızların elinden alınana kadar, geçerliliğini sürdürdü.

İspanyolların bu topraklar üzerindeki etkisi bazı sosyolojik örneklerde göze çarpıyor. Örneğin o yıllarda farklı etnik gruplardan insanların birbirleriyle evlenmeleri Louisiana’da çok sık gerçekleşen bir olaydır. Ayrıca İspanyol kuralları çok sayıda kölenin özgür kalmasını sağlamış, bu da özgür siyahların sayılarının artmasına neden olmuştur. 1800′ lerin ortalarında siyah ve beyaz ırkın biraraya gelmesi, Avrupa ve Afrika geleneklerinin etkileşimlerine yol açmıştır. İki ırkın birleşmesinden oluşan bu yeni ırk Creole toplum olarak bilinir ve Creole’ler biraz Afrikalı biraz da Fransızdır.

New Orleans caz müziğinin ortaya çıkması için ideal bir yerdi. Mississippi Nehri’nin ağzının yakınında olan New Orleans Amerika için gelişmekte olan bir ticaret yoluydu ve bu nedenle o zamanlar ticaretin merkeziydi. Ticari öneminin yanısıra bir liman şehri olduğu için buraya dünyanın heryerinden insanlar geliyordu ve New Orleans günden güne kozmopolitik bir yerleşim merkezi şeklini alıyordu. Bu kadar renkli bir yerin eğlence hayatı da çok renkliydi. New Orleans’ta birçok bar vardı ve bu barlarda sık sık dans partileri yapılıyordu. New Orleans’ taki bu yoğun eğlence hayatının sonucu olarak, bölgedeki müzisyenlere birçok iş imkanı doğuyordu.Bu dönemde canlı müziğe çok büyük bir istek vardı ve yeniliklere olan ihtiyaç devam ediyordu.

Bu istek ve ihtiyaaçlar müzisyenlerin yeni stiller yaratmalarına neden oldu. Müzisyenler değişik ve garip yaklaşımları harmanladılar, gözden geçirip yeniden düzenlediler. Bu gelişmeler cazın ortaya çıkışında büyük rol oynadı.[3]

        2.2.Caz’ın kökenindeki yapı

İlk ortaya çıkışından şimdiye dek, caz 19 ve 20. yüzyıl Amerikan popüler müziğinden etkilenmiştir. Caz terimi ilk batı kıyısında ortaya çıkmış ve Chigago’da 1915’lerde yapılan müziği tanımlamak için kullanılmıştır. Bu zamandan öncede caz New Orleans’ta yapılsa da caz ismi ile adlandırılmamaktaydı.

Caz’ı ta. dayanır. Belki de onu bir sanat müziği formu olarak tanımlayabiliriz Amerika kökenli ama siyahların Avrupa müziği ile karşı duruşlarıyla şekillenen bir form olarak.

 1843’e dek New Orleans’da Afrika dans ve davullarının olduğu festivaller düzenlenir tıpkı benzerlerinin New York ya da New England’ta yapıldığı gibi. Afrika geleneksel müziği Avrupa tarzı armoni içermez , tek seslidir.

19 uncu yüzyılın başlarında Avrupa sazlarını çalmayı öğrenen siyah müzisyenlerin sayısı artmaktadır. Sonuçta Güney Amerika, Karayip ve diğer köle melodileri salon müziği olarak piyano ile icraya başlanır. Siyah köleler “harmonik” tarzları da öğrenerek kendi müzikleri ile harmanlarlar.

    2.3.Başlangıç dönemi

Zencilerin en yoğun olduğu New Orleans’ ta doğan caz, Mississipi nehrindeki gemilerde çalan müzisyenler tarafından Amerika’ nın içlerine yayılmıştır. Bilinen ilk caz parçalarını Buddy Bolden (trompet) ve Jerry Roll Morton (piyano) yapmıştır (1895-1905)

 

“New Orleans Stili” nin ritmik yapısı “Avrupa Müziği” nin “Marş” ritmine çok yakındır. Caz ritmine özgü o bilinen “dalgalanma” henüz bu stilde yoktur. Genel anlamda dalgalanmayı, 1. ve 3. zamanlardaki güçlü vuruşlar yerlerinde kalırken, 2. ve 4. zamanların da vurgulanması yaratır. Oysa “New Orleans Stili” nde bu ritmik olguya pek rastlanmaz. Vurgular 1. ve 3. Zamanlardadır.

“Hot” (ateşli) çalış, ilk kez “New Orleans Stili” nde görülür. Bu çalış tekniği, anlatımın son derece sıcak oluşuyla karakterize edilir. “Sound”, (müzikal tını, ses) “cümleleme”, “vibrato” teknikleriyle özgünleşir. Müzisyenler, enstrümanlarını “çalmaktan” çok, onlarla “konuşarak” duygularını yansıtırlar.

Kornetçi Buddy Bolden, sonradan “jazz” olarak adlandırılacak tarzın öncülerinden biri olarak zikredilen bir müzik topluluğunun başıydı. 1895 – 1906 yılları arasında New Orleans’da çaldı. Bolden’dan bugüne gelen herhangi bir plak kaydı yok ama Bolden topluluğunun repertuvarında bulunan “Buddy Bolden Blues” gibi çeşitli ezgiler birçok diğer müzisyen tarafından kaydedildi.

