Şunun için etiket arşivi: dekor

burcu-isil-oguz-erkan-basa

Marmara üniversitesinin topluma hizmet etkinliği kapsamında Kazım Karabekir (Erenköy) Kültür Sanat Merkezinde  Doç. Dr. Zuhal Özcengiz önderliğinde gerçekleştirilen “Geçmişten günümüze resim ve müzik alanındaki gelişmeler” adlı konser etkinliğinde piyano ve şan eğitmenimiz Işıl Oğuz ‘da yer almıştır. Kendisini Nar Sanat ailesi adına Etkinlik Koordinatörümüz Erkan Başa ziyaret etmiş ve sürpriz yapmıştır. Mart ve Nisan ayında da konserin tekrarı yapılacaktır. Hocamıza başarılarının ve sosyal projelerinin devamını dileriz..

 

KONSER İÇERİĞİ

İLKEL TOPLULUKLAR (ESAT MERT KOÇ Ortaçağ’ın sonuna kadar sunacak.)

İlkel topluluklarda yaratıcılığın temel ögesi doğaydı. İnsanlar hayvanların benzerlerini mağara duvarlarına ve kayalara resmediyorlardı. Taşlara ve kemik parçalarına vurarak değişik sesler çıkartıyorlardı. İlkel topluluklarda müzik ve resmin başlangıcı bu şekilde olmuştur.

ANTİK MISIR (İ.Ö 4000)

RESİM__Eski Mısır dünyasında resim sanatı edebi, sürekli ve kutsal olanı ifade etmek için kullanılmıştır. Mısır resim sanatı örneklerini, büyük tapınaklar ve mezar anıtları içinde yer almasının nedeni de budur.

MÜZİK__ Mısır tarihinde müziğin önemini, kazılarda bulunmuş çalgılardan ve tapınak duvarlarındaki resimlerden öğreniyoruz. Mısırlıların gelişmiş bir dans kültürü olduğu,özellikle kadınların şarkı söyleyerek dans ettikleri de belgeleniyor.

ANTİK YUNAN

RESİM__ M.Ö. 7. yy sonları ve 6. y.y. da siyah figür tekniği, sonraki dönemlerde ise kırmızı figür tekniği kullanılmıştır. Yunanlıların günlük ihtiyaçları için yapmış oldukları vazolarda, resim ve nakış sanatı için önemli belgelerdir.

MÜZİK__ Antik Yunanlıların müzikleri hakkında son yüzyılda pek çok malzeme ortaya çıkarılmıştır. Bu dönemde müzik hastalıkların tedavisinde de kullanılıyordu. Hipokrates yaklaşık 2400 yıl önce bazı hastalıkların tedavisi için, hastaları ilahilerle tapınağa götürüyordu.

ANTİK ROMA (M.Ö 9. yy -1453)

Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte “klasik antikite”ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk,savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

ORTA ÇAĞ (476-1400)

RESİM__ Ortaçağ’ın en belirli resim akımını Bizans sanatıdır. “İkon” adı verilen tablo halindeki aziz resimleri de Ortaçağ Avrupa resmi gelişmesini etkilemiştir.Ortaçağ resmi başlangıçta altın zemin üzerinde, mekansız, ağırlıksız figürleri ile Bizans sanatından gelme bir tabiat uzaklığı, dini-mistik hava içindeyken, yavaş yavaş bu resim akımlarında doğaya yaklaşma başlar

MÜZİK__Orta Çağ, Antik Çağ ile Rönesans’ın arasındaki dönemi kapsayan ve müziğin gelişimini etkileyen bir dönemdir. Bu dönem karanlık çağ olarakta adlandırılır.Bunun sebebi kilisenin aşırı baskısıdır.Bu dönemde en önemli çalgı insan sesidir ve şarkı sözleri incilden alınmıştır.

RÖNESANS (Yeniden Doğuş) –  (SEFER TURAN sunucak)

Avrupa’da 1000 yıllık karanlık Ortaçağ sonrası katolik kilisesinin acımasız hakimiyetini kaybettiği ve  insanların hümanizmayla birlikte özgürlüklerini yeniden kazandıkları ve bu özgürlükle birlikte özellikle sanatta baskıcılıktan ve yasaklardan dolayı bin yılın biriktirdiği sanat eserlerinin onlarca yıl içinde ortaya çıktığı bir dönemdir.

RESİM__ Leonardo Da VİNCİ (1452-1519) insanlık tarihinin şahit olduğu tüm çağlara hitap edebilen en önemli tasarım, ressam ve mucitlerindendir. Rönesans döneminde doğadaki altın oran düzenini sanatına yansıtarak insanlığın fikri ve sanatsal gelişiminin belkide en önemli ivmesini gerçekleştirmiştir.

MÜZİK__Guilio CACCİNİ (1550-1618) bu dönemde konusu ilk din dışı şarkılar olan madrigallerin en ünlü bestecilerindendir. Amarilli mia bella en ünlü madrigalidir. ( Sefer Turan AMARİLLİ eserini seslendirecek.)

BAROK  DÖNEM (1600-1750) (AYHAN DOĞAN sunacak)

RESİM__ Barok resimde ışık bütün resim yüzeyine aynı ölçüde dağılmaz ve parçalar halinde yansır. Savrulan uçuşan hareketli figürler , eğri çizgiler oluşturacak biçimde resme yerleştirilmiştir.

MÜZİK__Barok müzik , armoninin açık seçik olmadığı , modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyon güç ve hareketi zor olan müziktir. Müzikteki başlıca büyük yeniliği “fonksiyonel tonalite” kavramının çok geliştirilmesindedir.

GİOVANNİ PAOLO PANİNİ (1691-1765)

Barok Dönemde yaşamış ve o dönemin özelliklerini eserlerine yansıtarak günümüze kadar ulaştırabilmiş İtalyan ressamdır. Eserlerinde daha çok içinde bulunduğu mekanların tasvirini yapmıştır. Roma Antigua adlı eserini birçok yap-bozun üstünde görmek mümkündür.

JOHANN SEBASTİAN BACH (1685-1750)

Alman barok müzik bestecisi Bach köklü Alman stillerini , özellikle İtalya ve Fransa gibi dış ülkelerden aldığı ritm, form, armoni ve kontrpuan birikimleri ile müzikal motiflerin organizasyonundaki ustalığıyla geliştirmiştir. Eserleri arasında konçertoları , varyasyonları ,si minör missa , 2 çile ve 200 tanesi günümüze kadar ulaşmış 300 den fazla kantatı bulunmaktadır. (AYHAN DOĞAN Bach sol minör menüet çalacaktır.)

MİCHELANGELO CARAVAGGİO  (1573-1610) (MELİKE GÜZEL sunacak)

İtalyan ressam, aşırı gerçekçilikle yarattığı eserler dışında duygusal anlatımlı dinsel resimler de yapmıştır. Işığın kullanımında yenilik getirerek  karanlık alana, tek kaynaktan kuvvetli bir ışık vermeyi yeğlemiştir.

George Frideric Handel (1685-1759)

Alman bestecisidir, Su müziği, Havai Fişekler için müzik ve Mesih gibi eserleriyle Barok dönemin en büyük bestecilerinden biri sayılmıştır. Almira operasıyla  besteci olarak ilk başarılarını kazanmıştır. 40’tan fazla opera  ve oratoryo bestelemiş. Ayrıca orkestra müziği ve solo çalgılar için birçok eser yazmıştır. (Melike Güzel Handel sol minör sonata çalacak.)

 

KLASİK DÖNEM (1750-1827) (BURCU IŞIL OĞUZ sunacak)

RESİM__ Resimde insan, bir mekan içinde gösterilir. Yüzlerin ifadesi heykelde olduğu gibi iç duyguları yansıtmaz. Resimlerde, tek bir noktadan gelen ışık değil, tablonun her tarafını aydınlatan üniversal ışık önem kazanır.

MÜZİK__ Barok müziğin süslü anlatımı yerini sadeliğe bırakmıştır. Kontrpuantal yazım yerini homophoneye bırakmıştır. Orkestra müziği gelişmiştir. Piyano icat edilmiş ve piyano için besteler yapılmıştır.

JACQUES-LOUİS DAVİD (1748-1825)

Dönemin önemli ressamlarından biridir. Döneme damgasını vuran rokaka akımının ve Fransız ihtilanin etkileri eserlerinde görülür.

WOLFGANG AMADEUS MOZART (1756-1791)

Dönemin ünlü bestecilerindendir. Eserlerinde dönemin getirisi olan yalın müziği ve akıcı melodileri işleyişi göze çarpmaktadır. Opera buffa ve opera seria tarzlarında operalar yazmıştır. Senfoni, solo konçerto, oda orkestrası, yaylı kuartet ve yaylı kentet ve piyano sonatları da vardır. Ömrüne 626 eser sığdırmıştır. ( Burcu Işıl Oğuz Mozart – Als Luise seslendirecek.)

ANTOİNE – JEAN GROS (1771-1835) (ESAT MERT KOÇ sunacak.)

Fransız asıllı ressamdır. Minyatür ressamı olan babası tarafından 6 yaşında eğitilmeye başladı. 1785’in sonuna doğru jacques Louis David’in atölyesine katıldı. Yaşadığı dönem ve siyasi durumdan kaynaklı olarak genellikle; devlet liderleri, savaşlar ve meclis üyelerinin portelerini çiziyordu.

LUDWIG VAN BEETHOVEN (1770-1827)

Alman besteci ve müzisyendir. Yaşamı boyunca çeşitli sağlık problemleri çeken Beethoven 1801 yılında işitme problemleri yaşamaya başlamıştır. Bu süre zarfında çok sayıda piyano sonatı ve konçertolar bestelemiş bir de Fidelio adında opera yazmıştır. 1817’de tamamen sağır olan Beethoven yazdığı 9 senfoninin bir kısmını sağır olduğu zamanlarda yazmıştır. Hayatta çeşitli zorluklar yaşaması onun müzikal karakterini belirlemiştir. Besteleriyle kendinden sonraki dönem olan romantik dönem için önemli temeller atan Beethoven müziği aşırı belirgin duygu geçişleriyle, gerilen ve çözülen akorlarla bilinir.( Esat Mert Koç Beethoven – Pathetique sonat 2. bölüm çalacak.)