 

 KAYNAKLAR

Ahmet Say – Müzik Tarihi Kitabı (Müzik Ansiklopedisi Yayınları 8. Basım)  Erişim tarihi: 26.10.15 / 18:10

http://acikerisim.baskent.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/baskent/1529/00127.pdf?sequence=3&isAllowed=yç Erişim tarihi: 25.10.15 / 19:26

http://www.alka.com.tr/alphtml/jazzhtm/index_caz.asp?page=icerik&id=26      Erişim tarihi: 28.10.15 / 17.30

http://cibrank.blogcu.com/cazin-dogusu-ve-kokenleri/117126 Erişim tarihi: 26.10.15 / 19:30

http://dosya.marmara.edu.tr/aef/mzo/2013-2014%20duyurular/%C4%B0smet%20ARICI/gpm_2014.pdf     Erişim tarihi:  28.10.15 / 18.04

http://muzik.stereomecmuasi.com/2011/09/caz-muzigin-tarihcesi.html  Erişim tarihi: 27.10.15 / 21:20

 [1]http://acikerisim.baskent.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/baskent/1529/00127.pdf?sequence=3&isAllowed=y

[2] Ahmet Say – Müzik Tarihi Kitabı (Müzik Ansiklopedisi Yayınları / 8. Basım)

[3]: http://cibrank.blogcu.com/cazin-dogusu-ve-kokenleri/117126

[4] http://muzik.stereomecmuasi.com/2011/09/caz-muzigin-tarihcesi.html

[5] http://www.alka.com.tr/alphtml/jazzhtm/index_caz.asp?page=icerik&id=26

[6] http://dosya.marmara.edu.tr/aef/mzo/2013-2014%20duyurular/%C4%B0smet%20ARICI/gpm_2014.pdf

 

Bu makale Nar Sanat Eğitim Kursu eğitmenlerinden Burcu Işıl Oğuz tarafından hazırlanmıştır. Buradan indirebilirsiniz.

54-yillik-uluslararasi-bursa-festivaline-yildiz-yagacakBursa Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 54.’sü düzenlenen ‘Uluslararası Bursa Festivali’, kentte kültür sanat rüzgarı estirecek.

Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, ’54. Uluslararası Bursa Festivali’nin programını, Hilton Otel’de düzenlenen basın toplantısında kamuoyuna açıkladı. Başkan Altepe, ‘Uluslararası Bursa Festivali’nin 1962 yılından bu yana hayata geçirilen özel bir organizasyon söyledi.

Bursa Festivali’nin 25 Mayıs Pazartesi günü yapılacak olan açılış konserinde, Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası, ‘3 soprano 3 tenor’ ile sahneye çıkacak. 27 Mayıs’ta Türk Müziği’nin farklı türlerinde eserler veren Zara Bursalılarla buluşacak. 29 Mayıs’ta Anadolu Rock ve Türk Pop Müziği’nin önemli sesleri Kıraç ve Yonca Lodi aynı sahneyi paylaşacak. 30 Mayıs’ta enstrümanındaki ustalığıyla ‘Buzuki’ lakabını alan Orhan Osman ve Balkan Ekspres sanatseverlere keyifli anlar yaşatacak. 2 Haziran’da ‘Dostlar Beni Hatırlasın’ ile Ankara Devlet Opera ve Balesi, Aşık Veysel’in yaşam ve felsefesini sahneye taşıyacak. 4 Haziran’da Polonyalı genç sanatçı Marika Bursalı müzikseverlerle buluşacak. 5 Haziran’da Nusret Parmaksız’ın şefliğinde

Selma Başak, Nusret Yılmaz, Elif Güreşçi, Zekai Tunca, Yaşar Özel ve Serap Mutlu Akbulut’un solist olarak katılacağı Bursa Büyükşehir Belediyesi Orkestra Şube Müdürlüğü’nün ‘Türk Sanat Müziği Gecesi’ programı gerçekleştirilecek. 9 Haziran’da Europe, 2015 dünya turnesi kapsamında Türkiye’de sadece Bursa’da sahne alacak. 10 Haziran’da İzmir Devlet Opera ve Balesi ‘Lüküs Hayat’ı sahneleyecek. 12 Haziran’da Türk Pop Müziği’nin sevilen ismi Rafet El Roman sahneyi Azerbaycan doğumlu sanatçı Ezo ile paylaşacak. 13 Haziran’da ise müziğin güçlü sesi Funda Arar sevenleriyle buluşacak. 15 Haziran’da ise yine Türk Pop Müziği’nin sevilen ismi Kenan Doğulu Bursa’da konser verecek. Öte yandan festival kapsamında, Giorgio Bertozzi ve Ferdan Yusufi kuratörlüğünde gerçekleşecek olan İtalyan sanatçıların eserlerinden oluşan ‘Sentez 6’ sergisi, 1 – 13 Haziran tarihleri arasında Ressam Şefik Bursalı Sanat Galerisi’nde Bursalılarla buluşacak.

MÜZİKAL ETKİNLİKLER ÜÇ MEKANDA

Festivalin müzikal etkinlikleri Bursa Açık Hava Tiyatrosu, Merinos AKKM ve Bursa Kent Müzesi Önü’nde gerçekleştirilecek. Polonyalı sanatçı Marika’nın konseri ücretsiz olacak, diğer konserler için bilet fiyatları 13 ile 38 TL arasında değişiyor. Festivalin bilet satışı www.biletinial.com üzerinden yapılacak. Biletinial satış noktalarının bulunduğu yerler ise Bkstv – Korupark Standı, TKM, Merinos AKKM, Açıkhava Tiyatrosu, Zafer Plaza – Sansiro Parfümeri, Magazin Outlet AVM, Kent Meydanı, Durak Muhallebicisi – Nilüfer Şube, Oyak Renault – Kooperatif, Kahve Dünyası – Özlüce…

PROGRAM

25 Mayıs – Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası, ‘3 soprano 3 tenor’ konseri

27 Mayıs – Zara

29 Mayıs – Kıraç & Yonca Lodi

30 Mayıs – Buzuki Orhan ve Balkan Ekspres

2 Haziran – ‘Dostlar Beni Hatırlasın’, Ankara Devlet Opera ve Balesi

4 Haziran – Marika

5 Haziran – ‘Türk Sanat Müziği Gecesi’

9 Haziran – Europe

10 Haziran – İzmir Devlet Opera ve Balesi – ‘Lüküs Hayat’

12 Haziran – Rafet El Roman & Ezo

13 Haziran – Funda Arar

15 Haziran – Kenan Doğulu

7 – 12 Temmuz – 29. Uluslararası Bursa Altın Karagöz Halk Dansları Yarışması

tarihte-bugun-ne-oldu4 Nisan, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın 94. (artık yıllarda 95.) günüdür. Yıl sonuna kadar kalan 271 gün vardır.

Olaylar

  • 1581 – Francis Drake dünya turunu tamamladı ve I. Elizabeth tarafından şövalyelikle ödüllendirildi.
  • 1814 – Napolyon tahtından ilk defa çekildi.
  • 1905 – Hindistan’daki depremde yaklaşık 20.000 kişi hayatını kaybetti.
  • 1929 – İstanbul’da düzenlenen Yerli Malı Kullanma ve Koruma Toplantısı’nda gençlik, yerli malı kullanmaya yemin etti.
  • 1941 – Irak’da eski başbakan Raşit Ali bir darbeyle iktidarı ele geçirdi.
  • 1949 – NATO kuruldu. Washington’da ABD, Belçika, Danimarka, Fransa, Lüksemburg, Norveç ve Portekiz, Kuzey Atlantik Paktı Örgütünün (NATO) kuruluşunu onaylayan antlaşmayı imzaladı.
  • 1953 – Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Dumlupınar denizaltısı, NATO tatbikatından dönerken Çanakkale Boğazı’nda İsveç gemisi Naboland’la çarpışarak battı; 81 Türk denizcisinin şehit olduğu bu gün, Deniz Şehitlerini Anma Günü ilan edildi.
  • 1966 – Fransa’da NATO üslerine karşı çıkılınca Türkiye’deki üslerin durumu gündeme getirildi. Başbakan Süleyman Demirel, “Türkiye’de ABD üssü yoktur, tesisi vardır” dedi.
  • 1968 – Martin Luther King Jr. Memphis’te öldürüldü.
  • 1973 – 11 Eylül 2001’deki saldırılar sonucu yıkılan Dünya Ticaret Merkezi açıldı. Temelleri 1966’da atılan, inşaatına 1968’de başlanılan ve 37 milyon dolara mal olan binanın mimarı Minuori Yamasaki idi.
  • 1974 – Türk Hükümeti, Yunan karasularının 12 mile çıkarılmasını kabul etmeyeceğini, Ege’nin bir Yunan gölü haline getirilmesinin söz konusu olamayacağını, diplomatik kanallarla Yunanistan’a bildirdi.
  • 1975 – Microsoft şirketi Bill Gates ve Paul Allen ortaklığında kuruldu.
  • 1979 – Pakistan başkanı Zülfikar Ali Butto asılarak idam edildi.
  • 1985 – Balıkesir’de eğitim uçuşu yapan bir uçak, marangozlar sitesine düştü. Uçağın iki pilotu ile 14 kişi öldü, 21 kişi yaralandı.
  • 1988 – 7. Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nde iki filmin gösterilmesi müstehcenlik ve İslam’a aykırılık nedeniyle yasaklandı.
  • 1990 – Ankara Devlet Tiyatrosu İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi açıldı.
  • 1991 – Özel üniversitelere şartlı izin verildi.
  • 1997 – Politikaya atılan kadınları desteklemek amacıyla bir grup kadının öncülüğünde “Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği” (KADER) kuruldu.
  • 2001 – Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi, İtalya’dan Türkiye’ye iade edilen Mehmet Ali Ağca’nın gasp suçundan 7 yıl 2 ay ağır hapis cezasına mahkûm edildiği kararı onadı.
  • 2002 – PKK, birçok Avrupa ülkesinde, yasaklanmasının ardından adını KADEK (Kürdistan Demokrasi ve Özgürlük Kongresi) olarak değiştirdi.
  • 2003 – Yargıtay Sekizinci Ceza Dairesi, Manisalı gençler davasında biri başkomiser 10 polisin, 60 ile 130 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmalarına ilişkin kararı onadı.
  • 2004 – Konyaspor Teknik Direktörü Tevfik Lav, Manisa yakınlarında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti.
  • 2004 – Almanya Alevi Kadınlar Birliği, “25 Dilde Kadın Türküsü” adıyla festival düzenledi. Konserde 500 kadın aynı anda saz çalarken 300 kadın şarkı söyledi.
  • 2006 – 4 Nisan Mayın Bilincini Geliştirme Günü kapsamında ilk kez eylemler yapıldı. Gün BM tarafından 8 Aralık 2005 tarihinde ilan edilmişti.