ROMANTİK DÖNEM (SEDEN CANALP sunacak.)

Romantizm dönem olarak, 19. yüzyılın başlarından 20. yüzyılın başlarına kadar geçen süreyi kapsar. 19. yüzyılla birlikte besteciler eserlerini yazarken romantik romanlar ve dramalardan etkilenmeye başlamışlardır. Bu özellikle opera ve senfonik şiirlerde göze çarpmaktadır.

JEAN AUGUSTE DOMİNİQUE INGRE

29 Ağustos 1780 yılında Toulouse yakınlarında Montauban’da dünyaya geldi. Babası dekoratif işler yapan bir heykeltraş idi. Böylece Dominique İngres on yaşlarındayken babasın¬dan ilk resim derslerini aldı. Hayatının son senelerindeki en büyük eseri, bü¬tün çıplaklarını kapsayan  Türk Hamamı adlı tablosu oldu.

FRANZ SCHUBERT

Yaklaşık 600’ün üzerinde şarkı, 9 senfoni (ünlü “Bitmemiş Senfoni”nin de içlerinde bulunduğu), operalar, çok sayıda oda müziği ve piyano parçaları bestelemiştir. Schubert’in müziği, hümanist özelliğiyle insanları kucaklar. İnanılmaz bir melodi zenginliği vardır. Schubert’in müzik dünyasına en önemli katkısı lied alanındadır.600 kadar liediyle kendinden önce Viyana Klasikleri’nin, yani Mozart, Haydn ve Beethoven’in sistemleşmiş çalışmalarını aştı, yeni bir biçimin sağlam temellerini attı. (Seden Canalp Schubert – Sarabande çalacak.)

Francisco Goya (30 Mart 1746 – 16 Nisan1828) (SELİN ECE KARAAĞAÇ sunacak.)

Romantik dönemin en önemli ressamlarından biri olan Francisco Goya, 30 Mart 1746’da Zaragoza’da doğmuştur. İlk resim denemelerini  Zaragoza’da yapmıştır. Başlangıçta  portre çalışmalarını manzara resimlerine tercih eden Goya, zamanla ilgisini kişilerin iç dünyalarına yöneltti. (Selin Ece Karaağaç Schubert – Die Forelle seslendirecek. Not : Seden de schubert çaldığı için ressam hakkında bilgi verip eserine bağlayacaktır. )

HENRİ MATİSSE (31 Aralık 1869 – 3 Kasım 1954) (BURAK OTLU sunacak.)

  1. yüzyılın en önemli ressamlarından olan Matisse renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. Fovist akımın öncülerindendir.

SERGEY RAHMANİNOV (01 Nisan 1873 – 28 Mart 1943)

Sergey Rahmaninov, Sergey Rahmaninov 20. yüzyılın en büyük piyanist ve bestecilerinden birisidir.İlk önemli eseri 1895-1896’da yazdığı Re Minor 1. Senfoni’dir. (Burak Otlu Rachmaninov – Vocalise çalacak.)

PAUL CEZANNE (19 Ocak 1839 – 22 Ekim 1906)  (GÜL SIVACI sunacak.)

30 mart 1746 da  Zaragoza da doğmuştur. İlk resim denemelerini Zaragoza da yapmıştır. Başlangıçta portre çalışmalarını manzara resimlerine, tercih eden sanatkar, zamanla ilgisini kişilerin iç dünyalarına yöneltti.

CAMİLLE SAİNT SEANS (1835-1921)

Fransız bestecidir. Orkestra şefi ve piyanisttir. Saint-Seans’ in opera, senfoniler, konçerto, şarkılar, solo piyano ve oda müziği gibi neredeyse tüm türlerde yazdığı eserler 19. yüzyıl Fransız bestecileri arasında bir anormallikti. (Gül Sıvacı Camille – Kuğu çalacak.)

ÇAĞDAŞ DÖNEM (1900 ve Günümüz) (CEM ONAT TAYLAN sunacak.)

Resim : Birçok sanat akımının bir arada toplandığı dönemdir. Bu dönemde vurgulanan en önemli olgu resimde bulunan disiplinlerin kendine has yöntemlerini, disiplinin kendisini eleştirmek için kullanmak olduğu ve bundaki amacın ise o  disiplini geliştirmek ve önemini arttırmak olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda doğadaki görüntülerin takliti yavaş yavaş bırakılmış, temsil ikinci plana atılmıştır. Gelinen en son nokta ise; insan elinin izlerini tümden kaldırarak dümdüz tek renge boyanan, böylece içerikten arındırılmaları amaçlanan tuvallerdir.

Müzik: Bu dönem; teknikte, ifadede, biçimde, stilde, içerikte, özde tüm kuralların eğilip bükülmeye, eriyip çökmeye başladığı dönemdir. Belli bir stil veya kalıp yoktur. Birçok besteci müziğin kurallarını tekrar değiştirip farklı tekniklerde başarılı örnekler sunmuşlardır. Sadece orkestral müzikte değil, sahne müziklerinde de yenilikler yapılmıştır. Son olarak teknolojideki gelişmeler ile beraber müzik salona gidemeyen milyonları dinleyici haline getirmiştir.

PABLO PİCASSO (1881-1973)

  1. yüzyılın en önemli ressamlarından biri olan Picasso bir kalıp halinde çalışmak yerine parçaları bir araya getirme tekniği ile de bilinmektedir. Picasso nun amacı tutarlılık portresi çıkarmak yerine, his ve duyguların doruk noktasını yakalamaktı. Kübizmin önemli bir temsilcisidir. Bu yüzden eserlerinde doğa olgusunun olduğu gibi yansıtılmaması gerektiğini öne süren, nesneleri geometrik bir biçimle yansıtan bir anlayışa sahiptir. Eserlerinde metaforlar kullanarak gizlenmiş şekilde hikayelerde anlatmaktadır.

FREDERICK LOEWE   (10 Haziran 1901-14 Şubat 1988)

Viyana müzikal stilini benimsemiştir. ‘Fritz’  15 yaşına geldiğinde popüler bir şarkı olan ‘Katrina’ yı bestelemiştir. Film müzikalin den 9 akademi ödülü kazanmıştır. (Cem Onat Taylan Loewe – Ascot Gavotte çalacak.)

MARC CHAGALL (1887- 1985) (ÖZLEM ASİLTÜRK sunacak.)

Rus asıllı Fransız ressam. 1.Dünya Savaşı öncesinde Paris’teki avangard akımlara dahil oldu, fakat çalışmaları, kübizm ve fovizm gibi akımlara daha yakındır. Eserlerinde ülkesine ait folklorik öğeler göze çarpar. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Paris’ te avantgart akımlara dahil oldu fakat çalışmaları, diğerleri ile karşılaştırınca kübizm ve fovizm gibi popüler sanat hareketlerine daha yakındı.

JUAN JOSE BUSCAGLİA (1893-1958)

Arjantin’ li gitarist ve şarkıcı. Chagall gibi, ülkesi Arjantin’in ulusal müzik türü olan ve folklorik motifler taşıyan milonga ve tango türünde besteler yapmıştır. (Özlem Asiltürk Buscaglia – Milonga çalacak.)

gotik-mimari-nedir

gotik-mimari-nedirŞimdi Gotik Mimari olarak tanımladığımız mimari stil ilk olarak 1140 civarında kuzey Fransa’ da doğmuştur. Paris’te daha uzun, daha aydınlık ve daha hacimli kiliselerin inşaatı sürecinde bu stil iyice yayılmıştır. İlerleyen yıllarda bu stil kalelerde, saraylarda, köprülerde şehir duvarlarında ve kapılarında da kullanılmıştır.

Gotik Mimari Özellikleri Nelerdir?

Gotik Mimari Ortaçağ’da sıklıkla karşılaşılan sorunlar sonrası ortaya çıkmıştır. 1100-1200’lerde yapıların mimarisi oldukça limitli, ilkel, karanlık ve soğuktu. Gotik Mimari bunun gibi sorunları çözmeyi hedeflemiş ve aydınlık, hoş, havadar yapılar inşa edilmesini sağlamıştır.

O halde bir yapının Gotik Mimari ürünü olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bu stili diğer mimari stillerden ayıran özellikler nelerdir? Şimdi bu ana karakteristik özelliklere bakalım:

  • Gotik Mimari’den önce erken Ortaçağ mimarları ağır taş duvarların yüklerini yaymakta zorlanıyorlardı. Bu da yapıların genellikle kısa ve ince olmasına yol açıyordu. Çünkü aksi takdirde ağırlığı taşıyamayan yapıların çökebileceğini düşünüyorlardı. Gotik Mimari’nin bilinen en önemli özelliklerinden birisi ise yapıların boyuydu. Bir takım yeni inşaat teknikleri mimarların ağırlıkları yayabilmelerini sağlıyordu. Bu sebeple gotik mimari eserleri oldukça uzun, diğer bir deyişle gökyüzüne kadar ulaşan yapılar olabiliyordu ki bu da katedral ve kiliseler için paha biçilmezdi.
  • Mimarların ağırlıkları yayabilmelerine yardımcı olan inşaat tekniklerinden birisi olan dayanma kemeri Gotik Mimarinin karakteristik özelliklerinden bir diğeridir. Bu kemerler ağırlığın yayılmasını sağlayarak duvarların üzerindeki yükü alıyor ve bu yükü direkt olarak zemine transfer ediyordu. Ayrıca dayanma kemeri pratik ve dekoratifti. Esere destek sağlamanın yanı sıra ayrıntılı dizaynı ve olağanüstü süslemesi ile de dikkatleri çekiyordu.
  • Sivri uçlu kemerlerin kullanımı ise Gotik Mimari eserlerinin iç kısmında dikkati çekmekteydi. Sivri uçlu kemerler de aynı şekilde hem pratik hem de dekoratifti. Sivri uçlu kemerler efektif bir şekilde ağır tavanların ve hacimli dizaynların gücünün yayılmasını sağlıyordu. Aynı zamanda eski yapılarda kullanılan sütunlara oranla çok daha fazla ağırlığı destekleyebiliyordu. Daha güçlü kemerlerin kullanımı daha fazla dikey uzunluklara olanak sağlıyor ve yapılar gökyüzüne kadar uzanabiliyordu.
  • Sivri uçlu kemerlerin başarısı sonucu gotik mimarinin bir diğer karakteristik özelliği olan kubbeli tavanlar ortaya çıkmıştır. Kubbeli tavanlar sivri uçlu kemerlerin teknolojisini kullanarak gücün ve ağırlığın dağılmasını sağlıyorlardı. Aynı zamanda uzun ve heybetli bir izlenim yaratan kemerler, kubbeli tavanları da ihtişamlı ve zarif kılıyorlardı. Gücün kubbeli tavanlarla dağıtılmasının sağlanması tavanların farklı şekil ve boyutlarda inşa edilmesine de olanak sağlıyordu. Gotik Mimari’den önce ise tavanlar sadece daire ya da dikdörtgen biçiminde olabiliyorlardı.
  • Gotik Mimari’den önce kaleler ve erken Ortaçağ yapıları yaşamak ya da ibadet etmek için oldukça depresifti. Özellikle kaleler nemli ve küflü mekânlardı. Büyük bir çoğunluğu yeterince güçlü olmadıkları için taş duvar çatılarla desteklenemiyor, tavanlar genellikle tahtadan yapılıyordu. Bu da yağmurun rahatlıkla içeri girmesine olanak sağlıyordu. Ayrıca bu yapılar karanlık ve donuklardı. Pencereler de genellikle küçüklerdi. Gotik Mimari ise ışığı, renkli pencereleri, havadar iç mekânları vurguluyor, böylece kaleler ve kiliseler daha güzel ve görkemli yapılara dönüşüyorlardı.
  • Gotik Mimari’nin karakteristik özelliklerinden bir diğeri de yaratık şeklinde heykelciklerdi. Çatılara ya da siperlere kondurulan bu heykelcikler dekoratif bir görünüm sağlıyordu. Bu heykelciklerin kullanım amacı ise çatıda biriken suyu ağızlarından boşaltmaktı. Böylece su kuvvetli bir şekilde zemine dökülmüyor, heykelciklerin ağzından yavaşça akıyordu.
  • Gotik Mimari ile birlikte yapılar sadece fonksiyonel olmaktan çıkmış, aynı zamanda estetik ve güzel olmaları da sağlanmıştır.

Gotik Mimari Eserleri Hangileridir?

Gotik Mimari Eserleri oldukça fazladır. Ancak aşağıda en çok bilinen bazı örneklere göz atabilirsiniz:

  • Fransa da Notre Dame Katedrali, Amiens Katedrali, Arras Town Hall, Bourges Katedrali, Chartres Katedrali, Strasbourg Katedrali
  • İngitere’de Salisbury Katedrali, Westminster Abbey, Canterbury Katedrali
  • İtalya’ da Milano Katedrali, Basilica of San Francesco d’Assisi, Castel Del Monte, Siena Katedrali
  • Polonya’ da Malbork Kalesi, Wawel Katedrali, Frombork Katedrali
  • İspanya’ da Burgos Katedrali, Seville Katedrali
  • Çek Cumhuriyeti’ nde St. Vitus Katedrali, St. Barbara’s Kilisesi, Prague Kalesi, Prag’ taki Charles Bridge
  • Belçika’ da Antwerp Katedrali, Bruges City Hall, St. Peter’s Kilisesi, Brussels Town Hall, Tournai Katedrali
  • Danimarka’ da Roskilde Katedrali
  • Almanya’ da Aachen Katedrali, Cologne Katedrali, St. Martin’s Kilisesi, Frankfurt Katedrali

Gotik Mimari Hakkında Bilinmesi Gerekenler

  • Romanesk eserler yatay düzlemdeyken, Gotik eserler dikey düzlemdedir.
  • Gotik eserlerin yükseklikleri, Romanesk eserlerin yüksekliklerinin yaklaşık iki katıdır.
  • Gotik Eserlerinin pencereleri genellikle zengin vitraylarla süslenir.
  • Hem iç hem de dış süslemeler ince işçilik ürünüdür.
  • Bir yapının sadece kapısına bakarak bile Gotik olup olmadığı anlaşılabilir.
  • 13. Yüzyılda çok fazla katedral yapılmaya başlanmıştır. Böylece ekonomide de gelişme gözlenmiştir.
epik-tiyatro

Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedide epik maddesindeki  tanım şu şekildedir:

EPİK: sıf. (yun. Epos destan > epikos’tan; fr.épique) Destanla  ilgili, destana özgü. Hindistan’ın en eski epik şiirinde şu söz vardır… (Peyami Safa)

  • Ed. Epik tür, bakınız destan
  • Leng. Eppik lehçe. Eşanl. Homedos dili
  • Nazım sanatı. Epik durak. BK.DURAK

Görüldüğü gibi Meydan Larousse,  epik maddesini direk destan maddesine göndermektedir. Lakin bizim bu gün bahsetmek istediğimiz epik tiyatro,  Bertolt Brecht ile sistemli hale getirilmiş epik tiyatro kuramıdır.

Bertolt Brecht, düşünceleri ile 20. asra damga vurmuştur. Hem şair hem yazar hem yönetmen hem kuramcı hem de düşünürdür. 1898 ila 1956 yılları arasında yaşamış ve II. Dünya Savaşı sonrası aşamada genç tiyatroculara ve yazarlara önemli bir kaynaktı. Bu bakımdan onun hakkında az da olsa bilgi sahibi olmadan onun sistemleştirdiği kurama bakamayız.

Bertolt Brecht’in Sanat Dünyası

Prof. Dr. Özdemir Nutku, Bertolt Brecht’i şu şekilde ifade eder: “ Maddeci felsefenin tiyatro anlayışını ilk kez belli bir yönteme ve yönelişe oturtan …”

1. Bertolt Brecht materyalist bir dünya görüşündedir ama bu dünya görüşünü kabul etmeden önce farklı aşamalardan geçen bir düşünce ve fikir dünyası mevcuttur. Bertolt Brecht’e göre insanlar yalnızca çevre yolu ile anlaşılabilir çünkü insanın kişiliğini değişen dış dünya koşulları oluşturur. Ama Bertolt Brecht ilk zamanlar anarşist ve nihilist idi.  Bu zamanlarda “ dünya boş bir evrendi” onun gözünde.  Yazdığı oyunlarda da bu konuya yakın konular işlerdi:

  • 1928 , Üç Kuruşluk Opera : Dünya fakir insan kötüdür
  • 1925, Adamlar Adamdır: Yaşayan en aşağılık varlık en zayıf yaratık insandır. (Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve  Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 627)

Sonraki oyunlarda da durum değişmedi.  Sadece duruma göre işleyişi biraz daha farklı bir biçimde ele aldı:

  • 1938, Seçuan’ın İyi İnsanı: “Ne biçim bir dünya ile karşılaştık, bayağılık, pislik. Dağlar, bayırlar bile tanınmaz olmuş. Güzelim ağaçların başlarını tellerle yok etmişler, dağların ardından koyu koyu dumanların yükseldiğini gördük, top seslerini dinledik. Bütün bunlar arasında paçasını kurtaran tek kişiye rastlamadık”

2. Bertolt Brecht için erdemlerin bir önemi yoktu; bu fikrini de ‘Cesaret Ana’ adlı oyununda şu şekilde işler:

1939, Cesaret Ana: “ …. Görüyorsun ya, iyi bir ülkede, iyi bir kral ya da generalin hiçbir erdeme ihtiyacı yoktur. İyi bir ülkede erdem gereksizdir; herkes olağan, orta zekalı ve korkak olsa ne çıkar?”

3. Bertolt Brecht’in fikir ve sanat dünyasında fakirler aşağılık ve zenginler acımasızdı. Zenginler, fakirleri ezen acımasız insanlardır ama bir fakir de bir olanak kazanıp zengin olursa o da kapitalist bir düzenin ürünü olacak ve o da fakirleri ezecektir.

4. Bertolt Brecht nedeni ne olursa olsun savaşa karşı idi ama elbette böyle bir dünya düzeninde savaş kaçınılmazdı. Ama yine böyle bir dünya düzeninde adalet beklemek gereksizdi. Bu yüzden de Bertolt Brecht her oyununa bir yargı sistemi kurdu.

5. Bertolt Brecht’e göre  bu kötü dünya “ resmin ancak bir yüzü” idi. Oyunlarında pek bahsetmese de maddeci felsefe ile  gelen bir de olumlu yanı söz konusu idi.

6. Bertolt Brecht Marksçı yapıdaydı ve bu yüzden de katı Alman rejimi tarafından pek sevilmedi.  Her oyununda bir değişimden bahsederdi ve derdi ki “Dünyayı değiştirin çünkü değiştirmek gerekiyor” ama bu değişimi ne olduğundan pek fazla söz etmiyordu. Belli ki o, Marks anlayışındaki devlet yönetiminden çok Marks eleştiri tarzını alıyordu.

7. Bertolt Brecht, bir Alman olarak halk Almanca’sını çok iyi kullanıyordu. Bu bakımdan da oyunlarında süslü, sanatlı bir dili hiç tercih etmedi.

8. Bertolt Brecht’e göre şaşırmış bir toplumda kötü davranışlar iyi niyetle yapılabildiği gibi iyi davranışların da kötü sonuçları olabilir. Ona göre iyilik ve dostluk derin ve olumlu duygulardır ama yanlış bir düzende her zaman doğru değildir. Bu yüzden de onun oyunlarındaki toplumsal ve ahlaksal öğeler seçilmiş öğelerdir.

*(Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve  Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 627 – 636)

Epik Tiyatro

Tüm bu bilgilerden sonra Bertolt Brecht’in geliştirdiği epik tiyatro kuramına göz atalım. Bunu yaparken de soru – cevap yöntemini kullanarak konuyu daha derinden analiz edelim.