Doğumlar

  • 186 – Caracalla, Roma imparatoru (ö. 217)
  • 1802 – Dorothea Dix, ABD’li toplumsal reformcu ve hümanist (ö. 1887)
  • 1846 – Comte de Lautréamont, Fransız yazar (ö. 1870)
  • 1858 – Remy de Gourmont, Fransız şair (ö. 1915)
  • 1884 – Isoroku Yamamoto, Japanese naval commander (ö. 1943)
  • 1914 – Marguerite Duras, Fransız yazar (ö. 1996)
  • 1915 – Muddy Waters, ABD’li müzisyen (ö. 1983)
  • 1915 – Lars Ahlin, İsveçli yazar (ö. 1997)
  • 1920 – Éric Rohmer, Fransız yönetmen (ö. 2010)
  • 1932 – Anthony Perkins, ABD’li aktör (ö. 1992)
  • 1932 – Andrei Tarkovsky, Sovyet yönetmen (ö. 1986)
  • 1949 – Abdullah Öcalan, PKK’nın kurucusu ve lideri
  • 1952 – Gary Moore, İrlandalı gitarist (Thin Lizzy)
  • 1957 – Aki Kaurismäki, Fin yönetmen
  • 1960 – Hugo Weaving, Nijerya doğumlu, İngiliz asıllı Avusturalyalı aktör
  • 1963 – Nuri Adıyeke, Girit asıllı Türk Osmanlı Dönemi tarihçisi
  • 1965 – Robert Downey, Jr., ABD’li aktör
  • 1970 – Barry Pepper, ABD’li oyuncu.
  • 1970 – Yelena Yelesina, Rus yüksek atlamacı
  • 1970 – Çağan Irmak, Türk yönetmen
  • 1976 – Emerson Ferreira da Rosa, Brezilyalı futbolcu.
  • 1976 – Pattie Mallette, Kanadalı şarkıcı Justin Bieber’ın annesi.
  • 1979 – Heath Ledger, Avustralyalı Oskar’lı aktör (ö. 2008)
  • 1983 – Ben Gordon, ABD’li basketbolcu
  • 1984 – Arkady Vyatchanin, Rus yüzücü
  • 1985 – Rudy Fernández, İspanyol basketbolcu
  • 1986 – Aiden McGeady, İrlandalı futbolcu
  • 1991 – Jamie Lynn Spears, ABD’li aktris ve şarkıcı
  • 1992 – Alexa Nikolas, ABD’li aktris
  • 1992 – Christina Metaxa, Kıbrıslı Rum şarkıcı
  • 1996 – Austin Mahone, ABD’li pop şarkıcısı

Ölümler

  • 1617 – John Napier, İskoçyalı logaritmayı bulan matematikçi (d. 1550)
  • 1774 – Oliver Goldsmith, İrlandalı yazar, şair (d. 1728)
  • 1841 – William Henry Harrison, ABD’li General ve 9. Amerika Birleşik Devletleri başkanı (d. 1773)
  • 1870 – Heinrich Gustav Magnus, Alman kimyacı ve fizikçi (d. 1802)
  • 1878 – Richard Brewer, ABD’li kovboy ve kanun kaçağı (d. 1850)
  • 1919 – William Crookes, İngiliz kimyacı ve fizikçi (d. 1832)
  • 1923 – John Venn, İngiliz matematikçi (d. 1834)
  • 1929 – Karl Benz, Alman makine mühendisi ve motor tasarımcısı (d. 1844)
  • 1931 – André Michelin, Fransız mühendis ve sanayici (d. 1853)
  • 1932 – Wilhelm Ostwald, Alman kimyacı, Nobel Kimya Ödülü sahibi (d. 1853)
  • 1941 – Emine Nazikeda, Sultan Mehmed Vahdettin Han eşi ve Baş Kadınefendi (d. 9 Ekim 1866).
  • 1968 – Martin Luther King, Jr., Nobel Barış Ödülü’lü Afrikalı-Amerikalı Baptist papaz ve Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi (d. 1929)
  • 1979 – Zülfikar Ali Butto, Pakistan başbakanı (d. 1928)
  • 1983 – Gloria Swanson, ABD’li aktris (d. 1897)
  • 1986 – Simone de Beauvoir, Fransız yazar ve düşünür (d. 1908)
  • 1991 – Max Frisch, İsviçreli yazar (d. 1911)
  • 1992 – Muammer Hacıoğlu, Türk şair (d. 1945)
  • 1997 – Alparslan Türkeş, Türk asker ve siyaset adamı (d. 1917)
  • 2004 – Tevfik Lav, Türk teknik direktör (d. 1959)
  • 2007 – Bob Clark, ABD’li film yönetmeni (d. 1941)

Tatiller ve Özel Günler

  • NATO Günü
  • Mayın Bilinci Geliştirme Günü

piyano-kursuPiyano aslında sanat ve müzik dünyasının en önemli enstrümanlarından birisidir. Sanatın tüm dalları ile ilgilenen kişilerin sözel, davranışsal, duygusal, ruhsal ve sosyal davranışları diğer kişilere oranla daha etkileyicidir.

Enstrümanlar içinde ana enstruman diyebileceğimiz Piyano hakkında bilinmeyenleri sizler için derledik.

  • Hiç bir solo çalgı piyanonun gücüne sahip değildir. Piano, parmağın dokunuşuna anında yanıt verir.
  • Geniş ton aralığından ötürü piyanoya “Enstrümanların Kralı” denir.
  • Bir piyanonun klavyesi 88 tuşa sahiptir.
  • Satılan en pahalı piyano 1,2 milyon dolara satılan Steinway Grand’dir.
  • Birçok müzik okulunda ana enstrüman olmasa bile piyano zorunlu bir çalgıdır.
  • Bir piyanist, ister tek başına, ister bir orkestra eşliğinde olağanüstü bir müzik gerçekleştirebilir. Henüz keşfedilmemiş bir yetenek.
  • Piyano’nun verebildiği en kalın ses ‘La’ sesidir ve bütün piyanolarda bu sesi veren telin boyu 2 metre kadardır.
  • Piyanoda ses, tellere vuran çekiçler sayesinde ortaya çıkar.
  • Asıl adı “Piyano e forte” olan piyanoyu Floransalı Bartolomeo Cristofori 1711 yılında icad etmiştir.
  • Piyano 220-230 telden oluşur ve her tel 76 kilo ağırlığı çeker. Tüm teller toplamda 18-20 ton çekebilir.
  • Piyano 12.000’e yakın parçadan oluşur ve bunların 10.000 tanesi ses çıkarmak için hareket eder.

Piyano Kursumuza 4 yaşından itibaren herkes katılabilmektedir. Piyano dersleri hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Sanatın tüm dalları hakkında akademik bilgilere ulaşabilmeniz de mümkün. Tıklayınız.

Piyano hakkında size yol gösterecek bir kaç bilgi. Tıklayınız.

Piyano Kursu Öğrencilerimizin Piyano Sınıfında Çalışmalarından Örnekler. Tıklayınız.

Çocuklar için Piyano Eğitimi nedir ne değildir? Tıklayınız.

Tüm bu konularda bize ulaşmanız mümkün. Hemen arayın: 0212 570 8068 – 0530 880 71 80

 

 

 

genclik-filmleri-festivaliBu yıl “öteki” temasıyla yola çıkan festivalin açılışı, Şişli Kent Kültür Merkezi’nde yapılacak. Açılışta “Soma: Bir Avuç Kömür İçin Bir Ömür Verenlere” belgeseli, Soma’dan işçilerinin de katılımıyla izleyiciyle buluşacak. Özgecan Aslan ve Yaşar Kemal’in de hatırlanacağı gecede Cahit Berkay, şarkılarını Soma için söyleyecek. Açılışta “Öteki” temalı bir fotoğraf sergisi de yer alacak.

Festival kapsamında 18-20 Mart’ta İstanbul’un birçok üniversitesinde film gösterimleri yapılacak. İstanbul Üniversitesi, “Küçük Kara Balıklar” belgesel gösteriminin ardından Ezel Akay ve Cenk Terbiyeli’nin katılacağı söyleşiye ev sahipliği yapacak.

FESTİVALDE FİLMLER İZLEYİCİYLE BULUŞTURULACAK

Reha Erdem retrospektifinden “Jin” , “A Ay” ve “Şarkı Söyleyen Kadınlar”ın yanı sıra Nazan Kesal’ın “Salıncak”, Aykan Safoğlu’nun “Kırık Beyaz Laleler”, Emel Çelebi’nin “Külkedisi Değiliz”, Cenk Örtülü’nün “O İklimde Kalırdı Acılar”, Veysi Altay’ın “33 Yıllık Direniş: Berfo Ana” ve Suat Eroğlu’nun “Fıtrat” filmleri de festival izleyicisiyle buluşacak.

5. Uluslararası Gençlik Filmleri Festivali kapsamında Eskişehir, İstanbul, İzmir, Ankara, Zonguldak, Kocaeli, Trabzon, Edirne, Karabük, Hopa, Adana, Samsun, Mersin, Kayseri, Kırşehir ve daha birçok il ve ilçede film gösterimleri olacak.
Genç yönetmenlerin ürettikleri filmleri gösterebilmesi ve üniversitelerde gençliğin kendi perdesini açabilmesine olanak sağlamak amacıyla düzenlenen festival, 4 yılda, 17 il ve 30 gösterim yerine ulaştı.

Bu yıl 13’üncüsü düzenlenecek, Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nin programı ve Altın Bamya adayları yapılan bir basın toplantısıyla açıklandı. 

filmmor_ilan_logolu

Bu yıl “Kadınların Sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin Sineması” temasıyla düzenlenecek olan gezici festival 13 Mart’ta, İstanbul’da başlayacak. 27 Nisan’a kadar, altı ayrı şehirde sürecek olan gezici festival 13-22 Mart’ta İstanbul’da, 28-29 Mart’ta Denizli’de, 4-5 Nisan’da Muğla-Bodrum’da, 11-12 Nisan’da Diyarbakır’da, 18-19 Nisan’da Adana’da, 25-26 Nisan’da İzmir’de olacak.

5 ÜLKEDEN, 61 FİLM

13. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali 13 Mart Cuma günü, saat 19:00’da Galatasaray Meydanı’ndan Pera Müzesi’ne yapılacak Festival Yürüyüşü ile başlayacak. Festivalde bu yıl 25 ülkeden, 61 filmin gösterileceği festivalde, bu yılHindistan’dan Meksika’ya çeşitli ülkelerden filmler yer alacak. Filmlerin 17’si Türkiye’den. Festivalden elde edilecek gelirse Şengal ve Kobani kamplarındaki kadınlara ve çocuklara aktarılacak.