1. Tiyatroda üslup nedir?

Bir roman gibi tiyatronun da bir üslubu olmalıdır. Bu fikir Brecht’in Küçük Bilgi Aracı’nda net bir şekilde izah edilmiştir. Burada, eğer sanatın yaşamı yansıtma gibi bir amacı varsa bu amacı özel aynalarla yapmalı. Yine sanat ne olursa olsun gerçek dışı olmamalı ve seyirci tiyatro oyununu gerçek yaşamı ile kıyaslamalı. Buna rağmen tiyatroda üsluplaştırma öyle bir şekilde olmalıdır ki seyirci bunu hissetmemelidir.

2. Epik tiyatro kuramı neyi temel alır?

İfade biraz katı olsa bile epik tiyatro kuramı seyircinin kendisi ile hesaplaşmasını temel alır.  Yani seyirci, sahneden sahnelenen oyunu eleştirmeli, bu oyundan yola çıkarak eleştirel sonuçlar çıkarmalıdır.

3. Epik tiyatroda amaç / erek nedir?

Öncelikli amacı toplum gerçeğini somut bir şekilde sahneye yansıtmaktır. Bu amacıyla birlikte gelen ikinci amaç ise seyredeni, gösterilen gerçekler üzerinde düşünmeye zorlamak. Peki seyirci bu konu hakkında neden düşünmeli? Çünkü yozlaşmış toplum yapısını ancak bu şekilde değiştirebilir.

4. Epik tiyatro bu amaca ulaşmak için neyi kullanır?

Seyircinin hissettiği duygular, onun bu yargı sürecine geçmesini sağlar.

5. Piscator kimdir? Epik kuramda rolü nedir?

1929 yılında Politik Tiyatro adında bir eser yayımladı Piscator ve bu eserinde epik tiyatronun bulucusu olarak kendini göstermiştir. Bu durum bir yere kadar doğrudur ama bu kuramı teknik yönden maddeci felsefe görüşü ile sınırlayan kişi Brecht’tir. Bu  bakımdan kuramın kurucu olan B. Brecht kabul edilir.

6. Epik tiyatroda dram var mıdır?

Epik tiyatronun kuruluşunda  temel  bir öykü vardır ama ayrıntılarda dramatik ve trajik ögeler göze çarpar. Öykünün ana fikri komik gelse de oyunda dramatik ve trajik episodlar zihinde kalır.

Epik türünde ilişkiler, kişilerden üstündür. Oluşturulan dramın yani acı ve gülünç olayların nedeni toplumsal ilkelerdir. Kişisel duygular ise ancak toplumsal bakış sayesinde ortaya çıkar.

7. Dramatik tiyatro ile epik tiyatronun farkı nedir?

Bu konuyu daha net anlatabilmek için maddeler halinde farklarını verelim:

a. Dramatik Tiyatro

  • Eylemler gelişir ve seyirci sahne üzerindeki aksiyona katılır.
  • Etkinliği harcanıp tüketilir.
  • Seyircide bir takım duyguların uyanması sağlanır.
  • Seyirciye yaşamın bir kesiti sunulur.
  • Seyirci bir olay içine sokulur.
  • Aşılama yani telkin yolu ile çalışılır.
  • Seyircinin duyguları olduğu gibi kullanılır.
  • Seyirci olup bitenlerin ortasında, olup bitenlerle bir yaşantı birliği içine sokulur.
  • İnsan, bilinen bir değer olarak önceden kabul edilir.
  • İnsan hiç değişmez.
  • Seyircinin merakı son üzerine toplanır.
  • Her sahne bir ötekisi için vardır: organik büyüme,
  • Olaylar düz bir çizgi üzerinde gelişir
  • Olayların gelişimi evrimsel bir zorunluluk taşır.
  • İnsan belirli bir niceliktir: dünya olduğu gibi yorumlanır yani statiktir.
  • Düşünce var oluşu yönetir.
  • Ön düzeyde duygudur.
  • İdealar ve ideoloji estetik varoluşun temelidir: Felsefî idealizm
  • En yüksek ülkü : Sonsuzluk ( Nirvana) ; soylu bir yolda ölebilmek
  • İdeal Seyirci: yakından tanımadığı şeylere tanıdıkmış gibi bakan kimse çünkü sonsuzluk ilkesine yüzeydeki görünüşleri ile kabul eder.

b. Epik Tiyatro

  • Anlatıma başvurulur ve seyirci bir gözlemci durumunda bırakılır ama etkinliği uyanık duruma getirilir.
  • Seyircinin bir takım kararlar vermesi sağlanır.
  • Seyirciye bir dünya görüşü sunulur.
  • Seyirci bir olayın karşısında tutulur.
  • Deliller ve kanıtlar ile çalışılır.
  • Seyircinin duyguları geliştirilip bilince, tanımaya eriştirilir.
  • Seyirci olup bitenlerin karşısında, olup bitenleri inceler durumda tutulur; insan değişkenliği içinde inceleme konusu yapılır.
  • İnsan değişir ve değiştirir.
  • Seyircinin merakı oyunun gelişimi üzerinde toplanır.
  • Her sahne kendi için vardır: montaj tekniği
  • Olaylar sapmalar ve örnekler ile gelişir.
  • Olayların gelişi atlamalıdır.
  • İnsan oluşum durumundadır: Dünya olasılığı içinde yorumlanır yani dinamiktir.
  • Toplumsal varoluş düşünceyi yönetir.
  • Ön düzeyde akıldır.
  • Tarihsel gerçek, estetik varoluşun temelidir: Felsefî materyalizm
  • En yüksek ülkü : Özgürlük  yani sınıfsız toplum; yararlı bir yolda yaşamak
  • İdeal Seyirci: Bütün tanıdık şeylere tanımazmış gibi bakan kimse, çünkü insan gelişiminin her evresindeki fark edilmemiş potansiyelleri anlamak ister. **

** Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi ( XVII. Yüzyıl Sonundan Günümüze Kadar), Ankara Üniversitesi, Dil ve  Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları No. 221, 1972, C.II, s. 640

EPİK TİYATRO VE YABANCILAŞTIRMA 

İnsanî ve toplumsal değerlerin yitirilmesi modern toplumlar için yabancılaşmadır. Brecht ise insanî anlamları bulmak için yabancılaşma olgusundan faydalanır. Brecht’in benimsediği dünya görüşünde insan bilinen ve çözülmüş bir kavram değil incelenmesi gereken bir kavramdır. Şöyle ki:

Epik tiyatroda amaç seyircinin oyuna, eleştirel bir gözle bakmasını sağlamaktı, böylelikle kendi hayatı ile ilgili bir öz eleştiri yapacaktır. Eleştirinin en önemli özelliği nedir? Nesnel olması. O halde seyirci oyunu nesnel bir bakış açısı ile incelemelidir. Bu bakımdan da Brecht,  seyircinin olaya kuş bakışı bakmasını ve nesnel bir eleştiri sağlaması için onu oyuna yabancılaştırır. Böylece oyunu nesnel bir şekilde eleştirmek onun için daha kolay olacaktır. Olayı nesnel bir gözle izleyen seyirci tarafsız olacak ve en acımasız eleştiriyi yapacak duygu yoğunluğuna gelecektir. Bu bakımdan da Bretch, yabancılaşma yöntemini epik tiyatronun temel ögeleri arasına koyar.

Kuramcıya göre seyirci oyuna şu yöntemlerle yabancılaştırılır:

  • Seyirci bir gözlemcidir.
  • Oyuncu seyirciye bunun bir oyun olduğunu sık sık hatırlatır.
  • Oyuncu, canlandırdığı karakterin duygularını canlandırmaz, o karakterin eğilimlerini gösterir.
  • Dekorda bütünlük yoktur.  Dekor parça parçadır.

Son söz: Yazımızı bize göre epik tiyatronun en net ve kısa açıklaması olan şu cümle ile kapatıyoruz: “Önemli olan seyirciye karar vermesini öğretmektir. “ B. Bretch

purizm-nedir

Pürizm, mimar Le Corbusier ve ressam Amedee Ozenfant tarafından ortaya konulmuş ve Kübizm sonrasında ona tepki olarak doğmuş, ancak aynı zamanda da Kübizm’in farklı bir formu olarak bilinen sanat akımıdır. Bazı makalelerde pürizm “ Arıtılmış ve birbiriyle ilişkili öğelerin birleşmesi “ olarak da tarif edilir. Le Corbusier ve Ozenfant ilk olarak 1918’de After Cubism ( Kübizm Sonrası ) adlı küçük kitaplarında Pürizm’in prensiplerini tarif etmişlerdir. Kübizm’in 1914’den sonra yaygınlaşan, resmedilmeye değer ve dekoratif görünümlerini elimine etmeye çabalamışlardır. Bunun yerine matematiksel düzen, saflık ve mantığın vurgulandığı bir sanat akımı olan pürizmi geliştirmişlerdir. Bu düzen, saflık ve mantığı gerçekleştirebilmek için de modern, kişisel olmayan, evrensel biçimlerde olan ve makine işi olarak tabir edilen basit nesneleri resmetmeyi amaçlamışlardır. Le Corbusier ve Ozenfant makine estetiği ve tamamen çizili formların güzelliği konusunda Fernand Leger ile aynı heyecanı paylaşmıştır. Fakat onlar bir adım daha ileri giderek, bu nesneleri daha da sadeleştirilmiş geometrilere çevirip telaşsız ve sakin bir ahenk ortaya çıkarmayı hedeflemişlerdir.

Pürizmin kritik öğelerinden birisi teknoloji ve makineyi kucaklaması, mekanik ve endüstriyel bir etkiyle zamansız ve klasik bir eser ortaya çıkarılmasını sağlamasıdır.