FESTİVAL YÜRÜYÜŞLE BAŞLAYACAK

Pera Müzesi’nde Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı Ödülü’nün de verileceği açılışta Arkadaşımı Merak Ediyorum filmi gösterilecek. Festival filmleri İstanbul Modern, Pera Müzesi ve Rampa salonlarında gösterilecek. Filmler ‘Kadınların Sineması’, ‘Margarethe von Trotta Toplu Gösterimi’, ‘Nahid Persson Sarvestani Toplu Gösterimi’, ‘Kendine Ait Bir Cüzdan’, ‘Cins, Cinsiyet, Cinsiyetler’ ve ‘Bedenimiz Bizimdir’ adında altı ayrı bölümde seyirciyle buluşacak. Festival bu yıl önemli konukları da ağırlayacak. 1975’ten bu yana çektiği filmlerde güçlü kadın karakterler yaratan Margarethe von Trotta ile buluşma 17 Mart Salı günü İstanbul Modern’de.

VE ALTIN BAMYALAR…

Her yıl olduğu gibi bu yıl da festivalin kapanışı Altın Bamya Ödül Töreni ile son bulacak. Yedinci kez düzenlenecek törende Türkiye Sineması’nın 100’üncü Yılı dolayısıyla 100 yıla bakılacak. “100 Yılın Bamyası Ödülleri’nin bu yılki adayları erkek karakter kategorisinde Tecavüzcü Coşkun, Tarkan ve Recep İvedik, kadın karakter kategorisinde ise Kezban, Afrodit ve Mum Kokulu Kadınlar’daki tüm kadın karakterler.

Kaynak : onedio.com

Hepimiz bazı durumları anlatmak veya durumu pekiştirmek için zaman zaman deyim kullanırız. Peki bu deyimlerin nereden çıktığını biliyor muyuz, ya da düşündük mü? bir kaç deyimin ilginç çıkış öyküsünü paylaşalım istedik buyurun deyimlere.

deyimler

1. Çizmeden Yukarı Çıkmak (Çizmeyi Aşmak).

(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)

19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.

-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?

-Ben kunduracıyım, çizme dikerim.

Deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,

-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

2. Avucunu Yala.

(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)

Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

3. Güme Gitmek.

Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “HOOOPPP GÜM” şeklinde nara atarlarmış.Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında,günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu” demiş.

4. Çam Devirmek.

(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)

Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:

-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.

Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.

5. Çadırını Başına Yıkmak.

Osmanlı hükümdarları, sefer esasında hareketlerinden ve hizmetlerinden hoşnut olmadıkları vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlarmış. Bu hareket iktidardan düşme manâsına eski Türk geleneklerinde mevcut olup Orta Asya’dan itibaren uygulanmıştır. Fatih’in,Karaman seferi sırasında Mahmud Paşa’nın;Yavuz’un da çaldıran dönüşünde Hersekzade Ahmed Paşa ile Dukaginoğlu Ahmed Paşa’nın çadırlarını başlarına yıktırdıkları meşhurdur.

6. Saman Altından Su Yürütmek.

Vaktiyle bir ova köyünde köylüler tarlalarını sulamak için,ırmağın suyunu nöbetleşe kullanmak üzere anlaşmışlar. Irmak boyunda bulunan tarlalar, açılan kanallar vasıtasıyla sıra ile sulanıyor,herkes ziraatıyla meşgul oluyormuş. Köyün açıkgözlerinden birisi,daha fazla su alabilmek için tarlasında derin ama ince bir kanal kazıp ırmaktan su çalmayı aklına koymuş. Kanalı gizleme maksadıyla da üzerini çalı çırpı ve taşlarla örtüp araziye uydurmuş.

7. Buyurun Cenaze Namazına

IV. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır. Bugünkü Üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır. Derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider. Selam verir, oturur.

Kahveci yanına gelip; “Baba erenler kahve içer mi” diye sorar.

Padişah “Evet” der.

Kahveci: “Tütün içer misin?”

Padişah: “Hayır”.

Kahveci işkillenir.Tütün içmiyor da ne işi var burada. Zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür.

-Murad.

-Peki isimde sultan da var mı?

-Elbette var.

-Baba erenler ismini bağışlar mı?

Deyince kahvecinin bet benizi atar. Zangır zangır titrer ve “Öyleyse buyrun cenaze namazına” der, olduğu yere yığılır. IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına affeder.

8. Pabucu Dama Atılmak.

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.

9. Kozunu Paylaşmak.

Koz, ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu’nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı. Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı. Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki,köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için ”Benim oğlan kozunu paylaşacak çağa geldi” derdi…

10. Atma Recep Hepimiz Din Kardeşiyiz.

Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:

– “More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız.”

Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:

– “More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım” şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:

– “Atma Recep biz de din kardeşiyiz…” deyince Arnavut Recep`in yüzü kızarıp bozarır.

11. Foyası Meydana Çıkmak.

Kuyumcular yaptıkları yüzük,küpe,gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen, sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında “foyası meydana çıktı” şeklinde benzetme yapılır.

12. Vermezse Mağbut Neylesin Mahmut.

Sultan Mahmut’ un hazineleri dillerde dolaşırmış. İstanbul’ un her semtinden dedikodu toplarlar, bunu Sultana iletirlermiş. Bir tanesi varmış ki, dedikleri kolay kolay yutulur şeyler değil. Her sözün sonunu da “Ahh, ahh! Hadi bıraktık hazine dairesini, bize azıcık verse ömür boyu yeter artar” dermiş. Sultan Mahmut bu adama için için öfkelenirmiş. bir gün huzura getirtmiş;

– ” Bana bak! Sen böyle etrafta bilmeden ne atıp tutuyorsun? Bilir misin ki, ne yüklerin altındayız? Bilir misin ki, geceleri rahat uyumamaktayız?….”

Padişahtan azarı işiten adam sus pus olmuş. iyice büzülmüş, çökmüş.

– ” Bak, her lafın sonunu da Padişah bize yedirmiyor diye bitirirmişsin? ” Artık kellesinden de korkmaya başlayan adam, kaçacak delik aramış.

– ” Ben insaflı biriyim. Sana bir şans tanıyacağım. Ama sen de söylenmeyi bırakacaksın.”

Adamla anlaşan Padişah, beraberce hazine dairesine gitmiş:

– ” Kenardaki küreği al ve daldırabildiğin kadar dibe daldır. Kürektekiler senindir. İyi düşün hangisinden almak istersen oraya daldır küreğini. Bir kez şansın var. Ona göre! ”

Padişahın sandığı gibi zalim biri olmadığını anlayan azardan yıkılmış ve gördüğü hazinenin muhteşemliği karşısında dili tutulmuş adam heyecanla küreğe sarılmış.

Daldırabildiği kadar derine, çil çil altınların dibine daldırmış. Sevinçle küreği çıkarmış ki, bir de ne görsün? Küreğin üstünde bir tek altın parıldıyor. Meğerse adam heyecandan küreği ters daldırmış.

-” Ee, gördün mü evlat, kazanmak o kadar da kolay değilmiş… Yapacak bir şey yok! Al o bir altını, git ve bir daha sakın arkadan konuşma. Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut? ”

13. Altı Kaval Üstü Şeşhane

Şeşhâne, namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne şeklinde kullanılır. Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve “Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle” diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.

14. Tabakhaneye B*k Yetiştirmek.

Eskiden bu yana gelen işleme şekliyle tabakhaneler, yani hayvan derilerinin islendiği atölyeler köpek b.kuna ihtiyaç duyarlarmış. Çünkü bir tek taze köpek b.ku içinde bekletilen deri, yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. ” Tabak mısın; it b.kuna muhtaçsın “, denirmiş “tabak”lara (“debag”lara), yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek b.kundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek b.ku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze b.kla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. ” Ne o, tabakhaneye b.k mu yetiştiriyorsun ” deyimi buradan doğmuş, günümüzde bilenler tarafından halen kullanılmaktadır.

15. Altından Çapanoğlu Çıkmak.

(Girişilen bir işte beklenmedik tehlike, zorluk ve sorunlarla karşılaşmak.)

Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus’u içine alan bir hükümet kurup adını Celâlîler listesinin levhasına yazdıran odur.

Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar. İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey’in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:

-Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!..

Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.

16.Bam Teline basmak

Bâm (bem) kelime olarak evin üstü, çatı demektir. Türkçe’de dam olarak kullanılır. Bir musikî terimi olarak kullanılan bam telinin orijinal telâffuzu “bem teli”dir. Bem, aslında kanun, tambur gibi sazlara takılan tel demektir. Bem (veya bam) sakalın dudağa en yakın olan kalın teline de derler. Telli sazların en üstünde bulunduğu ve kalın ses verdiği için bu tele musikîde “bam teli” denilmiştir. Bunun karşıtı zîr (alt) olup o da en ince teli karşılar (zîrübem=alt ve üst, ince ve kalın teller).

Eskiler en yüksek perdeden nağme çıkaran bam telinin sesini, bağıran, öfke ile sesini yükselten kişilerin köpürmelerine benzetmişler ve bunun adını “(Birinin) bam teline basmak (veya dokunmak)” diye koymuşlar. Eğer birisini aşın derecede kızdıracak bir sözü kasden söylüyorsanız, karşınızdakinin bam teline bastığınızdan hiç şüpheniz olmasın. Çünki o da bam telinden ses verecek, hışım ile kubbeleri çınlatacaktır.

17.Toprağı bol olsun

Ölen yakınlar için “toprağı bol olsun.” deyimi kullanılır. Deyimin kökü çok eskilere dayanıyor. Kadim zamanlarda ölen kişiler kıymetli eşyalarıyla gömülürmüş. O eşyaları kullanıp mutlu olacakları varsayılırmış. Bu sefer mezar hırsızları çoğalmış. Bunun üzerine mezarların üzerine dağ gibi toprak yığarak hırsızlık önlenmek istenmiş. Anadolu’da bu tür toprak yığını olan yerlere höyük de denir.

“Toprağı bolsun.” deyimi mezarın üzerinde toprak fazla olsun. Hırsızlar onun kıymetli eşyalarını çalamasın, ölmüş kişi de böylelikle mutlu olsun, anlamında kullanılmaktadır.

18.Saman Altından Su yürütmek

Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: ;Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!

19. Atı Alan Üsküdarı Geçti​

Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
Önce bütün Bolunun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdarı geçti.

20. İnsanoğlu Kuş Misali​

Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir Miskinler Tekkesi bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.

Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.

İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.

Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali.

Dün neredeydim, bugün neredeyim.

Hakkında Hayırlısı Böyleymiş​

Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor.

Hikaye şöyle;

Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş.

Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken, şefim bu şamdan benim ona göre demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; Zühtü de iyi adamdı be şefim Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş.

21. Bize de mi lo lo!

Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma manasında.

Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak diye hayıflanmış. Arkadaşı: Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim Adam çaresiz kabul etmiş. Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece lo lo lo de.

Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer

Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: Hani bizin on altın? adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki lo lo diye cevap vermiş. Arkadaşı da, Ulan demiş, bize de mi lo lo!

22. Pabucu Dama Atılmak

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.

23. Ağzından Baklayı Çıkarmak​

Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:

-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin. Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,

– Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,

– Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz…

Şeyh içinden “lahavle” çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
– Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
– İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
– Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
– Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..