Pürizm Hakkında Bilinmesi Gerekenler

  • La Corbusier ve Ozenfant’a göre sanat değişmezliğin ifadesi olmalıdır. Onlara göre sanat eserleri pitoresk ve rastlantısal olmamalıdır.
  • Pürizm terimi Türkçe’de Arıtmacılık olarak da bilinmektedir.
  • Le Corbusier 1946-1952 yılları arasında Marsilya’da Unite d’Habitation ( Yerleşim Birimi ) bloklarını inşa etmiş ve bu bloklar da Pürizm akımına örnek olarak gösterilmiştir.
  • 1930’larda sürrealist çalışmalar yapmaya başlayan Rene Magritte önceleri Pürist tablolar yapmıştır.
  • Fransız ressam, heykeltıraş, seramikçi olan Fernand Leger de Pürizm’den etkilenmiş ve bu akımdan yola çıkarak “ Vazo Taşıyan Kadın “ gibi eserler ortaya çıkarmıştır.
  • Amedee Ozenfant’ın “ Gitar ve Şişeler “ adlı resmi de Pürizm akımı örneklerindendir.

Pencere”de Haluk Bilginer ve Esra Bezen Bilgin yıllar önce yasak aşk yaşayan Tom ve Kyra rolünde. Oyunda Haluk Bilginer restoran zinciri sahibi Tom, Esra Bezen Bilgin ise idealist bir öğretmen olan Kyra rolünde. Orijinal adı “Skylight” olan İngiliz yazar David Hare’nin kaleme aldığı oyunu Bilginer dilimize çevirdi, Birkan Uz yönetti.

Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın 1999’da Kadıköy – Moda’da kurduğu Oyun Atölyesi, iyi oyun izleme garantisiyle tanınır. “Nehir”, “Dolu Düşün Boş Konuş”, “Kim Korkar Hain Kurttan” gibi oyunlar aklıma gelen muazzam işlerden birkaçı. “Bir oyun izledim hayatım değişti” cümlesini şimdi değiştiriyor ve “Bir oyuncu izledim dengem değişti”ye dönüştürüyorum.

Oyunun ismi “Pencere”, oyuncunun ismi Haluk Bilginer. Oyunla başlayayım. Orijinal adı “Skylight” olan İngiliz yazar David Hare’nin kaleme aldığı Bilginer’in Türkçe’ye çevirdiği, Birkan Uz’un yönettiği oyun önce dekoruyla içine çekiyor seyirciyi. O dekor Esra Bezen Bilgin’in hayat verdiği idealist öğretmen Kyra’nın evini yansıtıyor perdeye.

Kyra, üniversite yıllarında zengin bir restorancı olan Tom’un mekanında iş bulmuş, zaman içince Tom’a, Tom’un karısına ve çocuğuna yakınlaşmış güzel bir kadın. Kadın güzel, adam zengin olunca aşk da oluyor haliyle. Ancak oyunun tadını kaçırmamak için burada paylaşmayacağım bir nedenden dolayı ayrılıyor ikilinin yolları. Kyra İngiltere’nin varoşunda öğretmenlik yapmaya, Tom ise yine zengin ama beyhude bir halde işlerini kovalamaya devam ediyor. Kader onları genç kadının salonunda bir araya getiriyor. İşte Haluk Bilginer faktörü de burada devreye giriyor.

Tom karakterine can veren Haluk Bilginer dekorun kapısından içeri girdiğinde ve oyuna ilk adımını attığında zihnimde şu cümle belirdi: Aman Allah’ım Haluk Bilginer bir devmiş. İşte “Sahnede devleşti” manşeti nasıl vücut bulur böylece anlamış oldum. Duruşu, bakışı, yürüyüşü, gülüşü ile tamamen sahneye hakim olduğu hissini seyirciye geçiren Bilginer, reaksiyonları da takip etmeyi ihmal etmedi. Esprisine güldük, bir espri daha yaptı, yine güldük. Ağlarken üzüldüğümüzü anladı, bu kez gözyaşlarıyla oynadı. Dolayısıyla oyunun sonunda alkışlar hiç susmadı.

Esra Bezen Bilgin.. Ödüllü oyuncularımızdan. Öyle rahat, öyle doğaldı ki. Sanki biz seyirciler olarak oyunun içindeyiz o Kyra olarak kendi hayatının içindeydi. Daha önce röportaj yapma ve sohbet etme imkanı bulduğum Bilgin sahnede de gündelik hayatındaki gibi olağan, çabasız ve samimi bir performans sergiledi.

3 kişilik oyunun diğer köşe taşıysa Kürşat Demir. İngiltere’de oyunculuk eğitimi alan Demir, Oyun Atölyesi’nin titiz elemeleri sonucunda kapmış rolü. Dolayısıyla o da işin hakkını veriyor sahnede.

“Pencere” sezon boyunca ve kış sezonunda sahnelenmeye devam edecek. Hayata ve ilişkilere farklı bir pencereden bakmak isteyenler, gişeden biletlerini ısrarla isteyebilir. haluk-bilginer-baska-bir-dunyadan-esra-bezen-bilgin-oyunculugun-en-dogal-hali,tYRQssN930ytatevmWIiCw

faust

faustAlman yazar J. W. Goethe’nin aynı adlı eserinden Fransız besteci Charles Gounod’nun bestelediği “Faust” operası, İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından sahneleniyor. Goethe’nin edebiyat, politika ve doğa bilimleri üzerine yazdığı tüm eserlerinin bir hülasası olarak kabul edilen “Faust”un librettosu Gounod’nun her zaman birlikte çalıştığı Jules Paul Barbier ile Michel Florentin Carré’ye ait.

Son olarak 1992-93 İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanat sezonunda, Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenen Faust; 13 Şubat saat 20.00’de Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak.

Recep Ayyılmaz’ın sahneye koyduğu eserin  orkestra şefi Roberto Gianola. koroyu ise Marco Morrone hazırladı. Koreografisi Beyhan Murphy’e ait eserin dekor tasarımı Efter Tunç, kostüm tasarımı Gizem Betil, ışık tasarımı Yakup Çartık’a ait.

Eserde Faust rolünü Erdem Erdoğan ve Hüseyin Likos, Méphistophélès rolünü Zafer Erdaş,Tuncay Kurtoğlu ve Gökhan Ürben, Marguerite rolünü Ayten Telek,Gülbin Günay, Valentin rolünü Caner Akgün, Alper Göçeri, Siébel rolünü Özge Belen ve Deniz Erdoğan Likos, Wagner rolünü Utku Bayburt ve Bahadır Noyan Coşgun ve Marthe rolünü Neslişah Pekin,Nursel Dinler dönüşümlü olarak üstleniyor.

Konu:

İhtiyar Doktor Faust, kasvetli, karanlık odasında gençliğinin özlemini duymaktadır: Dua da etse derdine çare bulacağından emin değildir. Bu nedenle şeytanı çağırmaya karar verir. Şeytan Méphistophélès yüzünde alaycı gülümseyişiyle gelir ve Faust’a ne istediğini sorar; “Para mı, ün mü?” Yaşlı doctor Faust ise hiç birini istemez, o sadece gençliğini arzulamaktadır.

Şeytan ona gençliğini verecektir ancak buna karşılık ondan ruhunu ister. Ve Méphistophélès kozunu oynar.  Aniden güzel bir kız hayali belirir, bu Marguerite’dir. Marguerite’i gören Faust heyecanla pazarlığı kabul eder. Böylece olaylar gelişir ve Faust genç bir delikanlı olarak kaderini Şeytan Méphistophélès’in ellerine bırakır. Sürükleyici konusu ve dramatik yapısı ile eser, seyircinin beğenisine  sunuluyor.

 

“Faust Şubat’ta şu tarihlerde temsil edilecek:

13 Şubat 2016  Cumartesi     20.00 (Prömiyer)

16 Şubat Salı 20.00/17 Şubat Çarşamba 20.00

18 Perşembe 20.00/20 Şubat Cumartesi 20.00

25 Mart Cuma 20.00/26 Mart Cumartesi 16.00

29 Mart Salı 20.00

istanbulnameye-yogun-ilgi

Yapımcılığı Türker İnanoğlu’nun üstlendiği, 50 kişilik kadro tarafından sahneye taşınan İstanbulname müzikalinin gala gösterimine, sanatseverler ve tiyatro oyuncuları yoğun ilgi gösterdi.istanbulnameye-yogun-ilgi

TİM Show Center’daki gala öncesi düzenlenen basın toplantısında konuşan başrol oyuncularından Nükhet Duru, heyecanlı olduklarını dile getirerek, “Gerçekten ne maddi, ne manevi, hiç kimsenin tahmin ettiği gibi olmayan bir durumda çalışılıyor tiyatroda ama tiyatro insanlarının kendilerine ait bir nezaketi, sabrı ve adanmışlığı vardır. Ben şarkıcı olmama rağmen, onun içinde olmaya özen gösterdim. Çünkü ben de tiyatro aşığıyım” dedi.

Tiyatronun “aşk” varsa yapılabileceğini söyleyen Duru, “3 aydır burada zor şartlarda, soğukta, karda, kıyamette, asla aksatmadan, 8 saat eve uyumaya gidip tekrar geri dönüş yaparak çalıştık. Bütün istediğimiz, seyircimiz bizi daha çok sevsin, daha çok alkışlasın ve içinde bulunduğu durumları unutacak kadar, 2-2,5 saat daha çok eğlensin. Başka hiçbir amacı yoktur bu işi yapanların” diye konuştu.

“BUNU DA YAŞAMAK MUTLULUĞUNA ERDİM”

Ünlü oyuncu Kayhan Yıldızoğlu da çok güzel bir kadroyla beraber olduklarını kaydederek, “Oyun oynamaya geliyorum sevincinden daha ziyade, bu güzel insanlarla beraber olacağım diye daha büyük bir sevinçle geliyorum. Açıkça söylüyorum, çok güzel bir kulis. Çok sevdiğim insanlar. Hayatımın bu devresinde, bunu da yaşamak mutluluğuna erdim. Hepsine teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı.

Başarılı oyuncu Cezmi Baskın ise tiyatronun, oyunculuğun “er meydanı” olduğunun altını çizerek, “Buraya çıkan insan artık, Tanrı, seyirci ve biz, üçümüz beraber kalıyoruz. Onun için bu iş çok meşakkatli, yürek isteyen, kalp durduran, ödünü kopartan bir meslektir. Burada kimse kimseye yardım edemez kolay kolay, sahnenin üstünde. Biz oyunlarımız bittiği zaman, sağlıklı bir şekilde oyunumuz biterse, birbirimize ‘geçmiş olsun’ deriz. Çünkü kalbimiz durabilir, bacağımız kırılabilir. Sesimiz kısılabilir. Onun için oyun bittiği zaman, geçmiş olsun deriz” diye konuştu.

Tiyatronun 4 bin yıldır kesintisiz devam ettiğini söyleyen Baskın, şöyle devam etti:

“İnşallah daha da uzun süreler devam edecek. Seyircilerimizden, tiyatroya daha çok emek, biraz maddi destek, tiyatroculara destek ve özen göstermelerini rica ediyorum. Eğer bu meslek ortadan kalkarsa, diziler gelip geçici. Bu kalıcı bir meslek, bir sanat. Seyircilerimizi buraya daha çok bekliyoruz ve bize destek olmalarını istiyoruz.”

Baskın, ekiple büyük bir uyum içinde olduklarını dile getirerek, “Terimizi, emeğimizi akıtıyoruz, inşallah seyirci de buna takdir gösterir” dedi.

8 KİŞİLİK CANLI ORKESTRA

Ferdi Merter’in yazdığı, Selen Korad Birkiye’nin uyarladığı müzikalin yönetmenliğini Şakir Gürzumar üstlendi.

Başrollerini Nükhet Duru, Kayhan Yıldızoğlu, Caner Cindoruk, Cezmi Baskın, Ozan Çobanoğlu, Melda Gür, Selçuk Borak, Murat İpek, Yiğit Yapıcı, Pelin Akil ve Ezgi Erol’un paylaştığı müzikalde, ayrıca 8 kişilik canlı orkestra yer alıyor.

Bambaşka kültürel kimliklere sahip ve bir arada yaşayan insanların hayat hikayelerinin aktarıldığı müzikal, dekor, kostüm ve müzikleriyle eski İstanbul’u izleyiciye yansıtıyor.

Müzikali izlemeye gelenler arasında Halit Kıvanç, Nevra Serezli, Erol Evgin, Atilla Dorsay gibi isimler de yer aldı.

İlk Türk kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale’nin hayatını konu alan “Afife” balesi, beş temsille yeniden izleyici ile buluşacak.

afife

İstanbul Devlet Opera ve Balesi, koreografisi ve librettosu Beyhan Murphy’e, müzikleri Turgay Erdener’e ait “Afife” adlı modern bale eserini, bu sezon yeniden sahneleyecek.

Sahneye 1919’da çıkan ilk Türk kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale’nin hayatı üzerine kurulan modern bale prodüksiyonu Afife, 5, 7, 11, 12 ve 14 Kasım’da seyirciyle buluşacak.

Aynı zamanda “dans drama” olan balede, Afife Jale’nin hayatındaki dört dönem; altın, kırmızı, mor ve gümüş olarak tanımlanıyor. Önceki yıllarda olduğu gibi “Afife” rolünü Tülay Yalçınkaya canlandıracak. “Altın” dönemi Zuhal Karaca, “kırmızı” dönemi Ebru Cansız, “mor” dönemi Deniz Kılınç, “gümüş” dönemi İlke Kodal temsil edecek. Afife’nin hayatında önem teşkil eden 4 erkekten “Ziya” karakterini Erhan Güzel, “Mehmet Ali” karakterini Onur Tunay, “Dr.Suat” karakterini Egemen Kement ve “Selahattin Pınar” karakterini ise Olcay Tunçeli hayata geçirecek.

Orkestrayı Serdar Yalçın’ın yöneteceği balede, kostüm tasarımları Bahar Korçan, dekor tasarımı Adnan Öngün imzasını taşıyor.

William Shakespeare’in ünlü aşk öyküsü “Romeo ve Juliet”, 3-8 Kasım arasında sanatseverlerle buluşacak.

romeo ve juliet

Konuya ilişkin yapılan açıklamaya göre, İtalyan yapımcı David Zard‘ın modern yorumu, Giuliano Peparini’nin özgün rejisi, Gerard Presgurvic’in besteleri ve Vincenzo Incenzo’nun sözleriyle yorumlanan müzikal, Zorlu Center PSM‘de sahnelenecek.

Bugüne kadar bir çok kez bale, film, müzikal ve opera olarak sahnelenen “Romeo e Giulietta, Ama e Cambia il Mondo” müzikali, 8 gösteri yapmak üzere Türkiye’ye gelecek.

IEG Live ve Luce StageArt ortak organizasyonuyla sahnelenecek gösteride 45 sanatçı rol alırken, 40 teknisyen, 6 kişilik iletişim ekibi ve 15 kişilik yapım ekibi görev yapacak.

Dekor, kostüm ve teknik malzemenin yer aldığı 13 Tırın İstanbul‘a geleceği gösteride ayrıca 270’ten fazla kostüm kullanılacak.

bale-festivali

13. Uluslararası Bodrum Bale Festivali, “Ateşkuşu, Bolero, İlkbahar Ayini” üçlemesiyle Bodrum Kalesi’nde başladı.

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ve Bodrum Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenen festivalin ilk gününde, Bodrum Kalesi Kuzey Hendeği’nde sahnelenen eserlerle başladı. Igor Stravinsky’nin “Ateş Kuşu” balesi Volkan Ersoy ve Armağan Davran koreografisiyle yine aynı bestecinin “İlkbahar Ayini” balesi Mehmet Balkan koreografisiyle ve Ravel’in “Bolero” balesi Uğur Seyrek koreografisiyle İzmir, Antalya ve Mersin Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelendi.

bodrum-bale-festivali

Igor Stravinsky ve Maurice Ravel’in besteleriyle hayat bulan, masalsı konuları, renkli kostüm ve dekorlarıyla dikkat çeken eserlerin ilki “Ateş Kuşu” oldu. Armağan Davran ve Volkan Ersoy koreografisi ile sanatseverler, sihirli yaratık Ateş Kuşu’nu, Büyücü Kashchei’yi ve onun büyülü bahçesi izledi.

Koreografı Uğur Seyrek ait “Bolero” adlı ikinci eserde ise kadın, erkek ve ilişkileri anlatıldı. Eserde, hayata dair her şey baleyle seyirciye sunuldu. Mehmet Balkan koreografisiyle seyirciye aktarılan “İlkbahar Ayini” adlı son eserde de, doğa ile bir bütün olduğunu bilen ilk insandan, doğayı unutan çağdaş insana bir hatırlatma yer aldı.

Festivalin açılışını Bodrum Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Koordinatörü Mehmet Kocair, Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun da aralarında olduğu bin 500 kişi izledi.

bale

 

21 Temmuz Salı gecesi, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin hazırladığı “Gökkuşağı” balesinin sahneleneceği festival, 1 Ağustos’ta sona erecek.

tarihte-bugun-ne-oldu413 Haziran, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın 164. (artık yıllarda 165.) günüdür. Yıl sonuna kadar kalan 201 gün vardır.

Olaylar

  • 1381 – Wat Tyler öncülüğündeki köylü isyancılar Londra’yı basarak hükümet binalarını ateşe verdi, hapishaneleri boşalttı ve zenginlerle yargıçların kafalarını uçurdu.
  • 1550 – Mimar Sinan’ın eseri Süleymaniye Camii’nin temeli atıldı.
  • 1859 – Erzurum’daki şiddetli depremde, kentin yarısından fazlası hasar gördü ve 3 bin kişi öldü.
  • 1872 – Namık Kemal, İbret Gazetesi’ni yayımladı. Bu fikir gazetesi, 27 gün sonra kapatıldı.
  • 1878 – Berlin Kongresi toplandı.
  • 1891 – İstanbul Arkeoloji Müzesi ziyarete açıldı.
  • 1921 – Mustafa Kemal, Ankara’ya gelen Fransa Temsilcisi Franklin Bouillion ile görüştü.
  • 1928 – Türkiye Cumhuriyeti ile Düyunu Umumiye (Osmanlı borçları) alacaklıları arasında sözleşme imzalandı.
  • 1934 – Adolf Hitler ve Mussolini İtalya’nın Venedik kentinde bir araya geldiler. Daha sonra bu buluşmadaki izlenimlerini anlatırken Mussolini, Hitler’den “aptal küçük maymun” diye bahsedecektir.
  • 1946 – Üniversitelere özerklik veren 4936 sayılı kanun kabul edildi.
  • 1951 – Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Dean Acheson, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Avrupalı üyelerinden Türkiye’nin Pakta kabul edilmesini istedi.
  • 1952 – Fikir İşçileri Kanunu kabul edildi.
  • 1957 – Siyahi lider Martin Luther King ile ABD Başkan Yardımcısı Nixon görüştüler.
  • 1961 – Federal Almanya’ya işçi gönderilmesinin esaslarını düzenleyen protokol imzalandı. İlk işçi kafilesi, 24 Haziran’da trenle yola çıktı.
  • 1963 – 1459 Harp Okulu öğrencisinin yargılanmasına başlandı.
  • 1966 – Ankara’da ilk kapalı devre televizyon yayını için hazırlıklara başlandı.
  • 1968 – Üniversitelerde başlayan boykot ve işgal eylemleri hızla yayılmaya başladı. İstanbul’dan sonra Ankara’da da 10 fakültede öğrenciler dersleri boykot ettiler. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi işgal edildi.
  • 1969 – Irak hava kuvvetlerine ait iki jet uçağı yanlışlıkla Hakkari’yi bombaladı.
  • 1971 – Kültür Bakanlığı kuruldu. Bakanlığa Talat Halman atandı.
  • 1972 – Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Banu Ergüder, içinde ceset bulunan bavulla yakalandı. Ergüder’in tecavüze karşı öldürdüğü ifadesine karşın, cinayeti örgütsel anlaşmazlık nedeniyle aynı üniversite öğrencilerinden Zeynel Altındağ’ın işlediği ortaya çıktı. Sıkıyönetimce aranan Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesine adı karışan Garbis Altınoğlu da yakalandı.
  • 1972 – THKP-C davasında hüküm giyen Necmi Demir, Kamil Dede ve Ziya Yılmaz’ın idam kararları Yargıtay’da bozuldu.
  • 1973 – Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu kabul edildi.
  • 1977 – Başbakan Süleyman Demirel istifa etti. Hükümeti kurma görevi Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’e verildi.
  • 1983 – Pioneer 10 uzay sondası, güneş sistemi dışına çıkan ilk insan yapımı nesne oldu.
  • 1991 – Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında pasaport uygulaması kaldırıldı.
  • 1993 – Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle boşalan DYP genel başkanlığına Tansu Çiller seçildi.
  • 1993 – Kim Campell, Kanada’nın ilk kadın başbakanı seçildi.
  • 1996 – Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, Habitat II. Kent Zirvesi’ne katılmak üzere İstanbul’a geldi.
  • 2000 – Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminden İtalya’da cezaevinde yatan Mehmet Ali Ağca, Türkiye’ye iade edildi.
  • 2002 – Afganistan’da geleneksel Meclis “Loya Jirga” toplanarak, geçici hükümet başkanı olarak Hamid Karzai’yi seçti.
  • 2006 – MacGyver adlı Amerikan dizisinin 6. sezon DVD’si çıktı.
  • 2009 – İran Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları açıklandı. Seçimi Mahmud Ahmedinejad kazandı. Sonuçlar açıklanır açıklanmaz ülkede protesto gösterileri başladı. Kısa süre sonra isyana dönüştü.
  • 2013 – Sibel Siber, KKTC’nin ilk kadın başbakanı oldu.