24. Ağzına Tükürmek

Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,

-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mubarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.

Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızırın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:

– Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!.. ​

25. Gemileri Yakmak​

Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çıtır çıtır yanan ordu şok geçirmiştir. sezar gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz şeklinde bir konuşma yapar. savaş sezarın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır.

26. Ateş Pahası​

Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle Istranca Ormanları’na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam “Uğurlar olsun Sultanım!” diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense “rastgele” cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için yedi adım geriye gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış bir yavru ceylanın ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar sağanaklar halinde yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir halde, civarda kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar. Üşümüşlerdi. Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak neyi var neyi yoksa yaktı.

Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: “Bin altın efendim” dedi. Lala “Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin” diyerek adama çıkışınca adam “Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim” dedi.​

27. Mürekkep Yalamak

Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında “mürekkep yalamış” denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır.

El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.

28. Kazan Kaldırmak

İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.

Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir. ​

29. Püf Noktası​

Ahi Evran zamanında ( Usta – Çırak müessesesi de diyebiliriz) , çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu’ da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına ” sen oldun ” der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar;

– ” İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. ” der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.

30. Akla Karayı Seçmek

(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.​

31. İpe Un Sermek

(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.

32. Pabucu Dama Atılmak

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. ​

33. Dimyat’a Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu’ya getirilirmiş. Dimyat’a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul’a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.​

34. Avucunu Yala

“Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın” anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

35. Çam Devirmek, Pot Kırmak

Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı”ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:​

-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.

Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.​

36. Ana Gibi Yar Bağdat Gibi Diyar Olmaz

Dilimizdeki Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz. sözünün aslı muhtemelen Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz. şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Anne kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk’ü için önemine bakınız ki oradaki Aneyi anne yapıvermiş. Tıpkı Yanlış hesap Bağdattan döner. sözüyle Bağdatın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.

37. İki Dirhem Bir Çekirdek

Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık iki dirhem bir çekirdek sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır.​

Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.

38. Güme Gitmek

Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “Hoooopp gümm!” şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu.” demiş.

39. Devlet Kuşu Konmak

Bir rivayete göre, vaktiyle İran”da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.​

Gerçi tarihte, gerek İsa”dan önce İran”da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa”dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, “başına devlet kuşu kondu” denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

40. Çizmeden Yukarı Çıkmak

Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyimdir. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris”te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.​

-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?​

-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,

-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

41. Kozunu Paylaşmak

Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu’nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için “Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi.” derdi.​

42. Foyası Meydana Çıkmak

Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında “foyası meydana çıktı” şeklinde benzetme yapılır.

43. Afyonu Patlamak

Eski tiryakiler, ramazanda afyonu macun haline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar yapıp her sahurda iki üç tane yutarlarmış.ancak her bir macunu da bir, iki, üç kat kağıtlara sarmayı da ihmal etmezlermiş. Böylece kağıt mide öz suyunda macun midede dağılır ve birkaç saatliğine keyif devam edermiş.tabii iki kat kağıda sarılan macun da onu takiben kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat etmiş oluverir. Ancak bu plan yolunda gitmediği, Afyonun kağıdının zor parelenmediği yahut kana karışması geciktiği durumlarda tiryaki krizlere girer ve dış dünyadan adeta kopar. Afyonu patlayıp kana karışıncaya kadar farklı tepkiler verir.

Konuşulan veya yapılan şeye uygun karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada geciken durumlarda “Daha afyonu patlamadı galiba! gibi cümleler söylenmesi bundandır.

44. Burnundan Fitil Fitil Getirmek

Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla kullandığımız bu deyimdeki fitil (fetil) kelimesinin eskiden kullanılan 4 anlamı vardır:

1. Lamba fitili
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü ​

Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını hatırlatıyor(yer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır. Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin.

45. Karamanın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu

Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir.

Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, “Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım” diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi’ni Konya’ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler. ​
Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: “Bu can burada kaldıkça, Osmanlı’yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum” demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve “İşte can çıktı söz bitti” demiş. Karaman Bey’inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır.

46. Eli Kulağında​

Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında (Henüz olmadı ama) eli kulağında deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadette Bilal-i Habeşiye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca, namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.

Eskiden birisi yakındakine,​
– Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
– Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.

47. İşi İnada Bindirmek

Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş o da tamam tamam kılarız iki rekat deyip akşam teravih namazına gitmiş teravih başlamış bir-iki-dört derken namaz devam ediyor bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna, evlat sen eve git bu iş inada bindi demiş.​

48. Boru Değil Bu

Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş. Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi. Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de Duymadık! Ne ise borusu çalar biz de duyarız demişler.

Kıdemli öğrencide

-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.​

Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.​

O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,

-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli … diyerek lafa başlarlarmış​

Yanlış hesap, Bağdattan döner.​

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.

Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.

Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.

Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdata girmek üzereyken,kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emnet eder,

-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.

İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar. ​

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.

Tüccara ,

-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.​
Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.​

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.​

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet. Bu sırada kervancı içeri girer, Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan , -Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.​ Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan çıkarlar.​

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
Mürekkep yalamak
Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.

49. Asayiş berkemal

Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur. Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri, Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:

Saye-i asayiş vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..

Padişahın şahane idaresi altında,vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hakimdir.

Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşağıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.

Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!

Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama,
Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.

50. Aklım kesiyor

Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş. Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır. Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar: bu ip taşı nasıl keser?
Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.

51. Balık kavağa çıkınca

Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophaneden Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.

Kaynak: Maxicep – Ünimetre