Doğumlar

  • 1831 – James Clerk Maxwell, elektromanyetik teorinin kurucusu (ö. 1879)
  • 1865 – William Butler Yeats, İrlandalı şair, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi (ö. 1939)
  • 1928 – John Forbes Nash, Nobel Ekonomi ödülü sahibi Amerikalı matematikçi (ö. 2015)
  • 1931 – Irvin D. Yalom, Rus asıllı Amerikalı psikiyatrist, varoluşçu, psikoterapist, yazar ve eğitimci
  • 1935 – Mehmet Üstünkaya, Beşiktaş Spor Kulübü yöneticisi (ö. 2000)
  • 1953 – Tim Allen, ABD’li komedyen ve aktör
  • 1955 – Alan Hansen, İskoç futbolcu
  • 1973 – Ville Laihiala, Finlandiyalı müzisyen sentenced grubu vokalisti
  • 1978 – Richard Kingston, Ganalı futbolcu
  • 1980 – Sarah Connor, Alman şarkıcı
  • 1983 – Rebeca Linares, İspanyol porno oyuncusu
  • 1986 – Måns Zelmerlöw, İsveçli şarkıcı, sunucu, dansçı
  • 1990 – Aaron Johnson, İngiliz oyuncu
  • 1996 – Kerimhan Duman, Türk oyuncu

Ölümler

  • MÖ 323 – Büyük İskender (d. MÖ 323)
  • 1933 – Şeref Bey, Beşiktaşlı futbolcu, hakem ve gazeteci (d. 1894)
  • 1645 – Miyamoto Musaşi, Japon kılıç üstadı (d. 1584)
  • 1948 – Osamu Dazai, Japon yazar (d. 1909)
  • 1965 – Refik Fersan, besteci, müzikbilimci (d. 1893)
  • 1974 – Turgut Zaim, ressam, dekoratör (d. 1906)
  • 1982 – Halid bin Abdül Aziz, Suudi Arabistan Kralı (d. 1912)
  • 1986 – Benny Goodman, ABD’li müzisyen (d. 1909)
  • 1987 – Cemil Meriç, yazar ve çevirmen (d. 1916)
  • 1987 – Geraldine Page, ABD’li aktris (d. 1924)
  • 1996 – Mükerrem Berk, Türk flüt sanatçısı (d. 1917)
  • 2005 – Lane Smith, ABD’li aktör (d. 1936)

Yine sizler için araştırma yaparken daha önce paylaştığımız makalelerden adını tanıyacağınıza düşündüğümüz Ulus BAKER yazısına denk gelince yayınlamak istedim. İyi okumalar:  *Bu yazı 1999 yılı sonlarında Ulus Baker’le Yurttaş Kane filmi üzerine elektronik iletiyle yapılan tartışmalardan oluşturuldu. (Ege Berensell)

yurttaş-kane-afiş

 

1. İktidar ile “tutku” arasındaki bağın önemsizleşmesi Max Weber gibi birisini “rasyonelleşmenin”, iktidarın kimliksizleşmesinin modernlik sürecinin bir özelliği olduğunu varsaymaya götürmüştü. Michel Foucault da, aynı düşünceyi devam ettirerek “iktidarın deli ettiği” türün-den bir varsayımın “disiplin toplumlarının” ve “iktidar teknolojilerinin” yaygınlaştığı modern yaşamda artık tutulamaz olduğu fikrine varıyordu. Böylece kurumlar ve dayandıkları teknolojiler –fabrika, hastane, tımarhane, hapishane, kışla gibi yerlerde yoğunlaştıkları ölçüde—Michel Crozier’nin yerinde bir deyişiyle “artık insanların arzularına boyun eğmeyi bırakarak kurumların emrettiklerini yerine getirmeye başladığımız” iktidar çatılarına çoktandır dönüşmüş görünüyorlar.

Foucault böylece açıklamalarını asla “deli” falan olmayan, tam aksine aklın ve bilginin bütün olanaklarından faydalanan bilgi-iktidar mekanizmalarının varlığına bağlamakta gecikmeyecektir. Belki de Foucault’nun, “iktidar” ile “tutkular” arasındaki bağın çoktan çözülmüş olduğunu varsayması kendine ait özel nedenlere bağlıdır: özellikle deliliğin ve tutkusal insanın “söndürülen sesini”, işitilmeyeni bulgulamak uğruna yaptığı yoğun araştırma böyle bir varsayımı zorunlu kılıyordu onun için. İktidarın “arzulanır” bir şey olduğu doğrultusundaki günlük, olağan düşünce kuşkusuz bir Yurttaş Kane modelini gözler önüne getirecektir. Belki de Foucault ile birlikte Welles’den daha da öteye geçerek tutkuyu zaten “arzunun iktidarı” olarak yeniden tanımlamamız gerekir. Oysa modern kapitalizm arzuları da denetlemekte, yönlendirmekte daha az iktidar sahibi değildir –tüketim toplumu ideolojilerinin, iletişim kolaylıklarının ve günlük yaşamı kontrol eden “arzu rejimlerinin” ışığında da düşünmek zorundayız. Yurttaş Kane, evet, iktidar “sahibi” olabilmiştir… Ama tutkuları onun üzerinde muazzam, kaçamayacağı bir egemenlik kurdukları ölçüde… Ama biraz daha ilerlemek ve Yurttaş Kane’in tutkularının da (psikanalitik terimlerin baskısından biraz uzakta durursak) modern, endüstriyel kapitalizmin gereklerince nasıl kurgulandıklarını tahlil etmeye girişebiliriz. Böylece birey üzerinde “yoksulluğun iktidarından”, “atomlaşmış bireyliğin iktidarından”, “arzulanır şeylerin aristokratik iktidarından” bahsedebiliriz. Psikanalitik çözümlemelerin genellikle pek değerli kıldığı şu “Rosebud” sembolünün önemini yadsımıyoruz. Ancak onun da ne ise o olarak, yani Orson Welles’in dehası sayesinde bahsettiğimiz üç dereceli iktidarlar sisteminin kristalleşmiş bir metaforu olduğunu söyleyerek tanımlanması mümkündür. Yurttaş Kane tutkuludur ve film boyunca Spinoza’nın “tutkular fenomenolojisinin” programını aynen takip eder: Her şey bir “sevilme talebi”yle başlar. Bu talep, ikinci safhada bir tutkuya dönüşür. Oysa Spinoza’ya göre yalnızca tutkularımıza bağlı olarak yaşamayı sürdürdüğümüz sürece sevdiklerimizin, bağlandıklarımızın da bizi sevmesini isteriz. Bu aynı zamanda bir dışlayıcılığı da içinde taşımaktadır: yalnızca sevdiklerimize bağlanmamız, başkaları karşısında kayıtsız olmamız, dolayısıyla onları “keyiflerine göre yaşamaya” geri göndermemiz sonucuna varacaktır. “İktidarın deli ettiği” söylenir –Foucault’nun bu varsayıma nasıl karşı çıktığını, iktidar teknolojilerinin modern aklın tezgâhıyla nasıl içiçe geçtiklerini betimlediğini bu noktada hatırlamak gerekir. Spinoza için “salt tutkulara bağlı olarak yaşamak” bir nevi delilik hali olduğuna göre, bu durumun iktidardaki öznellik için nasıl cereyan edeceğini iyice incelemek gerekiyor. Salt tutkularıyla yaşayan biri, son tahlilde, yalnızca tek bir kişiye bağlanacak, aradığı iyiliğin yalnızca onda bulunduğunu düşünecektir. Sadece tek bir kişiye bağlanmak, ötekileri “dışlamaktır”. Buna karşın, akla uygun yaşayan birisi, yalnızca tek bir kişide yoğunlaşmayı bırakacak ve herhangi birinin dostluğuna açık olacaktır. Buna Spinoza’nın honestas, onur ilkesi adını verebiliriz. Böylece onursuzluğun tanımı da ortaya çıkar: herhangi birinin dostluğuna elvermeyen kimselere onursuz derler. Böylece akla uygun yaşamak demek, kendine benzeyen herkese mümkün olduğu kadar yoğun ve fazla sayıda bağlarla bağlanmak, sosyal varlık olmak anlamına gelmektedir.

yurttaş kane

 

2. Gilles Deleuze Yurttaş Kane’le birlikte artık yeni sinemanın iki yönünün belirginleştiğini söyleyecekti: Birincisi, duyusal-hareket bağının (eylem-imaj), ve daha derinlerde, insanla dünya arasındaki bağın kopuşu. İkinci yön figürlerden, metaforlardan olduğu gibi metonimilerden vazgeçiş ve daha derini, sinemanın sinyal verme malzemesi olan iç monoloğun yerinden edilmesidir. Böylelikle, Renoir ile Welles’in kurdukları haliyle alan derinliği hakkında onun sinemaya artık “figüratif”, metaforik, hatta metonimik bile olmayan, ama daha beklentili, daha sıkıştırıcı, belli bir şekilde teorematik bir yeni yol açılmış oluyordu. Alexander Astruc’ün söylediği gibi: alan derinliğinin fiziksel olarak bir kar-kovma aleti etkisi vardır, kişileri enine boyuna değil kameranın alanına ya da sahnenin arka planına sokar, çıkarır; ama zihinsel bir teorem etkisi de vardır, filmin gidişatını artık imajların birbirine bağlanmasından çok bir teorem haline getirir, düşünceyi imaja içkinleştirir. Bizzat Astruc Welles’in dersini devralmıştır: kamera-kalem montajın metafor ve metonimisinin elinden kurtulur, aygıtın hareketleriyle, dalışlarla, karşı-dalışlarla, arkadan çekimlerle yazar bir inşaatı gerçekleştirir. Metafora yer yoktur artık, hatta artık metonimi de yoktur, çünkü imajın içindeki düşünce ilişkilerine özgü zorunluluk imajlararası ilişkilerin yanyanalığının (açı/karşı-açı) yerini almıştır. Sinemanın bu sayede artık imajla ilişkili olmayan (imajı metrik ve armonik ilişkilere tabi tutan eski sinemadaki gibi) ama imajın düşüncesine, imajın içindeki düşünceye yönelen gerçek anlamda bir matematik kesinliğe kavuşması mümkün müdür diye soracaktır Deleuze. Welles’in alan derinliği engellere ya da gizli saklı şeylere bağlı olarak değil, bize varlıkları ve nesneleri kendi opaklıklarının işlevi olarak görünür kılan bir ışığa bağlı olarak konumlanır. Tıpkı tanıklığın bakışın yerini alması gibi, “lux” “lumen”in yerini alır. Welles’in alan derinliği, düşüncenin görmeyle, ya da ışık kaynağıyla, düşünceyi sürekli olarak bizzat kendisinin, bilmenin, eylemin dışına atan yeni bir ilişkisini ifade eder. Alan derinliğiyle ilgili bir metninde Daney şunları yazıyordu: “Bu sahnelemenin sorduğu şey artık ‘arkada ne var acaba’ sorusu değildir. Daha çok, ‘her nasılsa, üstelik tek bir planda olup biten gördüğüme bakışıma katlanabilir miyim’ sorusudur.” Ne yaparsam yapayım görüyor olmam, işte bu, hoş görülemez olanın formülüdür.

citizen-kane

 

3. Welles’in Yurttaş Kane’de icat ettiği yeni bir sinematografik görme biçimi var: plan –sekans yani bir aksiyonun kurguyla bölünmeden tek bir plana zerk edilmesi. “Plan bilinçtir” diyecekti Gilles Deleuze, çünkü plan saf bir hareket-imajdır. Yeni bir plan biçimi icat etmek, sözgelişi yakın plandan plan-sekansa sıçramak, Hegel’in bilinç figürlerinden bahsettiği anlamda, yeni bir sinema bilinci de yaratmak demektir. Plan-sekansın yaratımında her ne kadar Yurttaş Kane’in görüntüsünü yapan Gregg Toland’ın bunda katkısını göz ardı etmesek de, Welles’in bir tiyatro adamı olarak mizanseni nasıl oyuncu merkezli yaparım sorusunun peşine düştüğü kesindir. Andre Bazin oyuncuyu dekorun içine yerleştiren, merkezine mıhlayan, kurguyu bir akılcılık (ifade özgürlüğü) veya bir dil yetisi olarak gören geleneksel anlatıların tersine imajın bir tür sakatlanması olarak adlandıran bir yöntemden filizlendiğini hayal etmenin zor olmadığını söylemişti. Welles’e göre oyunculuk sık sık montajla, dekorla ve öbür karakterle bağlantısını yitirdiğinde anlamını kaybeder. Yakın çekimde vurgulanması, altı çizilmesi gereken, bir nesneden bir jestten burada artık vazgeçilmiştir. Bu sinema retoriği hata diyebileceğimiz bir eksiltili anlatım değildir. Welles’in filmi seyircinin menzili dışında iş görüyor gibidir. Seyirciyle film arasında gecikmiş bir mesafe ve uzaklık inşa edilir, bu mesafe ulaşılmazlık halesiyle örülür. Bazin şunu söyleyecekti, Hitchcock’un Arka Penceresi daha ortalıklarda yokken: “Seyirci Yurttaş Kane’i izlerken çaresizlikle iskemleye mahkûm edilmiş bir adamın tanıklığıyla aynı durumdadır.”

yurttas-kane-filminin-senaryosu

 

4. Welles Yurttaş Kane’de sinemaya dramatik bir unsur olarak tavanı ilk sokan kişidir. Anlatının, çoklu bakışla, bakışları çoğaltarak beş kişinin anlatımıyla kurulması Kane’de insan bakış açısına en uygun olan merceğin, geniş açının kullanılması formülüne zorlamıştır. İç çekimlerde geniş açı kullanımı bir başka yeniliktir: geniş açı görüş alanını enlemesine ve boylamasına genleştirir. Böylelikle tavan imajın bir parçası haline gelir. Sinemada tavan (günümüz sinemasında bile) özellikle bir nesneyi göstermek, işaret etmek dışında kullanılmaz. Tavanın imajlaşması, geleneksel aydınlatma metotlarına da bir saldırıdır. Yurttaş Kane’de aydınlatma başlı başına yeni bir tekniği ortaya çıkartır. Geniş açı perspektifi bozar, alan derinliği daha belirgin hale gelir, nesneler uzam içinde biçim bozumuna uğrar. Alan derinliğini dar açı takip ettiğinde imaj sanki bölünebilirmiş gibi bir etki bırakır. İmajda yaşanan bu fiziki çatışma anlatının içindeki çatışmaların sanki bir alegorisidir. İmajın içinde işaretlenen, gösterilen yönler değil, her yöne bir hareket mevcuttur. El Greco resimleri gibi diyecekti buna Bazin: her yöne bu dikey bükülmeler sinema sanatında ilk kez beliriyordur. Borges, Yurttaş Kane’in haber filmi, belgesel, biyografik anlatım gibi farklı hikâye etme tarzları ve kronolojik, doğrusal olmayan, çoğul bakış açılarıyla örülen anlatı yapısını bir labirentle imgeleştirmişti: tavan işte bu labirent hapisliğinin üst uzamına boydan boya kapatacaktır. Bazin bunu bakış açılarının cehennemi diye adlandırmıştı: “Kamera bir bakışıyla seyirci yeryüzünden uçurup kaçırabilecekken, tavanların seyirciyi imajın dekorun içine hapsetmesi bu lanetin ölümcüllüğünü tamamlıyor. Kamera aracılığıyla Kane’nin çöküşünün farkına varabiliyoruz, aynı anda gücünü hissediyoruz. Kane’in güç istenci bizi eziyor ama o da dekorun, tavanların içinde eziliyor.”

citizen-kane-wallpape

 

5. Bazin’in Yurttaş Kane’de Alan Derinliği üzerine yazdıkları İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının yaratıcılarını etkileyecek ve Yeni Gerçekçi sinemanın doğumuna yol açacaktı. Sonradan Fransız sinema eleştirisi çevrelerinin yıllarca tartışacakları, tespitlerini orada yapacaktı: İki tür sinemacı vardı Bazin’e göre gerçekliğe inanalar, görüntüye inananlar. “Gerçeklik hissinin artırılması” diyordu Bazin Alan Derinliği için. Bu gerçekçilik hissini artıran öğelerden biri de plan-sekansta doğal olarak ortaya çıkan bir doğal konuşma edimidir: Yurttaş Kane’de konuşmalar, sözler birbirine karışır, birbiri üstüne biner, cümleler yarım kalır, sözcükler unutulur. Alan Derinliği izleyici ve görüntü arasındaki ilişkileri yeniden tanzim etmiyordu yalnızca, çekim sayı ve uzunluklarını, montaj anlayışını yeniden belirliyor, iç-kurgu denilen kavramı yaratıyordu. Kadraj önündeki ve arkasındaki nesneler eş netlikte birbirleriyle daha yakınsak bir bağla bağlanıyorlar, yönetmen böylelikle imajın içindeki her hangi bir nesneyi yakın çekimle vurgulamak yerine nesnelere kurulacak ilişkileri izleyiciye bırakıyordu. İmajın öne çıkarılması, büyültülmesi gibi hiyerarşik bağlamlar ortadan kalkıyordu. Bu yeni imaj pedagojisi mesela feminist kuramcıların, özellikle Laura Mulvey’in altını çizip önemsediği filmdeki kadınların konumlarında da kendini hissettirir: Filmi anti-Hollywood yapan bir başka öğe de kadın starlarla oluşturulan o cazibe etkisinin filmde görülmeyişidir. Özellikle Welles’in-Kane’nin filmdeki devasa varlığı öyle bir çekim alanı oluşturur ki cinsel röntgenciliğe çok az yer bırakır. Alan derinliği içine gömülmüş kadın bedeni de erotik saplantı nesnesi olarak ortadan kaldırılınca seyirciyle imaj arasında farklı bir ilişki kurulur. Böylelikle seyirci imajın tahakkümünden bir nevi özgürleşir. İmajın anlamı kısmi olarak seyircinin dikkatinden ve iradesinden türeyecektir artık. Klasik montajda diyordu Bazin, “bir eylemin özgürlüğümüzü tam anlamıyla uyuşturan bir şekilde bildirilmesiyle kontrol edildiği zorunlu bir çözümleme vardır.”

Değinilen Kitaplar:
André Bazin, Orson Welles, Okuyan Us Yayın, 2005, 222 s.
Laura Mulvey, Yurttaş Kane, Om Yayınevi, 2000, 110 s.
Orson Welles, Yurttaş Kane, Bilgi Yayınları, 1995, 191 s.

Kaynak : narteks.net